30 Temmuz 2012 Pazartesi

Roskilde Festivali Yaşam Rehberi


Birkaç yıl evvel Barselona’daki Primavera festivaline gitme kararım sonrası açılan yolda bu yılki durağım Danimarka’da 42.si düzenlenen Roskilde Festivali oldu. Kabaca bir yıllık geçmişi olan AVEA Blogger Fikir Takımı’nın üyelerinden biri olarak minik bir ekiple gerçekleştirdiğimiz Roskilde Festivali maceramı iki ayrı bölüm halinde blog sayfalarına taşımak niyetindeyim. Ayrı bir başlık dahilinde kısa zaman içinde yazıp bloga ekleyeceğim genel konser izlenimlerine ek olarak, şimdilik ( önden ) önümüzdeki yıllarda Roskilde’ye yolu düşebilecekler için belki de minik bir rehber görevi üstlenebilecek bir karışık notlar silsilesiyle başlamak istiyorum.

*Öğrendiğime göre Roskilde’ye minik bir havaalanı inşa edilmiş ama buradan uçuş yok. Adresimiz Kopenhag havaalanı ve sonrasında tren ya da araba ile yaklaşık 35-40 dakikalık bir yolculuk. Yani Roskilde - Kopenhag merkez arası pek uzak değil diyelim. Elbette bisikletle gelen de bol...

*Tahmin edilebileceği üzere Roskilde minik ve muhtemelen festival harici zamanlarda ( hatta kısmen festival esnasında da ) ölü denebilecek durgunlukta küçük bir kasaba. Öyle volta atılacak falan pek bir yeri yok. İşte klasik bir meydan, birkaç orta çapta restaurant ( elbette El Turco kebap house falan burada da var ) ve market diyelim özetle.

*Roskilde merkez ile festival alanı arasında ring yapan otobüslere binilebileceği gibi ( 20 kuron ) sıcaktan ve terden pişmiş Danimarka gençlerinden kendinizi sıyırıp yaklaşık 20 dakikalık tempolu bir yürüyüşle Roskilde merkez – festival arası erişimi sağlamanız da mümkün. Yürüyüş yolunun ortalarında denk geleceğiniz kocaman çimenlik alanda minik bir piknik lezzeti yakalamak da olası. Elbette piknik tüp ve kendin pişir kendin ye olayına girmeden.

*TIGER isimli zincir mağazalar her derde deva ürün yelpazesi ve ucuz fiyatlarıyla son dakika eksiklerini kapamak için birebir. Bir su alana bir su bedava kampanyası umarım her festival dönemi devam ediyordur.

*Festival 5-8 Temmuz arası dört gün sürse de, 30 Haziran-4 Temmuz arasında da bir warm up session var. Özetle Danimarkalı gençler bir haftayı aşkın süre Roskilde festival alanını evleri belliyorlar. Ye iç yat sı... stayla!

*Her daim yağmur yağma riskine karşı bir adet balıkçı çizmesi, sabah çadırda bel ağrılarıyla uyanmamak için bir adet mat ve üşümemek için de bir minik battaniye olmazsa olmazlar listesine eklenmeli derim, hatta yazarım da. Bolca yağmur sonrası çamur olan yollara anında dökülen samanların çok işe yaradığını da belirtelim bu arada.

*Biraz da basına dağıtılan dökümandan Roskilde’ye rakamlarla bakalım :

-2012’de 77.500 kombine ve 20.000 tek günlük bilet satılmış.
-Festivalde 30.000’den fazla gönüllü görev almış.
-Ortalama yaş 23. Ve şimdi sıkı durun bu ortalama 23 yaşındaki İskandinav öğrenci festival boyunca yine ortalama 630 euro para harcıyormuş. NO COMMENT!
-Roskilde’ye yurtdışından katılım % 8 civarında.
-60 yaş üstü ve 10 yaş altı ücretsiz girebiliyor festivale.

