30 Mayıs 2009 Cumartesi

Erik Levander. Kondens. Rumraket. 2008

Hello, my name is Erik. I'm from Sweden. Sometimes I make music. Kendini böylesi sıradan bir tanımlamanın içine konumlayan ama müziğiyle sıradışı bir kulvarı adımlayan İsveçli Erik Levander 81 doğumlu. My Bloody Valentine, Sonic Youth ve Red House Painters gibi grupların müziği içinde beslendiği yıllarda klasik klarnet eğitimi alan Levander, aynı zamanda piyano ve gitar konusunda da mahir ellere sahip. Aynı eller Marilyn Manson / Trent Reznor karışımı bir vesikaya sahip Levander’in mimari eğitimini de üstlenmiş durumda. Ve kendisinden bir cümle daha : Yes, I’m an architect, now. Rumraket etiketiyle 2008’de yayınlanan Kondens Levander’in Tonad sonrası çıkardığı ikinci albüm. Yaklaşık dört yıl üzerinde çalıştığı bu albüme ait kayıtların, bilgisayarında meydana gelen arıza nedeniyle kaybolması ilginç bir de serüvenin tetikleyicisi olmuş. Destekçileri Levander’in bilgisayarının tamiri için yaklaşık 1300 avro para toplamışlar ancak yine de bilgisayarı kurtarmak mümkün olmayınca, Levander destekçilerinden gelen bu parayı albümün mastering ve diğer masrafları için kullanmış. Böylesi çok katmanlı, kompleks, türler arasındaki geçişkenliğin had safhada olduğu çoğul referanslı bir albümün mastering işini de başka bir üstad olan Bo Kondren’in ellerine teslim etmiş. Doğru karar.

Albümün müzikal mimarisinin gerçek mimariye yansıması nasıl olurdu diye düşünmeden edemediğim Kondens dinlemesi oldukça zorlu bir albüm. Bunun nedeni ne albümün kalite çıtasının genel kulak zevki ortalamamızın altında kalması, ne de düstursuz kolajların kulaklarımızı tırmalama edepsizliğinde bulunmaları. Bahsettiğim zorluk albümün tamamına yayılan değişken motiflerin, geçişlerin ve yaslanılan türlerin çokluğu ve sıklığı. Bir parçanın başında kırılgan, zarif ve incelikle döşenmiş melodik bir kurguyla ruhunuz yumuşatılırken, birkaç dakika sonrasında zaman zaman “noise” diyebileceğimiz bir gürültü estetiğinin kaotik yayılımları arasına döşenmiş bambaşka bir melodinin takibine zorlanıyorsunuz. Bu anlamda albüm ciddi bir konsantrasyon talep ediyor dinleyiciden. Bu da kulak eşiğinin biraz kabartılmış olmasını gerektiriyor haliyle. Aksi halde bir saat sonra oturduğunuz yerden afallamış, neye maruz kaldığınız konusunda en ufak bir fikriniz olmadan ve dur ben bu albümü sonra bir daha dinlerim tembelliği içine girerek ve sendeleyerek kalkmanız çok olası.

Albüme ilişkin ipucu kıvamındaki yorumlardan birinin de çoğunlukla iki yada üç parçayı aynı anda dinliyormuş olduğunuz hissiyatı olduğunu düşünüyorum. Örneğin Hitta Hem isimli parçada bir yandan kulaklarınıza Merzbow’un kıyameti anımsatan karanlık, sert, kulakları tırmalayan müziği, diğer yandansa uçarı armonilerin arasına serpiştirilmiş piyano melodilerinin eş zamanlı akıtılması gerçekten denge bozucu bir etki yaratıyor. Çok maharetli futbolcular vardır; hem çalım basar, hem uzaktan kaleyi yoklar, hem yan toplarda etkilidir; yetmez bir de defansa geldiğinde rakip forvetlere aman vermez. İşte Levander de böylesi bir yetkinliğin ışığında ürettiği müziğinde elinde ne var ne yok ortaya dökmüş ve dijital bir sanat eserinin mimarlığını üstlenmiş.

Zaman zaman Matmos, Oval, Fennesz gibi isimleri amınsatarak minimal / deneysel elektronikanın uçlarında gezinen albüm, ara pasajlarda Levander’in klasik müzik temelinden de besleniyor. Levander’in müziğine IDM, abstract, glitch gibi sıfatlar eklemek mümkün; ancak kendisi başka bir yerde rastlamadığım bir tanımlama yapmış: “careful maximalism”. Bu tanımlamaya ait kişisel yorumum; bu tonal eseri yaparken eldeki tüm malzemeyi kullandım, ama gereken özeni de gösterdim; ortaya karman çorman bir çalışma değil, içine farklı lezzetlerin, türlerin, ses kolajlarının ve melodilerin yerleştirildiği bir albüm yarattım demek istedi kendisi diye düşünüyorum. Yani dijital bir kakafoni değil, malzemesinden kısılmamış bir deneysel orkestrasyonla yoğrulmuş bir albüm.

Favori parçalarım klasik IDM referanslarına fazlasıyla vakıf açılış parçası Sekund, anlatmaya çalıştığım çok katmanlılığın ve içiçe geçirilmişliğin en somut örneği olan Tölvupop ve az önce zikrettiğim Hitta Hem.


Levander’in albümü belki benzersiz bir içerik, kaçırılmaması gereken bir dinleti silsilesi sunmuyor bizlere; ancak sadece başarılı diyerek geçiştiremeyeceğimiz, türler arasında gitgellerle bezenmiş ve müzikal birikimimizi sorgulayarak bize yeni açılımlar sunan bir çalışma olarak ayrı bir yerde durmayı hakediyor. Yes, Mr. Architect, You make some good music.

24 Mayıs 2009 Pazar

Portecho. Studio Plastico. Elec-Trip.2009


Sanıyorum giriş cümlelerimin albümü ilk defa nasıl bir ortamda dinlediğime ilişkin yaşadığım farklı deneyime ait olması gerekiyor. Saat geceyarısını geçmiş olmasına ve eşim yorgunluktan bitap düşmüş bir şekilde ayakta zor durmasına rağmen, uyumamak konusunda anlamsız bir ısrarın içine bürünen 3 yaşındaki kızımı en sonunda “haydi gel, beraber müzik dinleyelim, olur mu?” diyerek kandırdım. Özel bir Barış Manço hayranı olan kızıma daha önce yabancı müzikler dinletmeye çalıştığımda, “bu senin müziğin, bana Dönence aç!” yorumları ile karşılaştığımdan, en azından bu defa ikimizin de keyif alma ihtimali olacağını düşündüğüm Portecho’nun Studio Plastico’su ile kandırmaya çalıştım kendisini. Yatağa uzandık, kulaklığın br ucu onda, bir ucu bende dinlemeye başladık. 15-20 dakika sonra hafiften içi geçmeye başladığında kulaklığın ucunu alır gibi olduğumda “ama dinliyordum!” nidasıyla karşılaşınca albümü dinlemeye devam ettik. Hatırlamadığım bir ara uykuya daldığını görünce de, en azından albümün böyle bir olumlu yan etkisi var diye kenara not ettim.

Deniz Cuylan ve Tan Tunçağ’dan oluşan ikilinin albümünü en özetinde başarılı bir elektro-pop/rock çalışması olarak değerlendirmek doğru olacaktır. Fazla ayrıksı şeyler yapma derdine dolanmadan, kıpır kıpır dans ettiren parçalar, yumuşacık vokaller, bir hayli melodik ve güçlü vuruşlarla biçimlenen albüm, ara pasajlarda rock tandanslı minik gitar lezzetleri de sunuyor. 80’ler döneminin benzer tarzdaki çalışmalarına nazaran altyapıların daha zengin ve farklı referanslar içeren bir yapıda olduğunu belirtmek lazım. Her manada müzik dünyasının önemli iki figürü sayabileceğimiz bu ikili ile ilgili detay bilgileri myspace ve albümü yayınlayan Elec-Trip records sayfalarından alabilirsiniz.

