‘Bilgelik sevgisi’ anlamına gelen felsefenin içine insan olgusunun girişi, felsefenin gelişim yönünü insanın irdelenmesine çeviren sofistlerle başlar. İnsana tutulan bu aynada görünen tekillik, sanatsal arenaya bireysel yaratıcılığın sürüklediği ve kendine ait bir ses oluşturma güdüsünün tetiklediği bir gayret olarak yansır. 90’lı yılların ortalarında gündemimize giren elektronik müzik ikilisi Lamb’in güçlü sesi Lou Rhodes’un üçüncü solo albümüyle artık iyice belirginleştirdiği müzikal yol da, ‘sadece kendini anlatma’ hassasiyetinden beslenen bir çalışma özelliği taşıyor.
Manchester orijinli İngiliz ozan şarkıcı Lou Rhodes’un solo macerası, elektronik müziğin geniş skalasında her daim kayda değer nitelikte işler üretmiş ve ardında dört albümlük değerli bir hazine bırakmış olan Lamb ikilisinin vokalden sorumlu üyesiyken, ekip arkadaşı Andrew Barlow’dan ayrılıp ilk adımı atmasıyla başlar. 2006 yılında yayımlanan çıkış çalışması Beloved One beklentilerin üstünde olumlu bir tepki alır ve adanın Grammy’sine denk gelen Mercury Ödülleri’nde yılın en iyi 12 albüm adayından biri olur. Aralarında Muse, Editors, Hot Chip, Scritti Politti ve Thom Yorke gibi güçlü isimlerin olduğu bu listeden sıyrılıp ödülü alan Arctic Monkeys olsa da, bu adaylık Rhodes’un solo kariyeri açısından önemli bir başarı olarak not edilecektir.
Bu albüm Rhodes’un kendini fazlaca zorlamadan geniş müzikal birikim ve düşüncelerini yansıttığı bir çalışma olarak şekillenmiştir. Özünde folk müzik olarak tanımlanabilecek çalışma şatafatsız, içten ve derinlikli bir zarla örülmüş hüzünlü bir dünyanın akustik yansımaları eşliğinde, Rhodes’un dinleyeni büyüleyen eşsiz vokallerini içermektedir ( Rhodes’un tüm albümleri için benzer ifadeler kullanmak mümkün). Albüm Lamb çalışmaları için sıklıkla başvurulan trip hop, drum’n bass ve jazzy gibi tanımlamaların dışında, sıklıkla sadece gitarın Rhodes’un muhteşem sesine eşlik ettiği, zaman zaman zarif piyano dokunuşları ve yaylılarla zenginleşen bir çerçeveye sahiptir.
Lamb’in müziğinde ara pasajlarda karşımıza çıkan ve ipuçları Lamb parçalarına da gizlenmiş bir çerçevedir bu. Aslında Lamb’in müziğine baktığımızda onu bu denli farklı kılan unsurların Rhodes’un etkileyici sesinin yanısıra, altyapılarda farklı janrların köşetaşlarının maharetle kullanılması ve bazı parçalarda bunlara canlı enstrümanların eşlik etmesi olduğu görülecektir. Lamb bir anlamda birçok janrdan beslenerek kendi müzikal dilini yaratmış ve özel bir ikili olmayı başarmıştır. Bu unsurlar yanyana getirilip samimi birşeyler anlatma gayretiyle eritildiğinde, ortaya müzikal anlamda zengin, dinamik ve duygu vurgusu yüksek çalışmalar çıkmıştır. Özetle Lou Rhodes’un sadelik, Andrew Barlow’un karmaşıklık eksenleri üzerinden biçimlenen eşsiz bir formülasyondur Lamb’inki.
2007 yılında Lou Rhodes bir insanın yaşayabileceği en derin üzüntülerden birini yaşar ve kız kardeşinin ölümünün ardından İngiltere konser programını iptal etmek zorunda kalır. Bu dönem adeta hayatın türlü zorlukla Rhodes’u test ettiği ve kişiliğinde derin izler bırakan bir süreç olarak geçecektir. Tüm bu zorluklara göğüs geren Rhodes Glastonburry’de 2007’de ikinci defa sahne alır. Yılın sonlarına doğru da ikinci solo albümü Bloom’dan çıkan ilk single “The Rain” piyasaya verilir.