*Festival alanı biraz büyükçe : En en en ama en toplamda festival alanı 215 futbol sahası büyüklüğünde, ki bu da 1,5 milyon metrekare ediyor. Kabaca dağılım da şöyle :

-Festival alanı : 166.000 m2
-Kapalı alanlar : 200.000 m2
-Kamp alanları : 940.000 m2
-Park alanları : 270.000 m2

*Kurulan çadır sayısı da 50.000 adet.

*Festivali 42 yıldır yapıyor olmanın getirdiği pek çok artı mevcut. Bunları da kolay okunsun diye maddeler halinde yazayım dedim :

-Etrafta boğucu bir güvenlik yok. Sadece her kapı geçişinde bileklikler devamlı kontrol ediliyor ( direk elle ). Öyle elli çeşit bileklik de yok ( gibi geldi bana ).

-Tuvalet sırası genel anlamda yok. Farklı tipte ve alanın her yerine dağılmış çokça tuvalet var. Evet, doğru tahmin ettiniz, elimde tuvalet sayısı da var. Tam 1.700 adet ( 500 adeti sifonlu, 1.200 adeti eko tuvalet ). Tuvalet konusu ekstra birkaç notu hakediyor aslında. Bir kere ortalama Danimarka genci ( erkeği – kadını ) her an her yere küçük ( ve hatta zaman zaman büyük ) tuvaletini yapabilir, buna dikkat etmek lazım. Giderim, dört gün çadırda kalırım diyenleri kesif bir ürinal kokunun ve göz yoran bir pisliğin ( evet, kamp alanları ziyadesiyle pis her şeye rağmen ! ) beklediğini not edelim. Bundan kaçış yolu sizi çadır taşıma zahmetinden de kurtaracak olan “get a tent” alanı. Hem daha temiz, hem de festival sonunda sizin için önceden kurulmuş olan çadırı paketleyip eve getirebiliyorsunuz.

-Adamlar her şeyi topluyor. Bardaktan tut, kamp alanında kırılan dökülen alet edavata ya da bir daha giymeyeceğiniz kıyafetlere kadar. Sonra bunları da ihtiyacı olanlara paslıyorlar. Bir de DONATE YOUR REFUND olayı var. Yani bardağı geri götürüp parasını almıyorsun, ya da oraya buraya başkası toplasın diye bırakmıyorsun ama bu kutuya atıp bağışta bulunuyorsun gibi.

-Festival alanında kocaman bir plakçı var. Festivale gelen kim varsa plağını CDsini satıyor. Güzel hareket. Hatta kitapçık bile bastırmışlar özel olarak.

-Yeme içme olayında başınız pek ağrımaz. Pek çok stand ve pek çok çeşit mevcut. Fiyatlar ortanın üstü diyelim. Ortalama makarna, sandviç ya da fish and chips gibi yiyecekler 50-60 kuron ( 15-20 tl arası ) fiyatlara alınabiliyor. Makarnacı 30+ yıldır oradaymış. Gece yarısı enerji düşerse birebir.

-Bira fiyatı 36 kuron ( 12 tl gibi ). ANCAK kamp alanına vesaire dilediğiniz kadar alkollü / alkolsüz içeçek sokabiliyorsunuz. Festival müdavimi Danimarka gençlerinin önemli sportif aktivitelerinden biri koli koli birayı hababam oradan oraya taşımak diyebiliriz. Ayrıca bir de sürahide bira olayı var.

Haydin festival notlarına devam edelim :

*Tamam adamlar sağa sola tuvaletini yapıyor belki ama sabah bir kalkıyorsun, diş fırçalamak için onlarca adam kuyrukta bekliyor. Buyur buna ne diyeceksin ? Bilinç...

*Danimarka gençleri klasik “güzel insan” tarifimize uyan endamdalar, değildir diyen özelden gelsin. Sanırım o yüzden kendi içlerinde farklılaşmak için iki ana yol bulmuşlar; saç ve gözlük. Erkeği kızı envai çeşit saç modeli ve gözlük çeşidiyle festival alanı bu anlamda bir moda şovu andırıyor.