Albümde tempo ve yapıları birbirine yakın parçalar ağırlıklı olsa da vokallerin farklı bir kullanımda karşımıza çıktığı parçalar da yok değil (“Everything There Is To Know”, “Let’s Move”, “Eastern Funeral”, “Glass and Stone” gibi). Açılış parçası olarak albüme adını veren ve Berkun Oya yönetmenliğindeki sansasyonel video çalışması ile ses getiren Studio Plastico hakkında kuvvetli bir açılış parçası olduğunun ötesinde bir yorum yapmadan; klibin her ne kadar grubun adını daha bilinir ve konuşulur hale getirse de, şu an için Portecho üzerinde belli bir bilgi kirlenmesi yarattığını da söylemek isterim. Devamında gelen “Crazy Nights” açılışta Kylie Minogue (Can’t Get You Out Of My Head) havası verse de, sonrasında vokallerin ve orta sertlikte gitar melodilerinin girmesiyle daha farklı bir karaktere bürünüyor.

“Everything There Is To Know” hızlı temposu, bilgisayar oyunlarından fırlamış melodileri ve eğlenceli gidişatıyla görece basite kaçan bir parça izlenimi uyandırıyor. Takip eden “Anna Karina” albümdeki favorilerimden (bir diğeri de “Difference”). Bir vites artırılmış temposu, sert vuruşlar arasına yedirilmiş minik ses oyunları, naif gitar arpejleri ve ekolu vokaller ile sona doğru iyice yükselen ritm içine yedirilen solo ise övgüye değer. “Stream of Air” düşük temposu, aksak ritmi ve ağır çekim vokalleri ile diğer parçalardan farklı bir kurguya sahip. Albümdeki farklı diğer iki parça ise defler, üflemeliler, yakaran “doğu” soslu vokaller, gong ve minik darbuka sesleri ile başlayan “Eastern Funeral” ile biraz daha minimal / deneysel bir kurguya sahip olan “Glass and Stone”.

İlk albümleri ”Undertone” ve Şubat 2009’da yayınlanan “Studio Plastico” ardından Portecho’nun müzikal yolculuklarının sonraki durakları nereye uğrar bilinmez ama dümenin başında bizi keyifli sulara doğru yelken açtıracak deneyim ve ustalıkla isimlerin olduğu aşikar. Şimdilik kendimizi Portecho’nun akışkan, melodik, coşkulu ve sıcak müziğine bırakmamak için bir neden yok gibi. İkilinin Türk elektronik müziğinin sancılı kıvrımlarında keyifle yolalmaya devam etmeleri dileğimizle.

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Giuseppe Ielasi. Aix.12k.2009


Giuseppe Ielasi uzunca zamandır bilip, çalışmalarını takip etmeye çalıştığım bir isim olsa da; 2009 yılı başında 12k etiketiyle yayınlanan Aix’e değin yaptığı albümleri yeterince derinlemesine dinlemediğimi de itiraf etmeliyim. Son haftalarda defalarca baştan sona farklı hislerle kulak kabarttığım bu son çalışması, beni aynı zamanda Ielasi’nin geçmiş albümlerini de tekrar bir süzgeçten geçirmem konusunda itekleyici oldu. Avant-garde ahalinin önemli bir temsilcisi olan Ielasi’nin kurucusu olduğu Fringes etiketinden albüm yayınlayanlar arasında Alvin Curran, Radu Malfatti, Brandon Labelle, Eric La Casa ve Eliane Radigue gibi isimlerin olması; Ielasi için hatırı sayılır bir referans listesi oluştursa da Ielasi’nin dünyasına giden algı kapılarımı ardına kadar açan Aix’e müteşekkirim.

Aix albümün kaydedildiği Fransa’nın güneyindeki bir kasabanın adı. Ielasi İtalyan. Albümü yayımlayan Taylor Deupree’nin 12k etiketi de Amerika kökenli. Eğer Ielasi “dünya müziği” yapıyor olsaydı bu karışımdan farklı lezzetler çıkabilirdi. Oysa Aix’te Ielasi karşımıza kelimenin tam manasıyla dünyalı olmayan deneysel bir yolculuğun kaptanı olarak çıkıyor. Geçmiş dönem çalışmalarına nazaran daha yetkin, katmanlı (ama bir yandan da rafine) ve derinlikli bir çalışma elimizdeki. İelasi’nin 12k etiketiyle August’un ardından yayımladığı ikinci albüm olan Aix; ambient, glitch, electroakustik referanslarla yoğrulmuş; davul, piyano, trampet ve gitar gibi enstrümanlardan alınan kayıtların çeşitli ses parçacıklarının nitelikli ve detaycı bir ses işçiliği eşliğinde harmanlanmasından oluşmuş bir albüm.