İlkine oranla daha fazla efor sarfettiği bu albüm Rhodes için zaman zaman dile getirdiği, bir daha elektronik müzik yapmayacağına dair düşüncelerini ispatlar niteliktedir. Ana omurgayı akustik gitar ve vokalin oluşturduğu albümde keman, kontrbas ve perküsyon eşliğinde işlenmiş romantik, duygusal ve kişisel vurgusu yüksek hikâyeler, Rhodes’un büyüleyici sesinden damıtılarak anlatılmaktadır.
Bahsi geçen “yeni ve farklı hikayeler yaratma / anlatma güdüsü” aslında Lamb projesinin sona erişindeki giz perdesinin baş aktörüdür. Rhodes bu tip bir projenin sürekliliği için devamlı güncel bir dil yaratmak ve farklı açılımlar getirmek gerektiğinden bahsederek, son Lamb albümünün ardından kendilerine bir sonraki adımın ne olacağını sorduklarında somut bir yanıt üretemediklerini ve bu yüzden artık varolma nedenlerinin ortadan kalktığını belirtecektir.
Müziğinde kişisel bir dil yaratmış olan Rhodes’un hikâyelerinin özünde insana ait yaşantılar, duygular ve ilişkiler vardır: sevinç ve kederin bir anlamda sırt sırta durduğu, hayal kırıklıklarının da gülümsemeler kadar yakınımızda olduğu, bazen bir anın / bakışın bile yaşamaya / yaşatmaya değer olduğu zarif, kırılgan ve duygu yüklü sade hikâyeler. Sonuçta iki çocuklu bir anne için bu sadelik kıyafetinin Rhodes’a yakıştığını da belirtmek gerek. Klişelerden uzak, gerçekliğin peşinde, samimî bir varolma gayretiyle çıkılan, çeşitli eşiklerden / evrelerden oluşan ve belli bir dönemde bir eşikten / evreden diğerine geçilerek her şeyin bir anlamda tekrar sıfırlandığı bir yolculuk.
Basit ama sersemletici etkisi yüksek sözler ve içimizi titreten sıcak akustik tınılar, Rhodes’un puslu ve derin sesinin eşliğinde, her ânı ustalıkla nakışlanmış bir kurguyla tamamlanan parçalar olarak karşımıza çıkar. Her birinde hayaller ve sorgulamalarla donatılmış içsel bir yolculuğun bizleri beklediği bu parçalarda; üzerimizde akıldan çıkmayan, hipnotik ve ruhanî bir etki bırakan Lou Rhodes kılavuz rolündedir. Kaygan bir zeminde hayata sıkıca tutunmak, zorluklar içinden yeşeren güzellikleri görebilmek, acıyı da sevinç kadar rahatlıkla kabullenmek ve kendimize ait bir güzergâhı oluşturabileceğimiz bir ussal yolculuktur bu, ve o yüzden aslında içinde yoğun bir ‘felsefe’ vardır. Büyük ozan şarkıcı Leonard Cohen’in dediği gibi:
There is a crack in everything,
That’s how the light gets in.
-------------------------------röportaj---------------------------------
Lamb projesindeki 10 yılın ardından gelen ilk solo çalışmanız aslında bir meydan okuma içeriyordu. İkinci albümde daha az soru ve sorunla karşılaştığınızı düşünüyorum. Üçüncü albüm sonrası kendinizi olgunlaşmış bir ozan-şair olarak konumlandırıyor musunuz ? Hâlâ çıkılacak basamaklar var mı önünüzde ?
Her zaman için. Bir sanatçının asla ürettiği işten tam anlamıyla memnun olacağını sanmıyorum. Şarkı yazma konusunda azımsanmayacak bir tecrübem var elbette – yaklaşık 16 yıl– ancak hâlâ yeni birşeyler öğrendiğimi hissedebiliyorum. Belki garip gelecek ama aslında ilk albümüm Beloved One’a kıyasla ikinci albümüm Bloom beni daha çok zorladı.
Tam anlamıyla son çalışmanızı diğer ikisinden ayıracak olan tema yada öz nedir ?
Son çalışma One Good Thing bugün için bulunduğum yeri en layıkıyla temsil eden, dolayısıyla da çalışmalarım arasındaki en gerçekçi albüm. Albümdeki parçalar hayatımın oldukça zorlu bir dönemini ve oradan çıkışımı anlatıyor. Çalışmalar esnasında olabildiğince az elektronik kullandık. Oldukça sade, basit ve zamansız bir albüm yaratmaya çalıştım. Bu yüzden de kayıt aşamasında işin ruhunu zedelediğine inandığım dijital teknolojilerden kendimi sakındım.