*Festivalin ana ve tek sponsoru Tuborg. Ana sahnede branding ve her yerde Tuborg satılması dışında diğer alanlarda reklamları yok. Benzer bir tespiti Barcelona / Primavera fstivalinde de yapmıştım. Memleket hudutlarında bu olaya bakış biraz daha farklı ( elbette ki haklı gerekçelerle ).

*Tüm konserlerde sahne önünde gönüllü çalışanlar dinleyicilere ücretsiz su dağıtıyor. Hem sıcaktan hem de alkolden oluşabilecek riskleri minimize etmek için. Evet evet içilebilen sular bunlar.

*Ana ekranlarda en çok güvenlikle ilgili görseller dönüyor. Güvenlik senden başlar, yanındakine dikkat et, sorun görürsen güvenliğe haber ver şeklindeki üç basit uyarı cümlesi ciddi bir bilinç uyandırmış olacak ki üç-dört defa bir kenarda köşede az biraz dinleneyim dediğimde hemen biri omuzuma tıklayıp arkadaşım iyi misini çekiverdi.

*Alkolün bolca tüketilmesine rağmen minnacık dahi olsa bir gerginlik, itiş kakış görmediğimi de not olarak geçmek isterim dört gün boyunca. Aşırı derecede uçmuş bir arkadaşın dört görevli tarafından el bebek gül bebek taşınmasını sizlerin de görmesini isterdim açıkçası.

*Ana ekranlarda çıkan videolardan biri “Speak Your Mind, Not Someone Else’s” diyordu. Güzel mesaj !

*Bir diğer videoda ise “Talk Less” mesajı vardı. Ah ah diye içgeçiriverdim sadece...

*Bu arada Roskilde’de hava ancak 23:00 gibi kararıyor ve 03:30 – 04:00 dedin mi komple aydınlanıyor. Bu da kabaca programın sonuna kadar alanda kalırsanız çadıra uyumak için gittiğinizde sizi aslında yeni kalkmışsınız gibi bir havanın karşılıyor olacağı gerçeği. Aklınızda bulunsun...

Konser notlarımızda buluşmak üzere efenim...


Mark Van Hoen. The Revenant Diary. Editions Mego (minima)


Peter Rehberg (Pita) kumandasındaki Editions Mego etiketi Seefeel’in kurucularından, Scala grubundan ve aynı zamanda Locust adıyla tanıdığımız Mark Van Hoen’in son çalışmasıyla arşivlik albümler serisine bir yenisini daha ekliyor. Ziyadesiyle zengin bir ses, ritm ve melodi dünyasında yoğrulan albümün her anında Van Hoen’in yaratıcı ruhunun ve usta maharetinin bileşkelerini görmek mümkün. Hatıralar, pişmanlıklar ve nostalji kavramları üzerinde şekillenen çalışma Van Hoen’in kabaca 30 yıl öncesindeki kayıtlarına geri dönmesiyle tetiklenen bir süreçte ortaya çıkarılmış. Başdöndüren perküsyon darbeleri, yoğrulmamış analog synthler, kesik drone yankılanmaları ve katmanlar halinde incelikle işlenmiş hışırtılı ve pürüzlü melodiler eşliğinde vücut bulan parçalar, klasik şarkı formasyonundan uzak bir ambiyansa sahip. Basit yapısına rağmen bir şekilde tekrarlayan vokal kullanımının yarattığı hipnotik etkiyle ruhunuzu sarmalayan “Don’t Look Back”, IDM vurgusu yüksek ama yenilikçi bir dille yorumlanan “Where Were You” ve “No Distance” ile, kapanışı yapan uzunca “Holy Me” ilk anda yanına yıldız koyduğumuz parçalar. Şimdiden yılın en iyi çalışmalarından biri olacağının sinyalini güçlü bir şekilde barındıran bu albümü özellikle elektronik müzikseverlere hararetle önermekte bir beis görmüyoruz. Hem de hiç!

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Felix Kubin. TXRF. It’s (minima)


Elektronik müzik coğrafyasının değişkenlikte ve üretkenlikte sınır tanımayan “dahi” isimlerinden biri olan Felix Kubin çizgidışı son çalışmasıyla müziğe ilişkin algılama ve dinleme pratiklerimize farklı bir boyut katıyor. Albüme adını veren TXRF aslında bir kısaltmadan geliyor : Total Reflection X-Ray Fluorescence. X ışınlarının çeşitli materyallerin yüzeylerine uygulanması olarak özetlenebilecek bu yöntem aynı zamanda daha sonradan patentli bir test olarak literatüre de girmiş bir yöntem. Kubin’in bir deney ortamında synthesizer, sequencer ve çeşitli filtreler kullanarak ürettiği ses öbeklerinden ve bunların harmanlanmasından oluşturduğu çalışma, özellikle Raster Noton ekolü olarak da adlandırılabileceğimiz dijital minimalizme oldukça yakın duruyor. Öte yandan Alva Noto ve Ryoji Ikeda’nın had safhada steril çalışmalarına kıyasla daha “kirli” seslerle örülü bu yapıda, belirsizlik kavramımın ve ucu açık olma halinin de hatırı sayılır bir rolü olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Üretilen seslerden ve bunların ritmik tekrarlarından oluşturulan yapılar belli formlar dahilinde dinleyiciye ulaştırılıyor. Bir parçada kendimizi kozmik bir evrende hissederken, bir başkasında endüstriyel bir kargaşa ya da bir başkasında analog ve primitif synth melodileriyle örülmüş bir kurgu karşımıza çıkabiliyor. Her daim deneysel işlere mercek tutanlar için tavsiyemizdir.    

Christina Vantzou. No 1 Remixes. Kranky (minima)


Geçtiğimiz yılın son çeyreğinde Kranky etiketiyle ilk albümünü “No 1” adıyla yayınlayan Vantzou’nun bu çalışması videolarla da desteklenen remikslerden oluşuyor. Çağdaş klasik müzik kategorisine dahil edilebilecek bu kompozisyonların omurgasında ambient kurgular var. Robert Lippok (To Rococo Rot), Koen Holtkamp (Mountains), ISAN, White Rainbow, Ben Vida ve Loscil gibi isimlerin de imzasını taşıyan remiks albümü, parçaların birbirine görsel ve işitsel olarak bağlandığı dingin bir atmosfere sahip. Uzayıp giden ses kümeleri üzerine serpiştirilmiş minimal yapılandırmalar, alışılageldik remiks çalışmalarının ötesinde oldukça durağan ve ağırkanlı bir doku ortaya çıkarıyor. İlk aşamada müziğin içine girmekte zorlansak da, adım adım bu ince zarı delip albümün kendi işitsel evreninde soluklanmaya başladığımız an parçaların zihnimizi kavrayıcı nitelikleri de aktif hale geçiyor. Özellikle ISAN’ın “11:11” isimli remiksi ve albümün kimyasını bozmadan kendi müzikal tarzını ustalıkla yorumlayan Robert Lippok’un “Your Changes Have Been Submitted” çalışmaları ekstra dikkate değer nitelikte. 2000’lerin başında Brüksel’e taşındıktan sonra müzikal kariyeri hareketlenen Kansas doğumlu Vantzou’nun aynı zamanda çizim, baskı, video ve animasyon işleriyle ilgilendiğini de belirtelim. 

22 Temmuz 2012 Pazar

Oren Ambarchi. Audience Of One. Touch (minima)


Bugüne dek imza attığı onlarca albüm ve ortak çalışmayı tek bir müzikal kulvara sokmamızın imkanı olmayan bir isim olarak Ambarchi, guitarist ve perküsyoncu kimliğinin çok daha ötesinde bir “araştırmacı müzisyen” tavrıyla sese ilişkin algılarımızın ufkunu genişletmeye ve zorlamaya devam ediyor. Fennesz’den Sachiko M’e, Jim o’Rourke’dan John Zorn’a onlarca isimle birlikte çalışan Ambarchi’nin son albümü biri yarım saati aşan dört parçadan oluşuyor. Giriş parçası “Salt” Paul Duncan’ın yumuşak vokali ve arka plandaki piyano dokunuşlarıyla bünyemizi iyice sakinleştiriyor. Ardından gelen “Knots” adeta bir başyapıt kıvamındaki kurgusuyla bir yandan Eyvind Kang’ın yaylı partisyonları ve bir yandan da Joe Talia’nın hipnotik ve başdöndüren davuluyla olgunlaşırken, Ambarchi’ye de gitarıyla uçsuz bir evrende gönlünce dolaşması için de etkileyici bir arka plan yaratıyor. Bu uzun parçanın ikinci yarısında kaotik bir boyuta aralanan kapılar, albümün kalan kısmında deneysel tınılarla ve Kang’ın çarpıcı melodileriyle renklendirilen sakin ve keyifli bir yolculuğa evriliyor. Özellikle gitarın ana formundan uzaklaştırılıp başka kimlikleriyle beslediği parçalarda Ambarchi’nin müziğinin farklı yönlerinin en parlak yansımalarını görmek mümkün. Albümün Ambarchi’nin zengin diskografyasındaki önemli köşetaşlarından biri olduğu muhakkak.

The Boats. Ballads Of The Research Department. 12k ( minima )


Taylor Deupree’nin New York çıkışlı 12k etiketi elektronik müziğin daha duru, dingin ve naif kıyılarına yakın duranlar için vazgeçilmez adreslerden biri. Elimizdeki albümse süreleri 10-12 dakika aralığında değişen dört uzun parçadan oluşan elektroakustik, ambient ve downtempo sularında gezinen bir atmosfere sahip. Çalışma hem 2000’lerin ortasından bu yana Moteer, Flau, Home Normal ve (kendi plak şirketleri olan) Our Small Ideas’dan sayısı 10’a varan albüm yayınlayan üç kişilik The Boats ekibi için, hem de 12k etiketi için farklı bir güzergahın ipuçlarını da içeriyor aslında. İlk dönem çalışmalarında daha keskin, zaman zaman hareketli ve ağırlıkla IDM referanslı işler kotaran ekip; bu defa iyice ön planda olan çellonun, iki parçada kullanılan vokallerin ve daha kuvvetli formların başat olduğu kompozisyonların etkisiyle çok daha organik, sıcak ve içten bir tını yaratmışlar. Akustik yapıların bir adım daha görünür olduğu bu kurgu 12k etiketi açısından da bir yenilik. Belli bir konsept bütünlüğü de sunan albüm için grup üyeleri “balad” kavramına farklı bir boyuttan bakarak hikayelerini anlatmak için söz ve sese eşdeğer önem verdiklerinden bahsediyorlar. Özetle kulak kabartmaya değer! 

20 Temmuz 2012 Cuma

Olmaz Olmaz Deme, Olmaz Olmaz !!!

Sanırım ortaokuldaydım bu garip söz etrafında şekillenen bir kompozisyon yazmamız istendiğinde. 14 Temmuz günü öğle saatlerinde “ajanslardan” önce sosyal mecralara düşen bir haber, bir yandan ortalığı çalkala(ndır)maya başlarken, diğer yandan da başka bir ifadeyi en hızlısından ajandalarımızın ilk satırına taşıyordu adeta : “yetmez ama evet”. Omurgasız demokrasi tarihimize kilometre taşı olarak geçen kısa tanımlamalardan biri olan bu birkaç kelimenin, gün gelip de toplumun çekirdeğinde meydana ge(tiri)len ciddi bir ayrışmanın, kutuplaşmanın ve birbirinin halinden anlamama halinin somut yansılarından biri olacağını pek çok kişi tahmin etmemişti muhtemelen. Malumunuz olduğu üzere bu yıl 11. kez düzenlenen Efes Pilsen One Love Festival’inde önce sponsor firma olan Efes Pilsen’in adı minik bir budama operasyonuyla festivalin isim hanesinden çıkarılmış, hemen ardından da genellikle kısa ve alengirli açıklamalarla herkesin bombayı bir diğerinin kucağına bıraktığı bir dizi pek de anlaşılmaz açıklama ve gelişme ışığında festival alanı içinde alkol satışı yapılamayacağı ilan edilmişti.