Önemli bir değişim olarak “less is more” felsefesinden yola çıkarak daha önceki albümlerde sıklıkla rastlanan 8’er – 10’ar dakikalık parçalar ( Plans albümünün 30 dakikalık tek bir parçadan oluştuğunu da hatırlayalım ), bu çalışmada 3-4 dakika civarlarına inmiş. Benim kulak kantarımda albümün ağır çekmesine yolaçan en önemli etken ise parçalara bir ruh halinin işlenmiş olması. Bu derinlik hissiyatı ile birlikte her ses kümesinin kendi mecrasında akıp, diğerleriyle kontrollü bir rastlantısallık içinde eriyip gittiği sinerjik bir müzikten bahsediyorum. Bakılan her detay kendi netliğini duyursa da, toplam da ritim ve melodinin yakalandığı bir akışkanlık söz konusu. Bu anlamda çalışma Jan Jelinek’in Farben adıyla yayınladığı albümleri anımsatıyor. Az önce adı geçen Sedimental etiketli 2003 albümü Plans, akustik doğaçlama vurgusunun daha ön planda olduğu, ambient / drone arasında gidip gelen, arka planda minik ses parçalarının serpiştirildiği bir kurguya sahipken; Aix’teki parçalar kısa olsalar da daha derli toplu, bütünlüklü bir kolaj çalışması niteliğinde.

İsimsiz 9 parçadan oluşan ve toplamda ancak yarım saati bulan albümü dinlerken adete havaya asılmış ve belli bir ritm içinde salınan ses kümelerini yakalayabiliyorsunuz. Arka planda bu parçalar arasında birlikteliği sağlayan uzatılmış piyano melodileri (bazı parçalarda adeta bir kilise orgu kimliğine bürünse de), ağır aksak tınlayan vurmalılar, onlarca farklı malzemeden yapılmış bir saatin tiktakları gibi çınlayan notalar adeta genleştirilmiş, araları açılmış ama hala birbirine sıkı sıkıya tutunan bir yapının elemanları gibi yerleştirilmiş Ielasi tarafından.

Bu çalışmayı IDM kategorisine koymak zor olsa da içinde bol miktarda zeka pırıltısı olduğunu da söylememiz lazım. Benim klasifiyem ise “headphone music”. Yani paşa paşa güzel bir CD çalarda, loş bir ortamda, sesi biraz açıp buna mukabil gözleri kapatarak, akşam üzerileri dinlenecek bir müzik. Bu açıdan da zaman zaman gereksiz denecek derecede uzatılmış, esnetilmiş, içi çoğunlukla boşaltılmış ama adına kolaylıkla ambient denen albümler üreten düzenbaz (!) ses cambazlarına nazire edercesine zengin bir içeriğin, elektronik müziğe ruh ve hayatiyet katan bir filtrede damıtıldığı bu albüm, sanıyorum ki Ielasi açısından da müzikal yolculuğunda birkaç adım yukarıya tırmanmış olmayı ifade ediyor.

2009’un ilk çeyreği için ardımızda sağlam bir iz bırakan Aix albümüne ve 12k etiketini, içinden babam çıksa dinlerim mükemmeliyetine mazhar eyleyen Taylor Deupree’ye saygılarımızla.

15 Mayıs 2009 Cuma

September Collective. All The Birds Were Anarchists.Mosz.2007


September Collective’in ismiyle de dikkat çeken albümlerini dinlemeye başladığımda kim olduklarına ilişkin en ufak bir bilgim yoktu. Hatırladığım kadarıyla albümle ilk temasımı tetikleyen, çalışmayı 2007 yılında kendi kataloğundan yayınlayan Mosz etiketine eski zamanlardan bu yana duyduğum karşılıksız ilgiydi. Daha sonra kimdir, nedir diye bakarken şimdi sıralayacağım üç isimle karşılaşınca albüme ilişkin müzikal beklenti çıtamı biraz yükseklere set ettim elbette. Dile kolay Barbara Morgenstern olacak, Stefan Schneider yanına gelecek; yetmeyecek bir de Polonyalı Paul Wirkus üçüncü eleman olması için kandırılacak; sonra da September Collective olunacak, bravo. Barbara Morgenstern malumunuz Monika Enterprise, Leaf gibi etiketlerle fazlasıyla haşır neşir; naif / melodik elektronika soslu pop parçaları ile kendi tarzını oluşturmuş önemli bir isim. Monika Enterprise demişken bu nev-i şahsına münhasır etiketin kurucusu, eski Einsturzende Neubauten elemanı Gudrun Gut’un da ismini anmamazlık etmeyelim. Morgenstern özellikle düşük tempolu, melodik yapıları kuvvetli; ancak synthpop tandanslı çalışmalarda sıkça rastlanabilen ucuzluğa kaçmayan kaliteli müzikal yolculuğunun bazı duraklarında benzer tarzın saygın temsilcisi To Rococo Rot elemanları ile de yakın ilişki içine girmişti ( bkz. To Rococo Rot’un has elemanı Robert Lippok’un prodüktörlüğünü yaptığı 2005 tarihli “Tesri” albümü ). Böylelikle September Collective’in ikinci üyesi Stefan Schneider için de ilk ipucunu elde etmiş oluyoruz ki, kendisi To Rococo Rot’un bir diğer elemanı. Schneider’i aynı zamanda yine Berlin kökenli Staubgold, Scape gibi etiketlerden Mapstation ismi ile çıkardığı albümlerden tanıyoruz. Paul Wirkus ise sanıyorum birazdan detaylarına gireceğim bu albüme deneysel iklimlerin melankolik ruhunu katan asıl adam. Diğer iki isime nazaran daha uçlarda bir rotanın takipçisi olan 67 doğumlu bu Polonyalı zat , daha modern, deneysel ve minimal vurgular taşıyan bir elektronik müzik üstadı. İlle de elektronik olmaz diyenler için kendisinin davulcu olduğunu da söyleyelim ve hatta az evvel bahsi geçen Mapstation (aka Stefan Schneider) ile ortak çalışmaları olan 2008 tarihli Staubgold etiketli “Forest Full of Drums” albümünün de ismini zikredelim. Çek radyosuna oyunlar yazması, tiyatro müzikleri hazırlaması falan da boş vakitlerinde yaptığı diğer hatırı sayılır işler. Evet, özetle September Collective içeriği itibariyle iyi şeyler üretme potansiyeli had safhada olan bir kozmik / elektronik karışım. Peki albüm bu beklentileri karşılıyor mu ?

Açılış parçası “Out of Intention” albümün kalanında bizi neyin beklediğine dair sağlam referanslar içeriyor. Alt katmanlara ustalıkla yedirilmiş dingin ve kırılgan piyano melodileriyle bunların üzerine geçirilen ritmik ses düzenlemeleri arasında salınan parça her nasılsa kulaklarınızı esir alıyor ve sizi müziğin içine çekiyor. Albümün tamamında oldukça güçlü formlar içinde eritilmiş parçaların tümünde yeralan güçlü naiflik hissiyatı ve kendini umarsızca tekrarlayan melodik pasajlar; bunların aralarındaki geçişkenliği kuvvetlendiren emprovize ses oyunları, dinleyende bir kenara uzanma, gözlerini kapatıp kendini dinleme halini de tetiklemiyor değil. Bu bahsettiğim belki de bu tarz albümlerin en altı çizilmesi gereken özeliğini oluşturuyor. Parçaların her birinde adeta sizin için ayrılmış bir boşluk var. O boşluğa kendinizden birşeyler akmasına izin verdiğiniz zaman bir iç yolculuğu da başlatmış oluyorsunuz. “Natura”, “Light Writing”,“Primaten” ve “Substitute Original” buna örnek verebileceğim parçalar. Albümde diğerlerinden olumlu yada olumsuz anlamda ön plana çıkan bir parça olmayışı, albümün baştan sona tek bir uzun parça gibi dinlenmesini de sağlıyor. Albüm melankolik ama kasvetli olmayan, ritmik ama sıradanlaşmayan, deneysel ama sağlam altyapıları olan parçalardan oluşan enfes bir elektronik müzik dinletisi şeklinde akıp gidiyor. Üç elemanın kendi tarzlarını ön plana çıkarma gayretinden öte bir noktada üç müzisyenin kuvvetli yanlarını kendinde barındıran ayrı tek bir kişinin elinden çıkmışçasına dengeli ve artistik açıdan gelişmiş bu albüm için 2007 tarihli olsa da kulak kabartılması elzem etiketini Mosz’un altına vuruyoruz.