25 Aralık 2011 Pazar

Eskilerden gelmeye devam...2005 T.Raumschmiere Röportajı

2005 yılında Trendsetter dergisinin Noize sayfaları için Marco Haas ile dostum dRWarp ( Misak Tunçboyacı ) yaptığımız röportaj :

STAY ANTI ya da MARCO HAAS : T. RAUMSCHMIERE

Mayıs ayının sonları, Tünel’in kasvetli ağzından Beyoğlu’na koşar adımlarla çıkarak tramvay rayları eşliğinde yürüyoruz soluk soluğa. Hakkında çok fazla şey duyduğumuz, okuduğumuz; özellikle de övgüyle bahsedilen canlı performansını görmek için de sabırsızlandığımız bir isim var ajandamızda. Takdire şayan Shitkatapult’un kurucusu ve punk’ın ruhunu elektronikle harmanlayan bir anti karakter olarak Marco Haas’ı (T.Raumschmiere) dinlemek ve siz Noize (Trendsetter) okuyucuları için kısa bir röportaj yapmak niyetiyle İndigo’ya ulaşıyoruz.

Performans sonları. T.Raumschmiere iki saate yakın bir süre sahnede kalıyor. Üç kişi olarak çıktıkları sahne onlara, onlarca insanın doluştuğu İndigo sahnesi de bizlere dar geliyor açıkçası. Performans bitiminde atacak teri kalmayan vücudumuzda adrenalin seviyesi tavan yapmış bir halde T.Raumschmiere’in yanına gidiyoruz. Heyecanımız biraz daha mı artıyor ne? Muhtemelen dışarıda sabahın ilk ışıkları tramvay raylarını parlatmaya hazırlanırken biz de söyleşimize başlıyoruz. Açıkçası bu görkemli geceyi kaçırmış olanlar için gerçekten üzülmekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Yoğun turnesi esnasında İstanbul’a uğramayı ihmal etmeyen T.Raumschmiere, Apparat ve Phon.o’dan sonra damarlarımıza enjekte edilen üçüncü Shitkatapult müzisyeni oluyor. Son dönemde hareketli günler geçiren İstanbul elektronik müzik sahnesinini performans anlamında en parlak yansımalarından birine imza atan Marco Haas röportajımız sonrası yine İstiklal’deyiz. Işıklar hala sönük, Tünel inadına kapalı, köprüde az biraz trafik, ama içimizde keyifli bir gülümseme. Emeği geçen herkese teşekkürler

Öncelikle punk müziğine olan yakınlığınızdan başlamak istiyoruz. Başlarda “Stormbow” isimli bir punk grubunuz olduğunu da biliyoruz. Sonrasında kendi firmanız olan Shitkatapult’u kurdunuz. Kısaca punk’ın müzikal ve politik olarak üzerinizdeki etkilerinden bahsedebilir misiniz?

Shitkatapult etiketini ilk oluşturduğumuzda punk müziğin DIY (Do It Yourself) etiği bizi en çok etkileyen yanı olmuştu. Biz de neyi, nasıl ve niçin yapacağımızı fazlaca düşünmeden işe giriştik ve albümler yayınlamaya başladık. Sonradan da bu albümlerden nasıl kurtulacağımızı düşünmemiz gerekti (gülüşmeler). Punk müziğin içerdiği politik durulun açıkçası başlarda bizi çok derinden etkilediğini söyleyemem. O zamanlar tüm kalbimizle ve ruhumuzla sadece müzik yapmak istiyorduk ve bu yeterli bir sepebti. Zaman içinde politik söyleminden de etkilenmemize rağmen bunun hep ikinci planda kaldığını ve bu politik duruşun da genel punk sahnesinde ağırlıklı olarak belli başlı isimlerle özdeşleştiğini söyleyebilirim.

Müziğinizde yoğunluklu olarak rock ve punk etkilenimleri var. Öte yandan isminizi William S. Burroughs’un “The Dreamcops” (Almanca Die Traumchmiere) isimli hikayesinden aldınız. Bu anlamda kendinizi beat edebiyatına yakın hissediyor musunuz ? Ya da oradaki basit insanların farklı hikayeleri ve anti-kahraman figüründen beslendiğinizi belirtebilir miyiz ?

İşte bu tam olarak Burroughs’u muhteşem buluyor olmamın ana sebebi. Her zaman normal şeyleri tasvir etmiştir belki ama bunu hep çok farklı açılardan yapmıştır Burroughs. Onun kitaplarından birini okuduğunuzda, örneğin “Junkie”de, devamlı olarak eroin talep eder hale bile geleblirsiniz. Belki eroinle ilgili onlarca kitap vardır ve bunların hepsi de eroinin zararlarından ve haklı olarak ne kadar da kötü bir şey olduğundan bahsederler. Ama Burroughs’un dünyasında her şey rahatlıkla ters yüz edilmiş olarak karşınıza çıkabilir. O gerçekten basit insanların karmaşık hikayelerini yaratmıştır.

Müzikal tarzınızın birebir benzerlerini göstermek oldukça güç. Yaptığınız bazı açıklamalarda gerçekten kendinizi kimseyle kıyaslayamadığınızı ve farklı bir tarzınız olduğundan bahsediyorsunuz. Nedir bu farkı yaratan ?

Belki de sadece içimden geldiği gibi yapıyor olmam. Aslında zor bir soru. Sadece yapmak istediğimi yapmak zorunda olduğumu hissediyorum diyebilirim. Belki de birçok tarzı bir şekilde kaynaştırıyor olmam buradaki en önemli etken. Punk, electro, techno, rock vesaire. Bu kadar değişik kaynaklardan besleniyor olmam, sanırım farkı bu yaratıyor.

Çok farklı kaynaklardan feyz aldığınızı belirtiyorsunuz. Çalışmalarınızı dinlediğimizde bu çok katmanlılığı görmek mümkün. Buradan yola çıkarak parçalarınızı nasıl oluşturduğunuzu sormak istiyoruz.

Başlangıçta kafamda ana bir düşünce ya da melodi olmadığını itiraf etmeliyim. Sadece stüdyoya giriyorum ve ne var ne yok alet edavatlarla kıyasıya bir mücadele içine giriyorum. Sonunda durup, ortaya çıkanlara bakıyorum. Bazen güçlü olduğunu hissettiğim paralar çıkarken bazen de sadece ambient seslerden oluşan, üzerinde hiçbir melodi olmayan pasajlar yaptığımı görüyorum. Bahsettiğiniz o farklı katmanlar da bu yelpaze içinde bir şekilde kendilerine yer buluyor. Bazen aynı parçanın farklı sekanslarında, bazen de tamamen ayrı bir fikir bütünü olarak tek bir parça olarak.

Shitkatapult diğer elektronik müzik etiketleriyle kıyaslandığında yelpazenin farklı dilimlerinden lezzetler sunan bir etiket olması nedeniyle öne çıkanlardan biri. Bu çeşitliliği nasıl kontrol ediyorsunuz ? Elinize geçen her iyi çalışmayı yayınlıyor musunuz yoksa bazı filtrelemeler söz konusu mu ?

Öncelikle elimize geçen her çalışmayı yayınlamadığımızı söylemem lazım. Ama sizin de dediğiniz gibi Shitkatapult farklı tarzları birarada sunabiliyor. Açıkçası çok fazla üretimin olduğu bir ortamda önceliği kendi sanatçılarımıza vermek zorunda kalıyoruz. Amacımız her bir Shitkatapult sanatçısının belli bir sirkülasyon dahilinde, en azından iki yılda bir albümlerini yayınlamak. Bu da nereden baksanız elinizde 10 tane farklı isim varsa iki yıllık bir albüm yayınlama programının dolması anlamına geliyor. Ama yine de her zaman farklı fikir ve hikayeleri olan isimlere, albümlere açık olduğumuzun altını çizmem lazım. Quasimodo Jones’un Shitkatapult etiketiyle yayınlanan ilk abümü mesela bunun güzel bir örneği.

Oldukça ses getiren “Radio Blockout” aynı zamanda Nova Mute etiketiyle yayınlanmıştı. Bunun sebebi neydi ?

Kısaca para desem sanırım yeterli olacaktır (gülüşmeler. )Açıkçası Nova Mute etiketiyle yayınlanan “Radio Blockout” benim herhangi bir çalışmamı yayınlayıp da karşılığında para aldığım ilk albümdü. Bunun için de benim için farklı bir yeri olduğunu söyleyebilrim.

Aslında bunu performansınız öncesinde sormayı düşünüyorduk. Ama yine de sormadan geçmek istemiyoruz. Sahne üzerindeki ruh halinizden ve neler hissettiğinizden bahseder misiniz ? Çünkü bu akşam performansınız gerçekten çok etkileyiciydi ve bu sadece bizim değerlendirmemiz değil.

Yorum için teşekkürler. Sahnedeyken sadece orada olduğumu hissetmeye çalışıyorum. Çaldığım müziği duyuyor ve hissediyorum. Hatta oldukça yüksek sesle duyuyorum. Kısa bir süre içinde de sahnede yaratmaya çalıştığımız müzikal girdabın içine giriyorum ve açıkçası bunun dışındaki hemen her şeyi de unuttuğumu söyleyebilirim. O esnada etrafta 5, 500 yada 5000 kişi olması beni çok değiştirmiyor. Elebette ki her canlı performansta dinleyici ile aktif iletişime geçmek önemlidir. Seyirciden iyi bir geribildirim aldığın zaman hem daha fazla keyif alıyorsun hem de bu performansını olumlu yönde beslemeye başlıyor. Ama yine de öncelikli olarak sadece ve sadece yaptığım müziğe konsantre olduğumu bir kez daha belirtmek isterim.