Elektronik müzik sıklıkla duygusal olamamakla eleştiriliyor. Bir elektronik müzik grubu olsa da Lamb projesinde belli bir duygusallık vardı aslında. Keza solo çalışmalarınızda da bu vurgu kuvvetli. Duyguları aktarmak konusunda akustik ve elektronik yapılar hakkında ne düşünüyorsunuz ?
Akustik seslerle müzik yapmaya kıyasla elektronik seslerle aynı duyguları hissettirmenin oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Neticede elektronik müzik dediğimiz tüm yapı onlarca ikili koddan meydana gelen bir ürün. Oysa akustik müzik insanoğlunun bizzat ürettiği sesler için çoğunlukla ağaçtan kendisinin yaptığı enstrümanların kullanımından ortaya çıkıyor. Bu anlamda elektronikle kıyaslanamaz gibi geliyor bana. Lamb projesindeki duygular genellikle şarkıların kendi iç gücünden ve canlı enstrümanların – özellikle yaylıların – kullanımından geliyordu. Andrew Barlow’un ev stüdyosunda son çalışmamı kaydederken bir parçada aradaki farkın çok az olacağını düşünerek vokali analog ve dijital olarak iki farklı şekilde kaydettik. Ancak farkı gördüğümüzde çok şaşırdık. Analog kayıt çok daha samimî ve sıcaktı. Özetle dijital teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin hâlâ dolduramayacağı bazı boşluklar var.
Duygulardan bahsetmişken aşkla, hüzün ve melankoli arasında sürekli bir bağın olduğuna inanıyor musunuz ?
Değişik bir soru bu. Bugünlerde sıklıkla bir sanatçının rolünün devamlı olarak sınırları zorlaması olduğunu düşünüyorum. Öyle geliyor ki kendimi o boşluğun / alanın içinde hissettiğimde çok daha yaratıcı olabiliyorum. Melankoli sanırım mutlulukla mutsuzluk arasında bir yerlerde salınma hâli. Ama bu yine de sınırlayıcı bir tanımlama elbette.
Bir defasında kendinizi tanımlarken duygu bağımlısı (emotional junkie) olduğunuzu belirtmişsiniz. Aşk dışında hangi kavram yada duygular çalışmalarınızı şekillendiriyor ?
Evet, bir defasında böyle tanımlamıştım ama hâlâ geçerli mi emin değilim. Son birkaç yıl bu bakımdan üzerimde arındırıcı bir etki yaptı. Oldukça uzun zaman tek başıma kaldım ve bu süre sonunda “aşk adına aşka bağımlı olma” hissiyatından sıyrılmış gibi hissediyorum. Tüm duyguların yaratıcılığı tetikleyebileceğine inanıyorum. Ama yine de beni en çok besleyeni bahsettiğim, mutlulukla mutsuzluk arasındaki alan. Oralarda bir yerde olmanın beni insan olarak hayata bağladığını hissediyorum.
Sahnede söylemekten en çok keyif aldığınız üç Lamb ve solo parçanız ?
Lamb olarak Gabriel, Gorecki ve Trans Fatty Acid. Solo çalışmalarımdansa hepsi son albümde yer alan üç parça diyebilirim : “There for The Taking”, “One Good Thing” ve “Circles.”
Sahnede sana eşlik etmesini hayal edeceğin efsane grup kim olurdu ve neden ?
Efsane gruptan çok emin değilim; aslında bu efsane bir isim olurdu. Elliott Smith yada Nick Drake mesela. İkisinden biriyle sahnede olma fikrinin dahi beni yeteri derecede heyecanlandıracağını da belirtmeliyim.
Lou Rhodes yazarken aklıma düşenler listesi...
*Elizabeth Fraser / Moses
*Suzanne Vega / Solitude Standing
*Tear Garden / Tired Eyes Slowly Burning
*Cranes / Tomorrow’s Tears
*David Darling / Journal October
*Mazzy Star / So Tonight That I Might See
*David Sylvian / Gone To Earth
*Blue Skied An’ Clear / A Morr Music Compilation
*Dream City Film Club / Dream City Film Club
*Lisa Germano / Magic Neighbor
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder