30 Ağustos 2009 Pazar

Zi Punt. Nudge Nudge. Elec-Trip. 2008

Üstü kapalı bir misyonun uzantısı olarak blogumuz dahilinde zaman zaman kulak kabarttığımız yerli çalışmalara da yer verme gayretimizin ikinci adımı mahiyetinde ( Portecho’yu takiben ) Zi Punt’un yine Elec-Trip etiketiyle 2008 yılında çıkardığı “Nudge Nudge” isimli çalışmasını da nazar-ı dikkatimizin dar delikli süzgecinden geçirip sizlere aktarmak niyetindeyiz. Uzunca zamandır akıl köşemde pusuda yatan bu çalışmayı Bağdat Caddesi, Kadıköy ara sokakları, Bostancı ve bilumum sahil yollarında arabamın ön camları açık, sunroof “let the sun shine in” konumunda ve volume denilen tuş hoparlörlerden ilk deforme ses gelmeye başladığı yüksek seviyede sabitlenmiş bir durumda fazlasıyla hatmetmiş ve etrafla da biraz etraflıca üleşmiş durumda olduğum için, artık albüm hakkında yazı yazılası bir kıvama geldiğimi düşünüyorum.

Zi Punt’la ilk defa Rolling Stone dergisinin verdiği toplama CD’deki parçaları ile tanışmış, sonrasında bu yıl 8.si gerçekleştirilen One Love festivali kapsamında hayli geç bir saatte bakalım içeride ne var diyerekten süzüldüğüm otto @ santralistanbul hudutları içinde dinlemiştim. Başlangıçta “Ulen bunlar yerli olamaz” kastırmasıyla yaptığım araştırmalar sonucunda kendilerinin Zi Punt olduğunu idrak etmemle, çalan müzikten daha da bir keyif almaya başlamam eş zamanlıydı sanırım.

Zi Punt aynı zamanda Elec-Trip etiketinin başında yer alan, birçok çalışmada prodüktör kimliğiyle emek vermiş, Radyo ODTÜ kurucusu, eski Rebel Moves üyesi Oğuz Kaplangı ( gitar ); Türkiye’de doğup İran, Bulgaristan, Kostarika, Gana ve Birleşik Devletler’de yaşamış, çeşitli toplama çalışmalarda yer almış ve Elec-Trip kurucu ortağı Chi K. ( vokaller ) ve Yeni Zelanda doğumlu, Orange lakaplı aynı zamanda video sanatçısı da olan Reuben de Lautour’dan (synths, samplers, keyboards ) müteşekkil bir kadro. Orange’ın Zi Punt’a katılımı Ocak 2008. Öncesinde projede yer alan bir diğer önemli isim de Uğurcan Sezen ( synths, samplers ). Zi Punt’la da ilk tanışıklığımıza yol gösteren electro-trip vol. 1 çalışmasının mastering işlerini de yapan Reuben de Lautour, İTÜ bünyesindeki MİAM ( Müzik İleri Araştırmalar Merkezi ) dahilinde dersler veren, DJlik de yapmış ve müziği okulunda ( Princeton Üniversitesi ) çalışmış önemli bir isim.
En özetinde hayli takdiri hakeden ortalama üstü bir electro-rock albümü olarak tanımlanabilecek çalışmanın en kuvvetli yanı Chi K.’nın feminen ( subjektif görüşüm olarak erotik ifadesini de ekleyebilirim ), güçlü, baskın, temiz, pürüzsüz ve lezzetli vokallerine eşlik eden kuvvetli synthlerin ve elektro tınıların tam ayarında gitar riflerine özenle yedirilmiş dengeli ve olgun hali. 2008 sonlarında Almanya’da da vitrine çıkan çalışmaya adını veren açılış parçası “Nudge”ın klibini ( Levent Kazak tarafından çekilmiş ) aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz.

http://www.vimeo.com/5043995

İkisi enstrümental 14 parçadan oluşan albümün açılışı, Chi K.’nın boşlukta salınan vokallerini her defasında tüylerimi diken diken ederek aralayan nefis bir bas melodisi ile yapılıyor. Güçlü vuruşlar, keyifli gitar destekleri ve elektronik süslemelerle ilerleyen parçanın nakarat kısmı biraz fazla yoğun olsa da albümün sonrası için kendimize biraz daha çeki düzen vermemizi fazlasıyla sağlıyor. “Majestic Bear” çiğ ve distort bir gitar tınısı eşliğinde şekillenen basit ve keskin bir melodi üzerine kurulu. “Sleepless” sübjektif kriteri aşan derecede ortak imza altına alınabilecek dozda erotik bir vokal, uykusuzluğa çareler listesini içeren basit sözler, ritmik gitar vuruşları birlikteliğinde albümdeki vasat üstü, alkışı hakeder çizgiyi düşürmeden sürüklüyor. “You’ve Got It All” biraz daha standarta yakın vokaller ama bu defa daha kuvvetli bir gitar melodisi ile devam ediyor. Albümün devamında tempo biraz daha orta yol bir kıvama doğru giderken electro-rock hafiften electro-pop ve diskoyla flört etmeye başlasa da sağlam gitar rifleri ve güçlü synth melodileri samplelar arasında başrolden geriye adım atmıyorlar. “Zift Phunk” vokalsiz de lezzeti yerinde bir parça olabileceğinin ispatı olarak tempoyu tekrar güçlendirirken, “Small Time Crooks” aksak ritimleri ile biraz daha farklı bir rüzgarın yelken şişirmesinde kendi yolunu buluyor. Albüm orta halli bir 80ler sonu romantik pop parçası kıvamındaki “Two Lives Crossing” ile son bulurken Zi Punt zihnimizde okkalı bir yer edinmeyi kesinlikle başarıyor.

Vokalist Chi K.’nın karizmatik sahne duruşuyla canlı performansları da ilgi çekici olan Zi Punt’u ve dolayısıyla yeknesak güzergahlarımıza nefis ara pasajlar halinde kaliteli ve incelikli müzikal manzaralar zerkeden Elec-Trip etiketine de alkış tutuyoruz albüm sonrasında.

Vladislav Delay. Tummaa. Leaf. 2009

Uzunca bir ara vermiş olsak da asli istikametimizde bir değişiklik olmadığından son durağımızdan yolculuğumuza devam edelim isteriz. Beriki yazılarımızda ismini çokça neşrettiğimiz güzide müzisyen Sasu Ripatti’nin farklı gölgelerinden bu satırların yazarına en yakından düşen alt kimliği ile, Vladislav Delay olarak 2007 yılında yayınladığı “Whistleblower” sonrası ilk çalışması olan “Tummaa” mercek altına koyacağımız albümün adı.

Ripatti Fin bir müzisyen olmasına rağmen uzunca bir süre Berlin’de ikamet ettikten sonra bu albüm çalışmaları sırasında tekrar ana yurduna dönmüş. Albümün çalışmaları ise her gün sadece birkaç saat için gün ışığının boy gösterdiği aylarda ( aralık – ocak – şubat dönemi ) gerçekleştirildiğinden, fince karanlık anlamına gelen “Tummaa” adının albüme yakıştığını söylemek mümkün. Ancak bundan da öte, Ripatti’nin kendi içinde daha karanlıkta kalan yanlarına odaklanan bir müzik yapmaya çalıştığını belirtmesi de albüm adı için sağlam bir referans içeriyor.


Ripatti aslında davul ve vurmalılar üzerine caz eğitimi almış bir müzisyen. Çok farklı kimlikler altında özellikle elektronik tandanslı tınılar üretse de, kendisi aldığı bu eğitimin ve Miles Davis / John Coltrane gibi ikonik isimlerin etkisinde biçimlenen caz kökenlerinin müzikal üretimlerine bir şekilde yansıdığını belirtiyor. Elimizdeki çalışmanın altı çizilmesi gereken özelliği Ripatti’nin önceki çalışmalarına nazaran daha organik, canlı hissiyatı veren ve bahsettiğimiz kökenlerden beslenen, daha caz ve akustik referanslı içeriği.

90’lı yılların Helsinki orijinli bu dahi ve çok kimlikli müzisyeni aralarında Massive Attack, Black Dice ve Ryuichi Sakamoto gibi isimlerin olduğu farklı projelerde de yer almasının yanı sıra, Mille Plateaux, Force Tracks, Chain Reaction ve Bpitch Control gibi etiketlerden yayınladığı çalışmalarla da hassasiyetle ve merakla takip edilir biri haline geldi. Zaman zaman sınırları zorlayan, kendi dilini yaratma gayretinden ödün vermeyen, şaşırtıcı, hipnotize edici ve sıklıkla duyguların da kendine yer edinebildiği çalışmalar, Ripatti’yi son beş yıl içindeki birçok çalışmasını kendi etiketi olan Huume’den yayınlamasını da beraberinde getirdi. O yüzden “Tummaa”nın uzunca bir aradan sonra Leaf etiketiyle yayınlanmış olması da enteresan. Burada üretilen müziğin kimyası, çizgisi ve çerçevesi ile etiketin taşıdığı paralellik önemli diye düşünüyorum.

“Tummaa” aslında bir üçlüden oluşuyor: vurmalılarda Sasu Ripatti, klarnet ve saksafonda Arjantinli Lucio Capece ve piyanoda Craig Armstrong. Ripatti’nin kaydettiği davul partisyonları üzerine Capece kendi emprovize dokunuşlarını yapıyor ve ardından Armstrong solo piyano kayıtlarını gerçekleştiriyor. Sonrasında tekrar Ripatti’nin tamamen içgüdülerini serbest bırakarak onlara yol açtığı ve dış etkenleri hiçbir şekilde içermemesine çalıştığı biraz daha izole edici ve cesur bir süzgecten geçiyor albüm. Çıkan sonuç geçmişe kıyasla biraz daha farklı bir yöne gidiyor. Daha içe dönük, kapalı ve karanlık; yada kendi ifadesiyle “anti- pop persona”sının gerçekçi bir yansıması.
Albüm boyunca kulağımıza çalınan melodiler aslında hafif aksak, biraz biraz temposuz, takibi güç bir yapı içinde sunuluyor. Bu parçalı kurguda zaman zaman minik piyano melodileri, gelip giden ve yankılanan / esneyen / yayılan ( ve hep içinden gereksiz kısımların ayıklandığı hissiyatı veren ) elektronik tınılar, ağırbaşlı üflemelilerin de eşliğinde giderek daha derinlikli ( bazen biraz daha gergin ) ve geçirgen bir kıvama ererek, sizi biraz daha kabullenir hale geliyor.

“Melankolia” saf piyano dokunuşlarının ara sıra su yüzeyine çıktığı, bir türlü devinim kazanamayan elektronik tınıların arka planda kıpırdadığı, hafif tansiyonu yükselten ambient etkilenimli bir parça olarak albüme harika bir giriş yapıyor. Daha durağan ve uzayıp giden bir ara nağme kıvamında olan “Kuula”dan sonra iki etkileyici parça sıralanıyor. Metalik sarkaçvari bir melodinin içine yedirilen Capece’nin ustalıklı kurgusu üzerinde salınan, akışkan sesleri içeren “Mustelmia” ve ardından gelen daha akustik, az biraz karanlık, hafif depresif ve biraz da medidatif yapısıyla dikkat çeken “Musta Planeetta / Black Planet”.


“Toive” ise bir denizaltının giderek yükselen nefes alıp verişleri ile bizi biraz daha uzaklara götürüyor. Ardından gelen “Tummaa” ve kapanışın yapıldığı “Tunnelivisio” ise albümün genel kimyasının dışına çıkmadan, giderek daha koyu bir karanlığın ve sinematik bir vurgunun ön plana çıktığı sahneler sunuyor bizlere. Arka planda yankılanan tuşlular, zaman zaman dozu yükselen yarı canlı / organik sesler adeta Ripatti’nin iç dünyasında yolunu bulmaya çalışan girdapların kompleks, dışavurumcu bir kolajı niteliğinde.

Sasu Ripatti, Vladislav Delay alt kimliğiyle yayınladığı bu çalışmada algılarımızı tetikleyen, farklı katmanlara eş zamanlı kulak kabartabilme yeteneğimizi sorgulayan, eşitlikçi, içgüdülerinin ışığında şekillenen kurgusal bir dünyanın müzikal izdüşümlerini Lucio Capece ve Craig Armstrong’un usta işi katkılarıyla lezzetlendirerek sunuyor. Solo projelerinin yanı sıra Moritz von Oswald trioda davul çalan ve Pan Sonic’ten Mika Vainio, kontrbasçı Derek Shipley ve Lucio Capece’den oluşan Vladislav Delay Quartet ile de festivaller de boy gösteren Ripatti’ye şapkamızı tekrar saygı, hürmet ve bize verdiği keyif dolusu anlar için koca bir teşekkür için çıkartıyoruz.

7 Ağustos 2009 Cuma

Leonard Cohen @ Cemil Topuzlu @ 6/8/2009

Yaprakların az biraz kımıldadığı, bulutların hafiften biraraya toplaştığı bir akşamüstü. Kalabalık yerli yerinde. Yoğunca bir insan hüzmesi arasında gözlere temas eden tanıdık şöhretler de var. İstanbul’un geniz kurutan sıcaklarında bezginleşenler bu akşam sadece bir tutam hava almak için değil, aynı zamanda yaşantılarının farklı anlarına lezzetli hatıratlar nakşeden bir ozanın satırları arasında dinlenmek ve illaki insan olmamıza dair yazılan sayfalarımıza bir dip notü düşülmüşlüğü olan koca bir çınarın da gölgesinden nasiplenmek niyetindeler. Belki de bir önceki akşam ustanın şaşmaz bir dakiklikle sahneye geldiği dikkatli kulaklara fısıldanmış olduğundan bir nebze daha az bir keşmekeşe sahne oluyor açılış parçası “Dance Me To The End Of Love”; koca bir alkış tufanı eşliğinde elbetteki. Arada bir tempo tutulmaya çalışılsa da şöyle hafif geriye yaslanıp derin bir nefes almak, sevgiliye / eşe / dosta bir omuz dokundurmak, sarılmak sanki çok daha doğru bir kurgu dinleyiciler ve müzik açısından.

10 kişilik nezih bir ekipten oluşan bu mini orkestra ilk molasını aralarında “Ain’t No Cure For Love”, “Bird On A Wire”, “The Future” ve “Everybody Knows” gibi ( daha bir ) klasiklerin de bulunduğu bir saati az biraz geçen performansları sonrasında veriyorlar. Üçüncü parça sonunda ilk sözleri adeta havada asılı kalıyor Cohen’in : “Yolumuzun buraya bir daha düşüp düşmeyeceği belli olmaz, bu akşam sahip olduğumuz her şeyi size sunmak istiyoruz”. Dinleyenleri sadece şarkıları ile sarmalamayıp; tüm asalet, nezaket ve saygınlığı ile ekip arkadaşlarını tanıttığı 4-5 dakikalık bölümde uzaklarda otursam da Cohen’in gönül telimize nağmeler serpiştiren şarapvari zamanla lezzetlenen bas / bariton sesinin tüylerimi diken diken ettiğini de hissedebiliyorum ilk ara öncesi. “Prince of precision, davulda”, “The Irreplacable, gitarda” şeklindeki bu takdim sanıyorum ömrü hayatımda bir benzerini göremeyeceğim tarzda bir olgunluk ve yücelik içeriyor. Her defasında takdim edilen sanatçı önünde eğilmesi, şapkasını kalbine yaslaması ( parçalarda atılan sololarda da bu şapka çıkarma nezaketini sergilemesi de kayda değer ) çınarın gölgesinde “pişmek” isteyenler için adeta bir ders silsilesi. Derken mola. Bu kısa arada “Anthem”in muhteşem dörtlüğünü de anımsayarak, Cohen’in çürümüş, yalnız kalmış, zavallı ve geleceğinde cinayetler gördüğünü söylediği karanlık dünyamıza sızan bir ışık olduğunu düşünüyorum.

Ring the bells that still can ring
Forget your perfect offering
There is a crack in everything
That's how the light gets in

İkinci bölüme kaldığınız için teşekkür ederim nezaketiyle başlayan Cohen bu defa solo birkaç performans sergiliyor. “Tower Of Song”da klavyesinden çıkan naif melodi bile koca bir alkış silsilesini tetiklerken “Suzanne” ve sonrasında ise gitarla daha bir rahat seviştiğini görüyoruz ustanın aşk içinde nasırlaşan ellerinin. “Boogie Street”, “Take This Waltz” ve benzersiz bir yorumla tüm dinleyenlerle kucaklaştığı “I am Your Man” fazla bir ek nota mahal bırakmaksızın bu performansın unutulmaz anları arasındaki yerlerini alıyor. Ve elbette “Hallelujah”. İkinci ara öncesi bu defa seyircilerinin de izniyle bir kez daha takdim ediyor ekibini.

İki saati devirmişken eğlenceli dansıyla bir kez daha sahneye gelip kanımca konserin en keyifli iki parçasını şaşkın, afallamış ve kendisini ancak ayakta alkışlayarak ödüllendirmeye çalışan bizlere arka arkaya ışık süzmeleri arasında icra ediyor. “So Long Marianne” ve “First We Take Manhattan”. “If It Be Your Will” sonrası analojik düşünce bu perde “Closing Time” ile kapanır dese de, Cohen resti çekip konseri bir sonraki günün ilk dakikalarına taşımak konusunda niyetini apaçık belli ediyor. Tüm grup elemanlarının minik soloları ile renklenen sahneye bakan bizler bir oturup bir alkışlıyoruz. “I Tried To Leave You” da konserin sonuna yakışır bir parça olarak sona ererken Cohen parçalarını bunlarca yıl canlı tuttukları için dinleyenlere teşekkürle başlayıp, tek tek isimleri ile tanıttığı ve aralarında tur menejerinden ses teknisyenine kadar kalabalık bir listenin olduğu ekibini son kez takdim edip önümüzde eğilerek bizleri selamlıyorlar.

Cohen sonrası ben layıkıyla ikna oldum ki şarkıların da yakıştığı renkler vardır; bazıları efkarlı bir buluta, bazıları bembeyaz bir martıya, bazıları da altın sarısı bir dolunaya yakışan. Dün gece bunların bir çoğuna şahit olurken bu geceyi, Cohen’in damarlarımıza koyu karanlık sesiyle zerkettiği bir gökkuşağı zenginliğindeki unutulmaz satırlarının ve melodilerinin eşliğinde anılarımız arasından çıkarmamak üzere kayda aldık. Cohen'in kalplerimizin bir kenarına teyellediği bu parçalardan alacağımız her tutamın yaşama bir nebze daha layık birileri olma güdümüzü tetikleyeceğini ümit ederek kendisine içten teşekkürlerimizi sunuyoruz.


Everybody knows that the dice are loaded
Everybody rolls with their fingers crossed
Everybody knows that the war is over
Everybody knows the good guys lost
Everybody knows the fight was fixed
The poor stay poor, the rich get rich
That's how it goes
Everybody knows




2 Ağustos 2009 Pazar

AGF. Dance Floor Drachen. AGF Producktion. 2008


Antye Greie Fuchs’un ( aka AGF ) dünyasına biraz daha yakından bakmamız gerektiğini düşünerekten kaldığımız yerden devam edip kulaklarımızı geçen yıl dijital olarak yayınlanan “Dance Floor Drachen” çalışmasına kabartıyoruz bu defa da. AGF’nin 5. solo albümü web üzerinden ücretsiz indirilebilen son dönem çalışmalarından ( Radiohead, Nine Inch Nails ) biraz daha farklı ve derin bir değerlendirmeyi hakediyor. AGF’nin kendi etiketinden AGF Producktions ) yayınladığı bu çalışma aslında daha geniş çaplı bir projenin ve sorgulamanın bir ayağı olarak nitelendirilebilir. Temel soru “günümüzde üretilen müziğin değerine” ilişkin. Çalışmayı internet üzerinden ücretsiz indirebiliyor olmanıza rağmen talep edilen, çalışmaya kendinizce bir değer biçip istediğiniz miktarda bağışta bulunmanız. Yani dinlediğiniz müziğe ilişkin bir takdir mekanizmasını tamamen kişisel bir filtreleme ile gerçekleştirmeniz. Elbetteki bu mekanizmanın ardında size sunulan bu sosyal deneyimi destekleyen bir ideolojik boyut var. Zira burada müziği üreten sanatçı ile tüketen dinleyiciyi biraraya getiren piyasa ekonomisinin uygun bulduğu “pazar değeri”nden farklı olarak, nihai kararın tamamen tüketiciye / dinleyiciye bırakıldığı bir “sonsuz olasılıklar değer”inin yaratılması söz konusu. Sorgulanan üretilenin tüketen gözündeki değeri. Böylece üretilenin ( müzik ) değerine ilişkin asıl söz sahibi olması gereken ( sanatçı ) bu sorumluluğu / görevi / takdiri tamamıyla tüketiciye ( dinleyici ) aktararak klasik formülasyonu tam anlamıyla yerle bir ediyor. Öte yandan parçaların isimlerinden oluşan cümle bu anlamda bazı ipuçları içeriyor ki bunlar aslında bir yandan da açılış parçası olan “If You”nun da sözlerini oluşturuyor.

If You
Consider
Than Reconsider
Ripping This Track
For Free
You Might
Slowly
Turn Impotent
(Because) This Is
Reduced Beauty
From A Nazi Stalinist Successor

Tüm bu konteksi değerlendirirken gözardı edemeyeceğimiz önemli bir nokta da sürece ilişkin. Teorik olarak hiç bir malın asli değerini onu tüketmeden tam anlamıyla belirlemek ( tüketici gözünden ) olası değilken, bu yapı içerisinde ürünü deneyimleme ve sonrasında değeri hakkında kişisel ederinizi belirleme şansınız var. Fasitdaire olarak bendeniz ( bu kadar laf edip ödeme yapmadım diyemezdim herhalde ) 8 avroluk bir bağışta bulunduğumu da belirtmeden geçmek istemem.

Çalışmayı bu sosyo-kültürel boyuttan sıyırıp albüm olarak değerlendirdiğimizde ise tamamen AGF’ye özel bir dilin kullanıldığı, her parçadaki oluşum sürecinin, amacının ve kullanılan kaynak materyallerin farklılığına rağmen eldeki kompleks malzemenin basit ( ama deneysel ) vuruşlarla bezenerek AGF prizmasından yansıtıldığını ve AGF’nin egzotik / erotik / didaktik / akademik / lirik ( liste uzayabilir ) tınlamalarının zaman zaman kelime tekrarları yoluyla albümü şiirsel bir ( electronic poetry ) bütünlük içinde farklı bir boyuta taşıdığını belirtebiliriz. AGF’nin vokalindeki ayıredici unsurun dizelerden çok kelimelere yoğunlaşmış olduğunu mutlaka belirterek çalışmanın ses, dil, vurgu gibi kavramların arasında çıkılan bir yolculuk olduğunu söyleyebiliriz.
Açılış parçası “If You” güçlü vuruşlarla, az önce bahsettiğimiz AGF’nin tekrarlara dayalı vokal tarzına iyi bir örnek oluşturuyor. “Consider” albümdeki parça isimlerinin şarkı sözlerini oluşturduğu ve altı farklı örnek sesten oluşan gerilimi yoğun bir parça. Favorilerimden “Then Reconsider” yumuşak vuruşları ve melodik / aksanlı vokali ile değişik bir minimal tekno parçası. Bu parça 2001 yılında Luomo ( Sasu Ripatti / Vladislav Delay ) için yazılmış ama daha önce hiç yayınlanmamış ( arada hafif 90’lar sonu Björk havası da yok değil bu parçada ). Takip eden 4. parçada bir Holywood filminden alınan örnek sesler karmaşık bir altyapı içinde kullanılmışken vokal olmayan 5. parçada ise saha kayıtları ve uyuyan bir bebek sesi kullanılmış. “You Might” daha önce AGF ile ortak bir çalışma yapan Sue C.’nin bir filmi için hazırlanmış. “Slowly” ise daha önce Vladislav Delay ile birlikte yazılan bir parçanın yeniden mikslenmiş versiyonu. “Turn Impotent” albümdeki aksak ritmi ve endüstriyel çağrışımlar içeren vuruşlarıyla en ayrıksı parçalardan biri. “This Is” yine birbirini kovalayan vokallerin minimal dub / tekno karışımı çiğ bir altyapıyla sunulduğu rahatsız edici ( olumlu anlamda ) bir parça. Albüm kaydadeğer bir elektronika parçası “Reduced Beauty”nin ardından karanlık, derin ve çok katmanlı “From A Nazi Stalinist Successor” parçası ve ona eşlik eden “Buy Me Out” vokalleriyle son buluyor.

AGF klasik anlamda sadece müzisyen kimliği ile değil, bir yandan müzik olgusunu ele alış şekli ve ürettiği onlarca farklı proje ile bir yandan da bir önceki yazımızda belirttiğimiz çok kimlikli sanatçı yapısıyla üzerinde ehemmiyetle durulması gereken bir noktada. Fasitdaire “Boşlukta ve sesler arasında dans eden” bu nev-i şahsına münhasır yetenekli ismi es geçmeyelim der.