Birkaç ay öncesinde Shitkatapult’u beraber idare ettiğiniz Apparat da (Sascha Ring) buradaydı. İkinizin beraber çok etkileyici çalışmalar üretebileceğinizi düşünüyoruz. Böyle bir projeniz var mı acaba ?

Evet. Sascha’yla beraber ortak bir çalışma yapmayı çok istiyoruz. Hatta kabaca iki yıldır bununla ilgili devamlı konuşuyoruz. Ama açıkçası hala birkaç parça bile üretecek vakit bulamadık. Ama en azından bir mini albüm mutlaka yapacağız beraber.

Son albümünüz ne zaman piyasaya verilecek ? Bu akşam yeni albümden de parçalar çaldınız galiba.

Albüm ağustos sonu gibi piyasaya verilecek. İlk single ise haziran ortasında çıkacak. Evet, çaldığım parçaların 4-5 tanesi yeni albümdendi. Kabaca yeni albümüm için “Radio Blockout”u anımsatan bir çalışma diyebilirim. Hem rock’n’roll soslu güçlü parçalar var albümde, hem de daha sakin, olgun diyebileceğim; sizi içine çeken ya da benim oturma odası müziği tanımıma giren tarzda parçalar mevcut.

İlk baştaki punk ve DIY etiğine dönecek olursak, günümüzde de gelişen teknolojik olanaklarla birlikte insanlar tek başlarına oldukça cüzi harcamalar yaparaktan evlerinde parçalar, albümler üretebiliyor. Bu anlamda bir paralellik görüyor musunuz ? Yoksa o dönemdeki punk müzisyenlerinin farklı bir duruşu olduğunu siz de kabul eder misiniz ?

Kesinlikle ikisinin kıyaslanamayacağını düşünüyorum. Punk kurulu düzene karşı bir başkaldırı niteliği taşıyordu. Statükoya ve düzene ayak direyen bu kişilerin tutumlarını genel bir değerlendirmede evine sadece bir PC ve gerekli yazılımları alarak müzik yapan insanların tutumlarıyla yan yana koymak mümkün değil. Bu insanların çoğunun belli bir işleri, gerlirleri ve yaşam standartları mevcut. Ama o dönemin punk kültüründe bu tip karşılıklar bulmanız pek olası değil. Her ne kadar ikisinde de DIY olarak görebileceğimiz bir yaklaşım olsa da, günümüzde bu yolla üretilen çok fazla malzeme var ve açıkça söylemek gerekirse bunların hatırı sayılır bir kısmı da oldukça düzeysiz ve işe yaramaz şeyler.

Tüm bu gelişimin iyi ya da kötü diye tespitini de yapamıyorum. Bir yandan üretilen bu kadar fazla çalışmanın arasından gerçekten iyi olanları bulup çıkarmak çok zahmetli bir iş haline geliyor ama öte yandan da kendi müzikal tadınıza uygun lezzetleri bulmak için de birçok seçeneğiniz oluyor. Hatta gereğinden fazla seçim hakkını bile olabiliyor.

Teknolojiyi yakından izliyor musunuz ? Zira üretilenler kadar hızlı gelişen bir alan da bu müzikleri ürettiğiniz cihaz, program ve aparatlar diyebiliriz.

Elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Ama bunu sadece işimin bir gereği olarak ve güncel kalmak adına yapıyorum. Yoksa her çıkan teknolojik yeniliği takip eden ve öğrenen bir çılgın olduğumu söyleyemem.

En sevdiğiniz punk grupları hangileri peki ? Ya da sizi en çok etkileyen isimler diyelim.

Misfits, Trio, Black Flag, Shellac (tam bir punk grubu sayılmasa da en beğendiğim gruplardan biri), Dead Kennedys elbette ve Nine Inch Nails’i de listeye eklemek isterim çok sevdiğim bir grup olarak.

Remiksleriniz arasından bir seçim yapmanızı istesek ?

Açıkçası çok fazla sayıda remiks çalışması yaptım. Aralarından iyi bir seçim yapmam pek mümkün değil. Zaten çoğunu da hatırlamıyorum. Genel olarak remiks parçalar yapmayı da çok seviyorum. Fazla kafa patlatmadan hazır oluşturulmuş bir materyali tekrar parçalayıp yeniden düzenlemekten keyif alıyorum.

Son olarak parçalarınızı ağırlıklı olarak hangi programda yapıyorsunuz ?
Sanırım en çok Cubase kullanıyorum.

21 Aralık 2011 Çarşamba

Sıcak, İçten ve Organik...2005 Nisan'ından Apparat Röportajı...

Yıllar önce Sascha Ring ilk defa olarak Indigo'da çalmaya geldiğinde Trendsetter dergisi için sevgili Misak Tunçboyacı'yla ( dR.Warp) birlikte kendisiyle yaptığımız röportaj sanki bugüne ait ipuçları da içeriyor gibi...Bakalım :

SASCHA RING NAM-I DİĞER APPARAT’LA  BERLİN’DE BAŞLAYAN SOHBETİMİZ TÜNEL’DE NOKTALANDI!
Karın yağmakla yağmamak arasında tereddüt ettiği, insanın içini ürperten soğuk bir Berlin öğleden sonrasında kolumun altında plaklarla girdim Shitkatapult’un ofisine. Bir yandan derdimi anlatmaya çalışıyor, bir yandan da yan masada müstehzi bir ifadeyle beni dinleyen genç adama bakıyordum. Cümlem biter bitmez kendisine dönüp, “Siz Apparat’sınız, değil mi?” deme cesaretini nasıl gösterdim diye düşünürken, aslında bunun yaklaşık 45 dakikayı bulan çok keyifli bir sohbetin de ilk adımı olduğunu çok sonradan İstanbul’a dönerken düşündüm. Şubat’ın son günlerinde Apparat (nam-ı diğer Sascha Ring) ismi, İndigo’da iki saatlik bir performans sonrası hafızalarımıza kazındı. Hemen ertesi gün, bu defa Taksim’de bir cafede sözleşip sıcak bir röportaj yaptık kendisiyle.
Küçük yaşlarda davul çalarak başlayan müzik yaşantınızda, 90’lı yılların başından itibaren elektronik müziğe yönelmenizin ana sebebi neydi ?

O zamanlar oldukça küçüktüm ve davul çalmak benim için bir grupta çalma amacı olmaksızın, eğitim gibi düşündüğüm bir şeydi. Babamın bir grubu vardı ve o çalarken yanında olmak beni heyecanlandırırdı. Çoğunlukla garaj topluluklarında çalınmaya başlanılan 13-14 yaşlarına geldiğimde, elektronik müzik herkesin gündemindeydi. Ben de madem davul makinaları ve bilgisayar var, ne diye kocaman davul setiyle uğraşayım diye düşündüm. Sanırım elektronik müzikle olan ilk sıcak temasım bu düşünceyle şekillendi.

DJ’liğin yanı sıra 90’ların ortasında Berlin’e yerleşmenizle birlikte parçalar üretmeye başladınız. Berlin elektronik müziğin merkez noktalarından biri olarak müzikal kariyeriniz için kaldıraç vazifesi görecek bilinçli bir tercih miydi ?
Berlin’e ilk gidişim aslında tamamen müzikal nedenlerin dışındaydı. DJ’lik yapıyordum ve müzik hala benim için hobiydi. Depolarda kendi partilerimizi düzenliyorduk. Berlin’e geldiğimdeki durumu şöyle özetleyebilirim : Müziğin çok içindeydim ama asıl amacım grafiker olmaktı ve bunu da doğduğum kasvetli, küçük işçi kasabasında yapma şansım yoktu. Daha sonrasında Berlin’in elektronik müzik için ideal bir şehir olduğunu gördüm ve ilk parçalarımı üretmeye başladım.
Mumu etiketiyle yayınlanan “prüfsumme 8” teknoya yakın bir çalışmaydı. Zamanla standart vuruşlardan oluşan parçalardansa ses olgusuna odaklanıp, onu şekillendirerek parçalar üretmeye başladınız. Daha dinamik ve değişken ses varyasyonlarının takipçisi olduğunuz bu geçiş süreciyle ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz ?

Asıl değişim şu şekilde oldu, ki hala insanların nasıl olup da stüdyoya girip tekno müzik yapabildiklerine anlam veremiyorum; yani günde sekiz saat boyunca aynı vuruşu dinlemekten bahsediyorum.  Standartlar içersinde kalarak sıkıcı şeyler üretmektense yeni açılımlar kovalamayı tercih ettim. Stüdyoda geçirdiğim koca bir yılın ardından daha soyut ve derin parçalar üretmeye çalıştım ve bundan çok daha fazla keyif aldığımı gördüm. Daha sonra da bir daha hiç standart bir tekno parçası yapmadım.
Müziğinize dönecek olursak, genelliklşe çalışmalarınız olumlu kritikler aldı ve yayınlandıkları dönemlerde ayın albümü olarak listelendi. Değerlendirmelerin ortak noktası çalışmalarınızın IDM tarzının en iyi örnekleri olduğu yönündeydi. Bu görüş paralelinde müziğinizi genel olarak elektronik müzik çatısı altında nerede konumlandırdığınızdan bahsedebilir misiniz ?