İstanbul’da neresinden tutsanız elinizde kalacak bu gelişmeler yaşanırken, yurdun bir diğer ucunda yapılan ( daha doğrusu yapılmaya çalışılan ) gösterilerde devlet bir kez daha “dövlet” kimliğiyle ortaya çıkıp ortalığı kasıp kavuruyordu. Elbetteki özünde bir müzik bloğu olan bu sayfalara politik angajmanlı bir yazı yazma niyetinde değilim. Bunu sadece yazıma konu etmek istediğim “medyanın çözülmüşlüğüne” sıçramak için bir basamak olarak kullanacağım. Geçtiğimiz haftasonu medar-ı iftiharımız, nazar boncuğu metropolumuz İstanbul hudutları dahilinde ayan beyan 18+ bir kesimin yaşam hakkına doğrudan müdahale edilerek türlü oyunlarla alkol içmeleri engellendi ve maalesef bu konuda Tolga Akyıldız ( http://tinyurl.com/d65z7vh ), Mehmet Tez 
( http://tinyurl.com/cakutfd ), Cem Erciyes 
( http://tinyurl.com/782tfv5 ve http://tinyurl.com/6spk3no ), birkaç blog yazarı ve belki bizim gözümüzden kaçmış olabilecek bir iki yazı dışında ciddi hiç bir tepki gelmedi, yazılmadı. TV’ler hak getire, haber bile olmadı, olAmadı. Tıpkı Diyarbakır’da olanların çok az bir kısmının yankı bulması gibi. 

İyimser bir bakış açısıyla Efes Pilsen ( inatla Efes Pilsen ) One Love Festival’de bu haftasonu başımıza gelenler en azından bazı gerçeklerin anlaşılması, resmin biraz daha net görülmesi için turnusol kağıdı işlevi görür diye ümit eder gibi olsam da, medyanın büyük kısmının içine düştüğü körlük ve sessizlik çukuru bu konuda pozitif düşünebilmemin önüne ciddi engeller koyuyor. Bu üç maymun oyununun sonunda çok daha vahim ve karanlık bir kuytuya doğru iteklendiğimizi gördüklerinde geri dönüş yolculuğu sanıldığı kadar çabuk ve “rahat” olmayacaktır. Bugün görünen o ki toplum katmanları içindeki her türlü çıkıklık en haşin darbeyle adeta baş verdiğine pişman edilmekte ve ortada sadece tek bir koltuğun olduğu anlamsız bir köşe kapmaca oynanmaktadır. Kendi içindeki farklılıkları tolere edemeyen, tınısı farklı her sese bizden değil diye bozuk atan, dünya ve hayat görüşleri dar kalıplar arasında sıkışıp kalmış cahillikten dahi uzak kesimler gemi azıya almışçasına kendi doğrularını başkalarının özgürlüklerinin göbeğine bodoslama bir şekilde arsızca kusmaktalar.

Biri çıkıp festivali “Bira Festivali” diye etiketledi diye hep beraber bir sanrı içinde etkinliğin aslında bira festivali olmadığını ispata girişiyoruz. Niye ? Memlekette başkaca şeylere de sirayet etmiş ruh hali buraya da yansıyor zira ve maalesef temiz olduğumuzu ispat edene kadar suçlu damgasını kıçımıza basıveriyorlar. Anlat dur derdini ! Reşit olmanın anlamını mı sorgulayacağız bu yaştan sonra ? İşim gücüm yok da festivale ne amaçla gittiğimi mi izah edeceğim sana ? İster bira içerim, ister sağa sola kesik atarım, ister çimenlikte yatar güneşlenirim, ister müzik dinlerim. Bunların kararını ben kendim verebileyim diye yaşamıyor muyum ben burada ? O zaman bu arkadaşlar günlük aktivite listesi yayınlasınlar, ona göre atalım adımlarımızı... Açık hava hapishanesi... Bir de içeride prezervatif dağıtmıyorlar mı diyenler var. NO COMMENT!

Festivale gidiyorsun; kapıda kolluk kuvvetleri, zabıta, sivil polis... BIG BROTHER IS WATCHING ME. Seyretse eyvallah, bir de ikinci gün bira satanları pataklamak ne demek. Şanı yürüsün diye başımızda Demokles’in kılıcı bile dolaşsa yeri var, ama bu hoyrat cehaletin nobran saçmalığının değil kendisine, gölgesine bile itirazım var benim. Eyüp’te Batı Tarzı yaşam istenmiyormuş. Ama gel gör ki kapı önünde fahiş fiyatla bira satıp eve ekmek götüren yine Eyüp esnafı. Haydi onu da geçtim mesela Eyüp’te oturup Efes Pilsen fabrikalarında çalışan hiç yok mudur ? Ya da işsiz Eyüp gençlerinden birine Efes fabrikalarında iş pozisyonu çıksa red mi edecek. Eden de çıkabilir tabii. Altını çizmek istediğim ifratla tefrit arasında gidip gelen, ortalarda / gri tonlarda kendine ait renk bulamayan herkes bir diğerini ya kendi köşesine çekme ya da diğer köşeden alaşağı etme derdinde. Yazık kere yazık !

Bu ortamda kime kızacağımızın da pek bir önemi yok. Ne Efes niye adını hemen çekti, niye içeriye alkol sokmayı serbest bırakmadı ya da niye bedava içki dağıtmadı diye kızabiliriz; ne Tamirane / Otto şu bu ruhsatlara son dakika ambargosu koydu diye kızabiliriz, ne Pozitif’e kem küm edebiliriz. Bence etmemeliyiz. Asıl sorgulanması ve üzerine gidilmesi gereken küçük, orta ve büyük tüm bu firmaların hakla değil de güçle sindirilmiş olmaları gerçeğidir maalesef. Yani elinizde hangi belgenin olduğunun, neyi yapıp yapmamaya hakkınız olup olmadığının önemini yitirdiği; sadece ve sadece güçlü olanın diğerine ne yapması gerektiğini dikte ettiği ve duyumlara göre bunu tehditkar bir ifadeyle yaptırmasıdır asıl bakmamız gereken yer. Bu ayan beyan yaratılan “korku toplumu”nun net bir şekilde sokağa, günlük yaşama yansımasıdır, dokunmaktan da öte içimize işlemesidir.

Mesela aynı mekanda Eylül başı Red Hot Chili Peppers konseri var. Emin miyiz alkol satışı olacağından ? Hayır. Mesela Pozitif bilet fiyatlarını belirlerken bir gelir gider hesabı yaptı değil mi, şimdi bundan sonraki işlerinde aynı formülleri kullanabilir mi ? Muhtemelen hayır. Efes sponsor olup belli bir bütçe veriyor değil mi ? Adını kullanamaz, içkisini satamaz, az biraz reklamını yapamazsa aynı miktarda bütçe ayırır mı ? Sanmam. Belki inadına artırır, kim bilir... Ancak bu soru cevap silsilesi farkında olmadan bizi çok daha tehlikeli bir yere götürebilir bu arada. Bak festivale müzik için değil bira için gidiyormuşsun, bak müziğe değil reklama para ayırıyormuşsun, bak o değil bu diye liste uzar gider...Hep bir aklanma ihtiyacı duyan “öteki”ler...

Özetle “olmaz olmaz deme, olmaz olmaz” denenler olmaya başlamıştır. Zamanında ürkenlerin haklı çıkması bir yana, ileriye ilişkin daha karamsar ve kötücül bir senaryo beklentisi pek çoğumuzun içine işlemiştir. Ve bugüne dek yapıldığı üzere yine toplum katmanları arasına her an tutuşmaya, alevlenmeye, tetiklenmeye hazır “bombacıklar” aşkedilmiştir. Şu an twitter’a Eyüp’lü bir grup elinde bira olan iki genci dövmeye kalkmış diye yazsa biri sonu ne olur acaba ? Yazımızı veciz sözlerden biriyle bitirelim : Demokrasinin  kötü olan bir yönü çoğunluğun tiranlığına dönüşmesidir...