Çok farklı tarzlarda çalışmalar yaptığım zaman aslında tam olarak kendimi nereye konumlandırdığım gerçekten zor bir soru olup çıkıyor. Çalışmalarım genelde IDM türüne sokulsa da buna pek katılmıyorum. Örneğin son çalışmalarımda elektronik müzikte alışılageldiğinden çok daha fazla enstrüman kullanıyorum. Bu parçaları gitarla çalsanız dahi tanınabilecek bir üst kimlikleri var. Bu elektronik müzik açısından oldukça önemli bir değişiklik. Öte yandan, tamamıyla elektronik olan parçalarımsa ses tasarımına giriyor. Böyle iki uç varken de sadece IDM demek tam anlamıyla kapsayıcı bir tanımlama olmuyor.
Sizin için müzik yaşama karşı duruşunuzu ifade ettiğiniz bir araç mıdır yoksa tam aksine dış dünyadan kaçmanın bir yolu mu ? Müziğinizle sıkı sıkıya harmanlanmış “duygusallık” kavramı paralelinde soruyorum bunu.

Yapmayın. Benimle vakit geçiriyorsunuz. Tamamen duygusal biri izlenimi mi verdim yoksa size ( gülüşmeler ) ? Elbett ki müziğimde duygusallık çok ön planda. Ama müziğimin dış dünyadan kaçmak için bir araç olduğunu söyleyemem. Daha doğrusu, belli sosyal niteliklere sahip olduğunu düşünen biri olarak böyle bir kaçışa ihtiyaç duyduğumu düşünmüyorum.
Son çalışmanız “Silizium” öncekilere kıyasla gerçekten farklı bir çalışma. Özellikle ön plana çıkan yaylı çalgılar ( Complexacord ) ve Raz O.Hara’nın vokalleri var. Müzikal kariyerinize baktığınızda bu çalışma nerede duruyor ?

Son çalışmanın farklı olmasının en önemli sebebi bir “Peel Session” olması. Londra’ya gidip dizüstü bilgisayarımdaki dosyaları çalmaktansa, daha anlamlı ve daha fazla değer taşıyan bir şey yapmam gerekir diye düşündüm. Yaylı partisyonlar uzun zamandır aradığım bir yenilikti. Vokaller başlangıçta biraz soru işareti olmakla birlikte Raz’ın o gizemli ve çok katmanlı yorumuyla farklı bir boyut kazandı. Sonuçta Apparat izleğinin oldukça dışında bir sonuç ortaya çıktı.
Yaylı enstrümanlar müzikal yapının çağdaş klasik müziğe göndermeler içermesi için mi eklendi yoksa tamamen daha akustik kokan bir atmosfer için mi ?

Basitçe; çok sevdiğim enstrümanlar olduğu için. Zaten Londra’daki stüdyo, kayıdın üzerinde sonradan çok da fazla değişiklik yapılmasına müsaade etmeyen analog bir yapıya sahipti. Dolayısıyla çok fazla müdahale olmadan direkt performansı yansıtan bir çalışma oldu.



Ekoplekz. Intrusive Incidentalz Vol 1. Punch Drunk ( minima )

Nick Edwards’ın solo projesi Ekoplekz’in 2011 yılı sonlarında yayımlanan çalışması elektronik müziğin metruk köşe başlarında, modern dijital üretim süreçlerindense analog döneme göz kırpan bir anlayışla şekillendirilmiş, lo-fi kayıtlardan ve anlık ses doğaçlamalarından oluşan tekinsiz bir çalışma. Throbbing Gristle ve Cabaret Voltaire’i anımsatan bu ses oyunlarında post-punk döneminin işlenmemiş, çiğ ve deforme ses örgülerinin başrolde olduğunu söylemek mümkün. Albüm boyunca oluşturulan karanlık ve kasvetli atmosfer, peşine takılıp gidebileceğiniz melodik yapıların azlığı ve ağır baslar arasında gidip gelen ses dalgaları, ilk dinlemede alışmamış kulaklar için biraz fazla yorucu olabiliyor. Öte yandan Ekoplekz doğaçlamanın ve ses bükülmelerinin ön planda olduğu bu geniş oyun havzasından bir şekilde nitelikli bir ses kümesi çıkarmayı başarıyor. Elektronik müziğin uç noktalarında gezinirken ses olgusuna odaklanan çalışma, deneysel işlere ekstra kulak kabartanlar için mutlak suretle not edilmesi gereken keyifli bir yolculuk vadediyor.

17 Aralık 2011 Cumartesi

Byetone. Symeta. Raster Noton (minima)

90’ların sonunda bu yana Berlin’den deneysel ve minimal elektronik müziğin ana rotasına ciddi katkılar yapan Raster Noton etiketinin ( ya da topluluğunun ) kurucularından olan Olaf Bender’in solo projesi Byetone, 2008 yılındaki akıllara kazınan çalışması Death of a Typographer’ın ardından yine etkileyici bir albümle karşımızda. Byetone bir şekilde ana akım tekno müzik tariflerinin tamamen dışında; zaman zaman eğlenceli, enerjisi yüksek, dinamik ve bir anlamda matematiksel denebilecek kuramsal bir müzik üretiyor. Robotik tınıların etrafına serpiştirilen kuvvetli baslar, “glitch” esanslı ve Pan Sonic referanslı sinyaller edepli kıvamda kullanılan gürültü parçacıklarıyla bir araya gelerek uyuşturucu bir etki yaratıyor Byetone’un müziğinde. Marazî bir yanı da bulunan parçaların döngüsel hamuruna yedirilmiş olan makine sesleri ve endüstriyel dokunuşlar yarattıkları titreşimlerle giderek daha gergin bir atmosfer oluşturuyor. Bir önceki albüme kıyasla daha agresif, sert ve taviz vermeyen bir müzikal çizginin yakalandığı bu çalışmada özellikle açılışı yapan “Topas” ve onunla el ele devam eden “Telegramm” ile “Helix” isimli parçalar bir adım öne çıkıyor. 90’ların Pan Sonic ruhunun 2000’lerdeki en güzel yansımalarından biri; daha ritmik ve daha coşkulu.

16 Aralık 2011 Cuma

Haossaa. Haossaa. Peyote (minima)

arkaoda’da geçtiğimiz aylarda ikincisi düzenlenen Demonation Festivali’nde ilk defa canlı seyrettiğim Haossaa ekibinin kendi adını taşıyan çalışması, aynı zamanda ilk albümü olma özelliğini taşıyor. Dokuz adet kısa süreli zımba gibi parçadan oluşan albüm hardcore, punk ve bir anlamda noise arasında tavizsiz ve cüretkâr bir şekilde tam tabiriyle cirit atıyor. İlk saniyesinden itibaren 90’larda ülkemize de gelmiş olan Ruins grubunu anımsatan (bir bas ve davuldan oluşan Ruins’de aynı zamanda vokal de vardı, Haossaa’nın bu albümündeyse vokal yok) Haossaa ekibi üç kişiden oluşuyor. Bir an olsun düşmeyen tempoları, özellikle davulun güçlü vuruşlarıyla çıkılan maceraperest yolda gitarların cengâver takipçiliği ve bunların arasına bir şekilde serpiştirilen güçlü melodik kurgu albümü baştan sona tarza yakın olanlar için nefis bir dinleti hâline getiriyor. Bu kuvvetli patlamalar arasında anlık kopmaların olmaması ekip arasındaki kimyanın tuttuğunun da bir göstergesi. Kısa zaman içinde müzik yapım ayağında oldukça nitelikli işlere imza atan Peyote de bu açıdan güçlü bir alkışı hakediyor.

15 Aralık 2011 Perşembe

The Field. Looping State Of Mind. Kompakt (minima)

Axel Willner’in yine Kompakt etiketini taşıyan ilk iki albümü sonrası yayımlanan üçüncü stüdyo albümü, en kestirmeden söylersek yılın en iyi elektronik müzik albümlerinden biri. Willner’in ilk çalışmalarına nazaran çok daha yoğun, kişilikli ve bol katmanlı bir kurgu dahilinde işlenen parçaları, dinleyen üzerinde mutlak suretle derin bir etki yaratıyor. Bir yandan arka plana döşenmiş döngülerin yarattığı hipnotik ortamın tetiklediği sakinleştirici ve yatıştırıcı hisler, bir yandan da ana omurgaya eklemlenmiş melodiler ve minik akustik orkestrasyonların şekillendirdiği kuvvetli bir sarmal sizi sıkıca kavrayıveriyor. Klasik tekno ritimlerinin basite kaçma riski yüksek biteviye 4/4 temposunu başarıyla bertaraf eden Willner, ortaya çıkarttığı çok boyutlu müziği yine de hazmedilebilir seviyede tutmayı da beceriyor. Görece uzun süreli parçalar her geçen dakika olgunlaşıyor, kendi kimliğini ortaya koyuyor ve yerini bir sonrakine bırakıyor. Bu anlamda bir dinleti bütünlüğü de taşıyan albümde özellikle “It’s Up There”, “Arpeggiated Love” ve albüme adını veren “Looping State of Mind” zengin içerikleri ve bir kademe daha okkalı melodik yapılarıyla öne çıkanlar olarak belirtilebilir. Özetle duygusal kalibresi ve dans ettirme potansiyeli oldukça güçlü “kafa bir müzik” var bu albümde.

13 Aralık 2011 Salı

Gary Numan Röportajı

Bu yazı ve röportaj Babylon derginin 10. sayısı için hazırlanmıştır.


Birçoğumuzun kulaklarında 70’lerin sonunda yayınladığı “Cars” parçasının melodisiyle özdeşleşmiş olan Gary Numan; elektronik müziğin öncü isimlerinden biri olarak 30 yılı aşan müzikal kariyerinde birçok kırılma noktası yaşamış, özellikle 90’lardan sonraki süreçte daha karanlık, sert ve tavizsiz bir tavrın temsilcilerinden olmuş ve hala üretmeye, sorgulamaya ve yaratmaya devam eden ikonik bir figür olarak dimdik karşımızda.

Nine Inch Nails’in 2009’daki veda turnesinin bazı ayaklarında grupla birlikte sahne alan, son olarak Battles’ın Gloss Drop albümündeki “My Machines” parçasına sesini veren Numan bugün dahi sadece yarın üzerine odaklanan, her adımda farklı sesler üretmeyi amaçlayan, geçmişteki başarılarının zırhına sığınmadan attığı cesur adımlarla etkileyici bir profil sergiliyor. Trent Reznor, Dave Grohl, Marilyn Manson gibi birçok ismi etkileyen, bir dönem hayranlarına “Numanoids” denen Numan’la son albümü “Dead Son Rising” sonrasında hayata, müziğe, ailesine ve daha başka birçok şeye ilişkin keyifli bir röportaj yaptık.

Elbette ki onlarca albümü, 30 yılı aşkın bir kariyeri, Numan’ın problemli geçtiğini söyleyebileceğimiz okul yıllarını, bir ara gösteri uçuşları için pilotluk yaptığını, arabalara olan merakını ve her biri ayrı yazı konusu olabilecek projelerini bu iki sayfaya sığdırmak imkansız. Amacımız özellikle genç neslin ya hiç tanımadığı, yada sadece tek yönünü bildikleri bu önemli isme dair bazı ipuçlarını elimizden geldiğince aralamak. Buyrunuz : 


Bir röportajınızda “daima mükemmel sesi aramaya devam ettiğinizi” belirtmişsiniz. Müzik üretmek konusunda mükemmeliyetçi misinizdir ? Yıllar içinde bir değişim oldu mu bu açıdan ?

Aslında her yeni albümde amacım bir öncekini geliştirebilmek. Her yeni albüm kimsenin daha önce duymadığı seslerden oluşmalı. Bu amaçla farklı sesler ve katmanlar oluşturmak yeni müzikler üzerinde çalışmanın  en keyifli yanı. Kendimi bir ses-oluşturucusu ( sound generator ) olarak görüyorum. Bazıları ne kadar iyi müzisyen olduklarını yada iyi söylediklerini göstermeye çalışırken; benim derdim yeni sesler sunabilmektir. Öte yandan yapı, melodi, sözler, sahne performansı gibi şeyler konusunda hala tutkulu olduğum söylenebilir.

Müzik üretirken sizin için itici güç nedir ?

Cevabı zamana göre değişen bir soru. İlk yıllarda bilim kurguyla alakalı fikirlerdi. Sonrasında Tanrı ve din kavramıyla çok içli dışlı oldum. Yaşın ilerledikçe seni korkutan, heyecanlandıran yada ilgini çeken şeyler de değişiyor. Bu da neden ilham aldığını da etkiliyor. Bu aralar bir roman yazma konusuna takmış durumdayım;bir bilim fantazi romanı. Şu sıralar yazdığım şarkılar da bu romana ilişkin fikirlerden besleniyor.

Sanırım fazla müzik dinlemiyorsunuz. Somut bir nedeni var mı ?

Müzik dinlemekten korkmasam da, kabul etmem gerekir ki gerçekten çok az müzik dinliyorum. Zira müzik dinlerken birçok fikir üşüşüyor başıma ve bu bana rahatsızlık veriyor. Evde müzik çalarken rahat bir şekilde düşünemem. Yada ne zaman çocuklara müzik dinletsem bir anda iletişimi kesiyorlar; hiç konuşmuyorlar. Oysa ben onları okula bırakırken arabada sohbet edebilmeyi istiyorum. Bu hayatımdan geri gelmeyecek çok değerli bir zamanı kaybettiğimi düşündürtüyor bana. Ayrıca müzik dinlerken onu analiz etmeden duramıyorum. Kendimi bir anda stüdyoda çalışıyormuşum gibi hissediyorum. Oysa stüdyo dışındayken gerçekten müzikle ilgilenmek istemiyorum ben.

2010 yılında Primavera Festivali’nde sizi canlı seyrettim ve performansınız Nine Inch Nails’den Trent Reznor’la olan ilişkinizi aklıma getirdi. Reznor müzisyen olarak sizden çok etkilendiğini belirtmişti. Son olarak da Battles’ın “Gloss Drop” albümünde bir parçada vokal yaptınız. Ortak çalışmalara nasıl yaklaşıyorsunuz ? Ufukta Reznor’la bir proje var mı ?

Bir projeye ne katabileceğim konusundaki güvensizliğim nedeniyle genelde diğer müzisyenlerin bana yaklaşmasını bekleyen pasif bir tutumum var. Stüdyoda çalışırken tam olarak ne ile uğraştığımı bilir ve kendi sınırlarım dahilinde çalışırım. Ama bu güvenlik alanının dışındayken daha kırılgan oluyorum, o yüzden de kimlerle çalışıyor olduğum çok önemli. Trent Reznor’la ortak bir çalışma için birkaç defa konuştuk ve bu olasılık beni heyecanlandırdı. Benim gibi genelde tek başına çalışan biri için başkalarıyla olmanın iyi yanları da var elbette; zira seni alışıldık sınırlarının dışına itiyor, rahatlık alanının dışına çıkarıyor ve böylelikle yaratıcılığını zorluyor.


Hayranlarınızla aranızda hep özel bir ilişki oldu. Hatta yıllar sonra onlardan biriyle evlendiniz ?

Gemma ile bir fanım olduğu için değil, etkileyici bakışları ve mükemmel kişiliği nedeniyle evlendim. Hatta bir fanım olması aşmamız gereken bir engeldi. Zira hayranlarınızın sizin hakkınızda gerçekçi olmayan fikirleri olabilir ve gerçekle yüzyüze geldiklerinde hayalkırıklığına uğrarlar. Fanlarımın tahmin ettiğinden daha kısa boyluyum mesela, benimle konuşmak çok da keyif verici değildir, hatta yatakta bile iyi değilimdir... Gemma ile olan ilişkimizde “gerçek” beni bulana kadar bu tip birçok engelle mücadele ettik. Hiç bir zaman kendimi özel hissetmedim, sadece şanslıydım denebilir. Yani ayaklarım yerebasar, bu da fanlarla aramdaki ilişkiye hep olumlu yansımıştır. Hiç bir zaman ulaşılmaz biri olmadım ve ben de fanlarıma ayni sevgi ve saygıyla karşılık verdim.

Günümüz elektronik müzik sahnesinin 18 yaşında bir ismi olsaydınız nasıl bir müzik yapardınız ?

Şu an ne yapıyorsam aynısını yapardım. Hiçbir zaman ticari düşünmedim, yaratıcılığa odaklandım. Müziğim bir radyoda gündüz çalabilecek bir müzik değil; pop müzik de değil yaptığım. Bu kararı en başında bilerek verdim, bu tip bir müziğin hiçbir zaman listelere giremeyeceğini de biliyordum. Karanlık ve ağır bir müzik yapıyorum. Ama benim için asıl önemlisi yaptığımdan gurur duymam. Popüler olmak yada listelere girmek için ödün vermem. 18 yaşımdayken de şimdi de böyle düşünüyorum. Sadece kolay, mutlu ve risksiz bir müzik yapamam; dinlemem de...


İngiltere’de yaşamaktan pek hoşnut değilsiniz ve ailenizle birlikte Amerika’ya gitme ihtimaliniz var sanırım ? Somut bir plan var mı ?

Birçok açıdan zor bir karar ve cevap vermek hiç de kolay değil. Ancak İngiltere her geçen gün daha rahatsız edici ve şiddet içeren bir yer oluyor. Cinayetler, tecavüzler, çocuk istismarı ve birçok benzer problem. Hava bok gibi, kariyer ve çalışma olanakları azalıyor ve deli gibi vergi ödüyoruz. Ailemin geleceği için daha parlak bir yere ihtiyacımız olduğu aşikar. Amerika iyi bir seçenek gibi duruyor; oraya gidersek herşey güllük gülistanlık olmayacak ama daha dengeli olacağına inanıyorum. Öte yandan İngiltere’yi çok seviyorum ve gurur duyuyorum. Ama bu bugüne ait bir gurur değil, geçmişte ne olduğumuzla alakalı bir gurur. Eğer Yeşil Kart alabilirsek 2012 sonuna doğru Amerikaya gitmiş olacağız. Aksi halde oturup düşünmemiz gerekecek.

Bir de özel soru : Raven, Persio ve Echo adında üç kız çocuğunuz var. İsimleri kim seçti ?

Eşim Gemma. Doğum sürecinin ve bizatihi doğumun tüm sıkıntılarını kadın çektiği için, erkekler en azından çocuğun ismini belirleme hakkını eşlerine vermeliler bence. Bunun çok da abartılacak bir fedakarlık olmadığı kanısındayım. Bu üç ismi de çok seviyorum. Sanırım spesifik bir nedeni olmadan, kulağa hoş gelen, çocukların canını sıkacak kadar garipsenmeyecek isimler seçti Gemma. Ben de ikinci adlarını seçtim; Elfin, Halo ve Moon.

Son olarak arabalar mı uçaklar mı ? ve 80’ler mi 90’lar mı ?

Makinaları, arabaları, uçakları, motorsikletleri ve botları sevdiğim bir gerçek. İnsanlarla olmaktansa makinalarla birarada olmayı tercih ederim açıkçası. 80’ler mi 90’lar mı soruna gelince aslında hiçbirisi. Benim için önemli olan hep yarın. Dün ne yaptığımın bile önemi yok. Yarın ne yazacağım daha önemli. Geriye bakıp yaptıklarımla gurur yada pişmanlık duymak değil derdim, sadece sonrası...

8 Aralık 2011 Perşembe

Greg Ward's Phonic Juggernaut. Thirsty Ear (maxima)

Bu yazı cazkolik web sitesi için hazırlanmıştır.

Her ne kadar kenarda köşede gizli bir sandık içinde sakladığım bir sır olmasa da, yine de bu satırlar vasıtasıyla bir de yazılı olarak itiraf etmem gerekir ki, müzik dinlemeye ayırabildiğim zamanın ancak sınırlı bir kısmını caz eksenli dinlemeler oluşturuyor. Ancak daha önce de altını çizdiğim bir nokta var ki tekrarda beis görmüyorum; o da bu köşe için farklı bir dinleme ve araştırma pratiğine girdiğim gerçeği. Bu samimi ifadeden kasıt; özellikle bu köşeye uygun düşebilecek albümler bulmak, onları minik bir filtreden geçirmek ve sonrasında kişisel kantarımızda sınıfı geçer notu alanları burada sizlere aktarmaya gayret etmek olarak özetlenebilir.

Bu minik hatırlatmaca sonrasında gelelim yeni yazımızda ışık tutmaya çalışacağımız albüme: Greg Ward – Phonic Juggernaut. Daha önceden de başkaca bir albümünü detaylıca incelediğimiz bir etiket olan Thirsty Ear’dan (http://tinyurl.com/cvulrvo) yayımlanan bu kayıt en özetinde “oldukça iyi bir fusion” albümü. Cazın özellikle rock’la bol miktarda sarmaş dolaş olduğu çalışma, yer yer doğaçlamalarıyla ve yükselen enerjisiyle de dikkat çekiyor. İlk aşamada dört kişilik tam bir ekip çalışması planlanırken; piyanonun proje dışı kalmasıyla saksofon, davul ve bastan oluşan daha agresif ve yırtıcı bir trio projesi çıkmış ortaya.
New York kökenli olsa da daha sonradan Chicago’nun yolunu tutmuş ve henüz otuzlarına gelmiş genç sayılabilecek bir alto saksofoncu olan Greg Ward’a bu kayıtta eşlik eden isimlerse basta Joe Sanders ve davulda Damion Reid. Uzunca sayılabilecek yedi parçadan oluşan ve yaklaşık 60 dakikaya yayılan çalışmadaki tüm parçalar biri hariç (kapanış parçası olan Sectionate City) Ward’ın kendi kompozisyonları olma özelliğini taşıyor. İlk dinlemede ruhumuza ve bedenimize ekstra bir dinamizm yüklemesine kesin gözüyle bakabileceğimiz albümde saksofonun liderliğinde doğaçlama ile kompozisyonların elele gidişi kadar, zengin içeriğe ait tüm ipuçlarını kulaklar önüne serpen davulun çoksesliliği de oldukça dikkat çekiyor.

Açılışı yapan Above Ground saksofonun orta tempodaki salınımlarına misliyle yanıt veren bir davul introsuna sahip. Bir kaç dakika içinde ekip arasında denklik yakalnıyor ve saksofonun melodik tınılarına davulun ön planda olduğu bir arka plan inşa ediliyor. Elbetteki anlık parlamalar ve hafif yoldan çıkmalar sözkonusu; ama girişte de belirttiğimiz gibi albümün en dikkat çekici yanlarından biri her daim kıyıya bağlı bir güvenlik halatının olması; uzak diyarlara gitmeye yeltelenen oldu mu anında varlığını hissettiren bir sübab yada. Ward’ın akışkan ve uzun erimli sololarına her fırsatta bir ses düşüren davul ilk açılış parçasıyla birlikte başrole soyunmaya pek heveskar olduğunu gizlemiyor. Bas derseniz bizatihi bu iki ana enstrüman arasındaki köprü görevini layıkıyla yerine getiren bir bağlaç kıvamında. Parçanın ortalarına doğru nefeslenen ekip ikinci kısımda paralel bir kurguda devam ederek sonlandırıyorlar bu nefis ve etkileyici parçayı.

Leanin’ In sakin girişiyle önce depreşen enerjimizi sonraki adım için toplamamızı sağlıyor ve ardından saksofonun perdeyi hafiften yükseltmesiyle oldukça ritmik ve keyifli bir melodinin eşgüdümünde yol almaya devam ediyor. Davulun istirarlı ataklarına saksofon kesiksiz yanıtlar vermekle meşgulken, kulaklar yine aralarda basın kendi halindeki dokunuşlarını yakalayabiliyor. Bu parçada özellikle davulun çok ritimli vurgusu öne çıkıyor. Bas ancak ikinci yarının sonlarına doğru bir adım öne çıkaraktan ben buradayımı biraz daha net hissettiriyor. Saksofon - davul ikilisi bu rol paylaşımına çok da itiraz etmiyor öte yandan. Bu dakikalarda konser salonlarında müzisyenlerin sıra ile alkışlandığı minik sololara benzer geçişler dikkat çekiyor.



Velvet Lounge Shut-In içimizi ferahlatan yumuşak ve ağırbaşlı bir girişe sahip. Saksofonun biraz daha farklı bir tonda tınladığı bu parçada akıp giden melodik bir kurgudan ziyade hep bir kapanış hali hakim. Her an parça bitecekmiş gibi sonlanan davullar, birkaç saniye içinde tekrardan ortaya çıkarak parçaya kendi içinde bir devingenlik kazandırıyor. Bu haliyle parçanın albümdeki en farklı kayıtlardan biri olduğunu söylemek mümkün. Albüme adını veren Phonic Juggernaut ise üçlünün en ahenkle tınladığı açılışıyla ilk andan itibaren içimizi kaynatıyor. Aşırı uçlara kaymadan Ward’ın saksofonundan akıp giden steril melodiler hiç bitmemecesine havada uçuşurken, davul ve bas yine kendi rollerini fazlasıyla iyi bir şekilde icra ediyorlar.
Kalan kısımda yeralan This Ain’t In Book 3 daha sinematogafik bir arka pan dahilinde ilerliyor. Saksofonun biraz daha yalnız kaldığı bu dakikalarda kurulan minik cümleler daha sakinleştirici bir havaya sahip. Parçanın ortalarında adım adım davulun tetiklemesiyle birlikte ortaya çıkan dinamik kurgu heyecanı yükseltse de, saksafon limitleri zorlamadan daha usturublu bir yol tutturmaya gayret ediyor. U.S. 4 daha kesik ve tempolu melodilerle örülü yapısıyla davula bir hayli mesai çıkartıyor. Zira davul albümün genelinde olduğu üzere saksofondan çıkan her bir tınıya kuvvetli ataklarla cevaplar vererek albümün dinamizmine ciddi bir katkı sağlıyor.



Kapanış albümde Ward’a ait olmayan tek parça olan Sectionate City ile yapılıyor. Açıkçası bu farklılık ilk andan itibaren kendini hissettiriyor. Bunu albüme ilişkin olumsuz bir not olarak da görmek mümkün. Bu parçanın nitelik olarak vasatın üstüne çıkıp çıkmamasından ziyade, albümü buraya kadar getiren diğer altı parçadan oldukça bağımsız yapısı nedeniyle fazlasıyla sakil durmasıyla alakalı bir not olarak okumak gerekir. Burada saksofon yine birşeyler mırışldansa da özellikle davulun rock referansları kuvvetli ataklarını ve doğaçlamalarını göremiyoruz.

Bu köşede sıklıkla yer vermeye çalıştığımız elektroniklerle süslenmiş deneysel yanı ağır basan bir caz albümü değil Phonic Juggernaut. Ancak yüksek enerjisi, özellikle saksofon ve davulun ön planda olduğu akışkan yapısı, zengin melodik omurgası ve hiç sıkılmadan baştan sona tek oturuşta dinlenebilecek ahenkli içeriğiyle (belki son parçayı bu yorumdan ayrı tutabiliriz) dikkate değer iyi bir albüm. Özetle rock ruhunun ve doğaçlamanın getirdiği isyankar ve coşkulu halin, cazın daha ağırbaşlı kompozisyonlarıyla ustalıkla harmanlandığı bir albüm olarak görmek mümkün Greg Ward’ın bu son kaydını.

29 Kasım 2011 Salı

Gurun Gurun. Gurun Gurun. Home Normal (minima)

2007 yılının sonbaharında ana kadrosu klavyeci Jara Tarnovski ve gitarist Tomas Knoflicek tarafından oluşturulan Gurun Gurun; daha sonradan müziğin yanısıra dans, tiyatro ve sinema gibi disiplinlerde de aktif çalışmaları bulunan Federsel’in de ekibe katılmasıyla kendi adlarını taşıyan ilk albümlerini 2010 yılı sonlarında yayınlamış olan Çek bir grup. Müziklerini lo-fi elektronikayla düşük yoğunluklu dreampop arasında biryerlerde konumlandırmak mümkün olsa da, grubun ilk albümleri farklı kodlar da içeren zengin bir içeriğe sahip. Albüme ev sahipliği yapan Home Normal etiketi son birkaç yılda Celer, Greg Davis, Chihei Hatakeyama, Bvdub ve Two People In A Room gibi isimlerin albümlerini yayınlayan Londra / Tokyo merkezli bir plak şirketi. Grup üyelerinin hiçbirinin Japonya’da yaşamamış olması gerçeğine rağmen tüm albüm boyunca yoğun bir nitelikli Japon pop müziğine maruz kaldığımız çalışma ciddi anlamda Uzak Doğu esintilerine sahip. Bazı parçalara puslu bir derinlik katan ve adeta heceler üzerinden kurgulanan vokallerde Rurarakiss ile 12k etiketinden tanıdık Moskitoo ve Sawako isimlerini görüyoruz.

Gitar ağırlıklı akustik pasajlar, ekolu minik synth dokunuşları, ince bir katman dahilinde serpiştirilen elektronik oynamalar ve naif şekilde kullanılan çeşitli ses kayıtları Gurun Gurun müziğinin ana damarlarını oluşturuyor. Abartıya kaçmadan, popüler olma kaygısı gütmeden belirli bir çerçeve dahilinde üretilen parçalar arasındaki bütünlük de altı çizilmesi gereken noktalardan biri. Bu naif yapı ve düşük frekanslı ama akışkan kimlik mutlak suretle dinleyende gözlerini kapayıp bir kenara usulca uzanma hissi yaratıyor. İçinde bulunduğumuz sonbahar mevsimi için ve bir ilk albüm olarak oldukça keyifli bir çalışma olarak özetlenebilecek kayıt, aynı zamanda remikslerden oluşan ikinci bir albümü de içinde barındırıyor. Gorogoro Garagara Rimikkusu adını taşıyan remiks çalışmasında ise Pimmon, Zavoloka ve offthesky gibi minimal ve deneysel kanadın oldukça okkalı isimlerini görmek mümkün. Remiks çalışmaları da albümün genel hissiyatından uzaklaşmayan, başka bir ifadeyle albümün genel aurasıyla arasını fazlaca açmadan ortaya çıkarılmış nitelikli kayıtlardan oluşuyor. Remiks çalışmasındaki parçaların albümdeki pop vurgularından birkaç adım daha uzakta, minimal ve deneysel hissiyatı kuvvetli bir kulvarda ilerlediğini de belirtelim

27 Kasım 2011 Pazar

AVEA Blogger Fikir Takımı Sohbetleri 101

Birkaç ay önce posta kutuma düşen bir mesaj ilk okuduğum andan itibaren heyecan barometremde basınç artışına yol açtı. Yılların müzik gazetecisi Tolga Akyıldız ( http://www.takyildiz.blogspot.com ) yeni bir projeden dem vuruyor, bu satırları okumakta olduğunuz blog sayfasının kalemşörü olarak beni de danışmanı olduğu bu proje grubunun üyelerinden biri olarak aralarında görmek isteyeceklerinden bahsediyordu. Her daim taze fikirler, yeni açılımlar ve dahi birliktelikler mutlaka ki insana ekstra enerji yüklüyor olmalı ki; ben de bizatihi bu enerjinin tetiklemesiyle kendisine oluru tez elden verdim ve ilk tanışma toplantısını bekler oldum.

AVEA’nın “Blogger Fikir Takımı” adıyla hayata geçirdiği bu proje kapsamında memleket hudutları dahilinde kenarından köşesinden değil, aksine tam da orta yerinden müziğin her türlüsüyle nefes alıp; bunu da yazılarına malzeme eden bloggerların biraraya getirilmesi amaçlanıyordu. Birkaç açıdan kayda değer bir adım olarak görmek mümkündü bu projeyi. Öncelikle klasik medyanın genelgeçer kurallarının geçerli olmadığı, bağımsız ve giderek etkinliği artan bir sosyal medya uzantısı olarak “blog”ların kadraja girdiğine dair okkalı bir göstergeydi bu. Ayrıca bir yandan danışman olarak seçilen isim projeye daha içeriden ve profesyonel bakıldığına, bir yandan da bloggerlar olarak listelenen isimlerin yukarıda özetlediğim tarz bir filtreden süzülmüş olması projenin nitelik çıtasını hatırı sayılır derecede yukarıya set ediyordu. Özetle ister yerli ister yabancı müzikle alakalı yazsın, ister popüler olana ister ayrıksı yollara dalanlara dair kalem yorsun, yani hayatlarında müziğin ağırlıklı yerettiği bir kişiler topluluğu neresinden bakarsanız bakın dikkat çekiciydi.

İlk tanışma toplantısı hem Blogger’s Base ( http://tinyurl.com/br7xqsd ) isimli mekana ziyadesiyle geç kalmış bir merhaba demek, hem de farklı mecralarda bazılarını ismen, bazılarını cismen bazılarını da kısmen tandığım blog yazarlarıyla tokalaşmak için güzel bir ortamda gerçekleşti. Kim kimdire odaklandık biraz, biraz da projenin köşebaşlarından ilerisine dair notlar ve ipuçları aldık. Hatta öğrendik ki AVEA sponsorluğunda gerçekleştirilecek olan James konserine de gidebiliyoruz. Pek bir mutlu eden bu haberleri takiben James’i Radar sonrası ikinci kez canlı seyretmenin hazzını da hanemize ekleyerekten bir sonraki toplantıyı ve içeriğini bekler olduk.

Akabinde ilk toplantı haberi geldi; nev-i şahsına münhasır üç değerli müzik yazarı ismin “konuk” statüsünden katıldığı bu mini toplantıda “müziği yazmak ve müzik yazarlığı” ekseninde samimi bir sohbet gerçekleştirildi. Naim Dilmener, Murat Meriç ve Zülal Kalkandelen hem müziği neden ve nasıl yazdıkları üzerine, ara ara da anektodlarla süslenmiş şekilde müzik yazmaya nasıl başladıklarına ilişkin notlar düştüler ilk toplantıya. Dilmener’in muhasebecilik geçmişi, Meriç’in “Pop Dedik” isimli kitabını aslında kaynak kitap bulamadığı için yazmaya koyulması, Kalkandelen’in özellikle günümüzün kolaya sırt dayamayı pek seven “kes – yapıştırcı” sözde müzik yazarlarına ilişkin yorumları bu sıcak sohbetten aklımıza takılanlar oldu. Öte yandan bağımsız bir mecra olarak gelişen blog ortamının müzik üzerine düşünen - yazan takipçiler için önemli bir kaynak oluşturduğu da not edildi.

Kasım ayı ortalarında gerçekleşen ikinci mini toplantıda ise konu “Sosyal Medya ve Müzik” olarak belirlenmişti. Müzisyen Aylin Aslım, AVEA reklamlarıyla ön plana çıksa da oyunculuktan müzisyenliğe dek geniş bir skalada başarılı işler üreten Erdem Yener ve sosyal medya uzmanı Bora Yeter’in katıldığı ikinci toplantı aslında planlanandan daha uzun sürdü. Zira ( maalesef ) ülke sınırlarında ne zaman bir müzisyen söz alsa gerçekten sektörün artık kemikleşmiş yaralarına da parmak basmadan geçmek pek mümkün olmadığı için, hernekadar konu sosyal platformların müzik eksenli bir coğrafyadaki etki alanları olsa da, meslek birliklerindeki çokbaşlılıktan teliflere varıncaya dek birçok konuya hafiften de olsa değinildi. Ayrıca kanımca müzisyenlerin sosyal mecraları nasıl kullandıkları, özellikle facebook – twitter hesaplarının yönetimi döndü dolaştı aslında tek bir noktaya bağlandı; o da samimiyet...Her türlüsünden. Başka bir ifadeyle işini yaparken duyduğun sygı ve sevgiyi seni seven ve sayanlara da gösterebilme refleksi. Kanımca oldukça mühim...

Görünen henüz çay içmek en azından bana nasip olmasa da ( kırmızı şarabı tercih ettim şu ana dek ) önümüzdeki ayların “tea & talk” sohbetlerinde deşilecek, üzerine kafa yorulacak bolca başlık var ve olacak. Bu mini toplantılar hem sektörün farklı kesimlerinden temsilcileri blog yazarlarıyla biraraya getirmesi, hem blog yazarları arasındaki iletişimin kuvvetlenmesi hem de fazlasıyla eksikliği hissedilen bir tartışma ve paylaşım platformunu yaratmasıyla takdire ve takibe değer. Keep talking...

21 Kasım 2011 Pazartesi

Dikolson. The Bear Is Sleeping Now. Minority (minima)

Dikolson, indie elektronika ikilisi Khoiba’nın üyelerinden biri olan Filip Misek’in ilk solo albümünde kullandığı proje adı. Çek müzisyen bu çalışmasında gitar, bas, klavye, davul ve vurmalılar gibi birçok enstrümanı (ayrıca vokal ve programlamadan da sorumlu) maharetle kullansa da, bununla yetinmeyip arkasına kalabalık bir müzisyen kadrosunun desteğini de alarak, oldukça zengin ve çokkatmanlı bir içerik oluşturmuş. Melodik yapısı kuvvetli parçalar, karmaşık orkestral düzenlemeler, yerinde vokal kullanımları ve özellikle elektronik süslemelerle biçimlenen parçalardaki derinlik ve bütünlük dikkat çekici. Akustik enstrümanların yarattığı organik etkiyle birlikte, Misek’in prodüksiyon zekâsından kıvılcımlar taşıyan parçalar her dinlemede farklı deşifrelere ve lezzet duraklarına olanak tanıyor. Aşırı uçlara dokunmadan ama klasik formülasyonların dışına çıkarak yaratılan parçalar, dinleyiciyi içine çeken tılsımlar ve minik sürprizlerle dokunarak, bizleri keyifli bir yolculuğa çıkartıyor. Hazırlığı üç yıl kadar süren 10 parçadan oluşan albüm ilerleyen yıllar için Filip Misek adını takip için ajandalarımıza not etmek adına yeteri kadar ipucu barındırıyor açıkçası. Albüme adını veren açılış parçası ve müthiş dinamizmi ve nefes kesici vokaliyle (Veronika Buriankova ) “This Shivering” özellikle favorilerimiz arasında.

Kangding Ray. OR. Raster Noton (minima)

Elektronikanın deneysel güzergâhında özellikle glitch ve minimalseverler için hayati bir referans noktası olan Berlin menşeli Raster Noton etiketinin gediklilerinden olan Kangding Ray’in (David Letellier) üçüncü albümü zihin açıcı bir egzersiz mahiyetinde pürüzsüz, akıcı ve rafine bir dinleti vaat ediyor. Döngüsel ve steril altyapılar etrafında inşa edilen bu omurga üzerine eklemlenen analog ve dijital tınılar kulak zarlarımız arasında mutlak suretle farklı bir patikada ilerleyerek bizlere sesler evreninde yeni ufuklar açıyorlar. Fransızca “altın” anlamına gelen OR’da değerini hiç yitirmeyecek bu element üzerinden yapılan bir analojiyle tüketim çılgınlığı sorgulanırken, aynı zamanda kelimenin İngilizcedeki karşılığı olan “ya da” ile de farklı bir cevabın ya da alternatif bir yolun olabileceğinin de altı çiziliyor. Raster Noton etiketi taşıyan çoğu albümde olduğu gibi burada da “müzik” kelimesinin ana akım parametrelerinden sıyrılmış, kendi müzikal doku ve dilini yaratmış bir çalışma aslında, OR. Etiketin kurucularından Alva Noto ve ilk dönem Pan Sonic referansları da taşıyan albüm baştan sona etkileyici ve nitelikli bir çizgide ilerliyor. Bu tarz çalışmalarda bolca altını çizdiğimiz “yüksek ses seviyesinde dinleyiniz” notumuzu da ilave ederek bol yıldızlı notumuzu verelim.

Soley. We Sink. Morr Music (minima)

Seabear ekibinin üyelerinden biri olan Sóley’nin solo albümü tam da içinde bulunduğumuz sonbahar aylarına yakışır şekilde hüzünlü bir atmosferde akıp giden dingin bir çalışma. Yumuşak ve puslu bir vokalin anlatıcılığında vücut bulan parçalarda, her biri âdeta sadece dokunarak çalınan enstrümanlar arasında özellikle piyano bir adım öne çıkıyor. En heyecanlı bünyelerin dahi kalp atışlarını sakinleştirebilecek mahiyet ve içtenlikteki (ve âdeta konuşurcasına yapılan) sıcak vokaller etrafında kendine yer bulan ritmik düzenlemeler benzersiz bir “unplugged” ortamı yaratıyor. Camdan süzülen yağmur damlalarına bakarken yudumlanabilecek bir kahvenin en ideal arka plan müziği olabilecek bu parçalar, ilk dinletide birbirine paralellikler gösterse de, ilerleyen aşamalarda her parçada sizi farklı bir duyunuzdan daha sıkıca tutuveren saklı bir enerji olduğunu da belirtmeliyiz. Gevşek piyano melodileriyle bütünlenen bu atmosferde, Sóley’nin sesi ağaçtan dökülen bir yaprak gibi sakince süzülerek diğer enstrümanların arasında keyifle dolaşıyor. Daha önce sadece altı parçalık bir EP çıkaran Sóley’nin bu ilk uzunçaları, ancak 20’li yaşlarının ortasında sesini fark eden bu İzlandalı müzisyene kulak kabartmamız için oldukça çizgi üstü bir içeriğe sahip.

Serph. Heartstrings. Noble ( minima )

Piyano çalmayı öğrenip kendi kompozisyonlarını yazmaya başladıktan kısa bir süre sonra 2009 yılında ilk albümünü çıkartan Serph (kendisi Tokyo’dan), geçtiğimiz yıl yine Japonya’da mukim Noble etiketinden çıkardığı Vent isimli başarılı çalışmasının ardından, üçüncü albümüyle yine harikalar yaratıyor. Dinamizmi bir an olsun düşmeyen bu ateşi yüksek çalışmada Serph caz, breakbeat, tekno, film müziği ve progresif rock gibi çok geniş bir skala üzerinde soluk almaksızın geziniyor. Yoğun enstrüman kullanımı ve parçalar içinde yaşanan tempo değişimleri zaman zaman dinleyeni yorsa da, tüm bunlar arasında bütünlüğü sağlayan melodik yapı bu geçişler esnasında bizlere yardımcı oluyor. Tüm albüm boyunca Serph âdeta oyuncaklarla dolu bir odaya giren çocuk gibi devamlı farklı kimliklere bürünerek değişik ses gösterileri yapıyor bizlere. Elektronik serpiştirmeler, hızlıca geçip giden piyano tınıları, cazvarî ritimler ve en önemlisi yaratılan yoğun atmosfere rağmen, bir şekilde kendi yolunu çizen ve bizi ardından sürükleyerek soluklanmamızı sağlayan (ve hattâ bir anlamda yerinde duramayan) melodiler alkışı fazlasıyla hakediyor. Albüm boyunca ara duraklara yerleştirilen film müziği lezzetindeki derinlikli parçalar için de yıldızımızı unutmayalım tabiî.

Biosphere. N-Plants. Touch ( minima )

Norveç’ten çıkmış (ama her daim biraz yeraltında da kalmış) en iyi gruplardan Bel Canto ekibinin bir üyesi olan Geir Jenssen, 90’ların başından bu yana özellikle ambient tarzında çok başarılı işlere imza atmış bir müzisyen. Son albümünün ardındaysa gerçek bir insanlık dramı yatıyor. Savaş sonrası Japonya’sının ekonomik mucizesini anlatmak istediği yeni albümünün çalışmaları esnasında Mihama nükleer santralinin bir fotoğrafını gören Jenssen, santralin denize yakın çok güzel bir yere konuşlandırıldığını görünce fikrini değiştiriyor. Sadece Japonya’daki nükleer santrallerin mimarî yapılarını, tasarımlarını ve en önemlisi yerleşimlerini anlatan bir albüm yapmaya karar veriyor. Bu süreçte de santrallerin insanların yaşadığı yerlere, deniz kenarlarına çok yakın olduğunu görerek radyasyon tehlikesini kendince sorguluyor ve ilgililerden “güvendeyiz” mesajı alıyor. Sonrasında gerçekleşen trajedi hepimizin malûmu… Albüme dönecek olursak, nükleer santrallerin adlarını taşıyan parçaların tamamı usta işi. Önceki çalışmalarına kıyasla biraz daha melodik ve tempolu parçalarla süslenen albümde, Jenssen’in keskin müzisyen zekâsının yansımalarını görmek mümkün. Doğru formüllerle işlenmiş, nefis atmosferik yapılar ve peşinden sürüklenip gittiğimiz sarmallar arasına gizlenen elektronik tınılar albüm boyunca oldukça güçlü ve nitelikli bir doku oluşturuyor.

Ghedalia Tazartes. Repas Froid. Pan ( minima )

1947 doğumlu Ghedalia Tazartes, 70’lerin sonundan bu yana üretimler yapan önemli Fransız bir müzisyen. Garip ses kolajları, çeşitli saha kayıtları ve konuşmalar (bazen bir çocuk, bazen bir müezzin, bazen de bir rock’çı sesi) arasında gidip gelen Repas Froid, aslında Tazartes’in 70’lerin sonu ve 80’lerin başına ait çalışmalarından daha önce yayımlanmamış kayıtları da içeriyor. 30 yıl boyunca her türlü sınıflandırmanın dışında kalmış bir otodidakt olarak kendi yolunu çizen Tazartes’in aile köklerinin Türkiye’ye uzanması da hoş bir tesadüf. Sesler ve ritimler arasında âdeta bir göçmen gibi dolaşan Tazartes’in çalışması, hipnotik kurgular etrafında harmanlanan ritüelistik bir yapı sunuyor. Zaman zaman Musique Concrète çağrışımları yapan bir isim olan Tazartes’in albümü genelgeçer müzik kalıplarının dışında farklı bir kulvarda ilerleyen ve kendisinin uzun yıllara yayılan sesle ilgili deneylerinin bir özeti niteliğinde. İsimsiz kısa parçalardan oluşan albümde yoğun şekilde kullanılan ve bir kabile ayinini hatırlatan vokaller, farklı kaynaklardan elde edilmiş yoğun bir ses paleti üzerinden renklendiriliyor. Yaratılan arka planın biraz tekinsiz ve gizemli olduğunu da belirterekten bu çalışmayı “meraklılarına özel tavsiye” statüsüne koyduğumuzu da not düşelim.

Babylon Unplugged. Pozitif Müzik Yapım ( minima )

Geçtiğimiz sezon Babylon’da gerçekleştirilen Unplugged konserleri yeni, farklı ve yoğun ilgi gören serilerden biriydi. Elimizdeki albüm ise 2010-2011 sezonunda seri kapsamında verilen konserlerin kayıtları arasından yapılmış özel bir Unplugged seçkisi. Derlemede Ed Harcourt, James Walsh, Fredrika Stahl, Nouvelle Vague gibi yabancı isimlerin yanı sıra Athena ve Redd gibi başarılı yerli grupların da parçaları yer alıyor. Çalışma hem Babylon’daki konser kayıtlarının ilk defa bir CD’de satışa sunulması hem de seyirci reaksiyonlarının yarattığı sıcak ambiyansın kısmen mekan dışına da taşınmasıyla dikkat celbediyor. Starsailor vokali James Walsh’un “Four to the Floor”daki keyifli yorumu, Fredrika Stahl’in “Rocket Trip to Mars”ı, Nouvelle Vague’ın sıklıkla seyirciyle birlikte söylediği “In a Manner of Speaking” ve Joy Division hiti “Love Will Tear Us Apart” yorumları, Redd’in “Don Kişot”u ve Athena’nın “Gülün Dikeni” öne çıkanlar. İkisi yerli 6 farklı ismin 11 parçasından oluşan albüm, sonbahar aylarının hafif hüzünlü günlerine arka planda eşlik etmeye aday derlemelerden biri.

Evil Madness. Super Great Love. Editions Mego ( minima )

Evil Madness karma bir grup: BJ Nilsen, Johann Johannsson ve Stilluppsteypa tayfasından oluşan ekip üyelerinin solo kariyerleri çok daha deneysel ve ambient işlerle dolu olsa da, bu projede chillwave diyebileceğimiz hafif distorsiyonlu ve bol efektli bir synthpop-electro albümüne imza atıyorlar. Oldukça çizgi dışı deneysel işlere evsahipliği yapan Editions Mego etiketi altında pek benzerine rastlanmayacak tarzdaki çalışma tüm albüm boyunca yüksek tempo, kuvvetli baslar, neşeli ritimler ve bolca dans vaat ediyor. Disko ritimleriyle bezenmiş parçalarda bir şekilde sıradanlığın ötesine geçmeyi başaran, akışkan, akılda kalıcı ve steril bir ses örgüsü hâkim. Özel olarak kulak kabartılası 11 dakikalık “Maxim's Goldfinger” âdeta albüm içinde mini bir albüm olarak tüm bu anlattıklarımızın hızlı bir özetini sunuyor aslında. Bir an olsun boşluğa düşmeyen, her daim dinleyenin dikkatini cezbetmeyi beceren parçalar zaman zaman kendi içinde miksleniyormuş hissiyatı veriyor. Bu bir anlamda ekip üyelerinin parçalar üzerinde bol miktarda düzenleme ve efekt kullanmalarından kaynaklanıyor. Özetle basit birkaç melodinin ardına gizlenmiş kaçak bir yapılanma değil, ayan beyan meydan okuyan komple bir albüm söz konusu.

Charles-Eric Charrier. Silver. Experimedia ( minima )

Charles-Eric Charrier’e Silver albümünde Ronan Benoit ve Cyril Secq eşilik ediyor. Bu üçlü aslında hemen hemen albümün tüm prodüksiyon işlerinden de sorumlu ana kadro. Ek olarak albümün mastering işlemlerini Amerika’da 12k etiketinin kurucusu ve müzisyen Taylor Deupree’nin yapmış olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. Beş ana bölümden oluşan albüm birbiri içine harmanlanmış elektronika, post-rock, doğaçlama ve özgür caz gibi tarzlar arasında kontrollü bir seyir izliyor. Bonus olarak gelen EP içinde ise açılış parçasının uzun bir versiyonu, iki parçanın remiksi ve albümde olmayan ek bir parça var. Bu ek materyalle birlikte elimizdeki dinletinin toplam süresi yaklaşık olarak 1,5 saati buluyor. Silver albümü öncelikle oldukça temiz bir kayıt. Dinleyenin keyfini kaçıracak, onu rahatsız edecek en ufak bir pürüz dahi taşımayan bir albüm. Aşırıya kaçmadan özellikle elektronik ses ve efektlerle yapılan kenar süsleri bu etkileyici müzikal tabloya başka bir değer katmakta. Dingin ama kendinden emin parçalar, hipnotik bir arka plan dâhilinde gitar ve davuldan yükselen tınılar, akustik melodiler ve dengeli elektronik kullanımlarla biçimlenen ve etkileyici gitar dokunuşlarıyla post-rock çağrışımlar içinde gelişen iyi bir çalışma Silver.

Telekinesis. 12 Desperate Straight Lines. Morr Music ( minima )

Telekinesis’in (Michael Benjamin Lerner) 2009’da kendi adıyla yayınladığı ilk albümü sonrası yine Morr Music etiketiyle çıkardığı ikinci çalışmasını; dinleyeni hemen yakalamayı başaran, keyifli ve hazmı kolay melodiler üzerinden kurgulanmış bir power pop / indie rock albümü olarak özetlemek mümkün. Kısa sürelerine (12 parçalık albüm sadece 32 dakika sürüyor) ve basite kaçan şarkı sözlerine rağmen, sıcak bir vokal, kıpır kıpır gitar riffleri ve sürükleyici bir bas-davul işbirliğinde örülmüş olan parçalar arasında gezinirken, ister istemez ayaklanıp, hafiften sallanmaya başlamak istiyorsunuz. Beklenti yaratabilecek bir detaya ilişkin olarak diğer Morr Music etiketli albümlerde karşılaştığımız elektronika sosların bu çalışmada ziyadesiyle ajanda dışında tutulduğunu da belirtelim. Yüksek tempolu “Please Ask For Help”, değişken ve çok katmanlı “I Cannot Love You”, yoğun enerjili ve sert gitarlı “Car Crash” ve “Palm Of Your Hand” ve eğlenceli, ritmik yapısıyla dans ettiren “You Turn Clear In The Sun” albümün öne çıkanları. İyi ve sıcak bir vokal, kolayca akılda kalan tınılar arasında kısa, rahatlatıcı bir yolculuk, ama daha fazlası değil!

Saroos. See Me Not. Alien Transistor ( minima )

Elemanları farklı gruplarda da aktif olarak yer alan Saroos, Almanya’dan üç kişilik bir ekip. Florian Zimmer (Iso68, Jersey), Christoph Brandner (Lali Puna, Console) ve Max Punktezahl’dan (The Notwist, Contriva) oluşan grubun ikinci albümü 2006’da gelen ilk albümü gibi, The Notwist ekibinden Micha ve Markus Acher kardeşlerin kurduğu Alien Transistor etiketinden çıktı. Birkaç parçadaki tadımlık miktarların dışında vokal kullanılmayan parçalar bir yandan elektronik efektlerle süslenirken, bir yandan da ağırlıklı olarak post-rock çağrışımlara sahip. Atmosferik yapılandırmalar özellikle elektroniklerin yerli yerinde kullanımıyla parça sonlarına doğru giderek yoğunlaşan sarmallar hâlinde kulaklarda etkileyici hazlar bırakıyor. Albümdeki tüm parçalar bir yandan usta müzisyenlerin maharetlerini sergilerken, bir yandan da oturmuş kimyaları ve olgun kurgularıyla dikkat çekiyorlar. Hafif deneysel ve soyut söylemlerle biçimlenen çalışma yine de ayağını yere sağlam basıyor. Nitelikli bir prodüksiyon olan albümde cLOUDDEAD grubundan Odd Nosdam da prodüktör olarak âdeta görünmeyen dördüncü üye rolünde. Hem kendini bulmak hem de kaybolmak için birebir.

To Mexico With Love. Meksika'ya Sevgilerle. Velvemon ( minima )

Biri İngilizce diğeri de Türkçe parçalardan oluşan ve eşzamanlı yayınlanan bu iki albümün ortak noktası, ekibin alışıldık kalıpların oldukça dışında zengin bir ses, tarz ve tür yelpazesinden beslenmeleri. Başlarda klasik müzik grubu ifadelerinden kaçınan ama zaman içinde müzik yaparken birlikte takılmaktan had safhada keyif alan ekip elemanlarının, zihinlerindeki bu rahatlık parçalara da yansımış durumda. Bazen sert ve agresif, bazen oldukça eğlenceli, ara ara sakin ama en nihayetinde umarsızca ve samimî bir dille yapılan müziğin dinleyene başarıyla aktarıldığı iki albüm söz konusu burada. Ateşli bir punk parçasından hemen sonra sitar sesleri duyabileceğiniz gibi, canavar bir rock parçasından sonra pop tandanslı başka bir ses perdesi açılabiliyor önünüze. Elbette şarkı sözlerinde de bol miktarda ironi söz konusu. Bir artı puanı da albümün tasarımındaki nefis çizimler için (Neslin Tosyalı) düşmemiz gerekli kanımca. İstanbul-California ve New York’ta ayakları bulunan Velvemon Records etiketi taşıyan albüm, ülkemizde hafiften müzik yapımı işlerine de giren Babajim Studios’un plak şirketi 27Müzik tarafından yayınlandı. Albümlere ilişkin olumsuz sayılabilecek bir not ise tüm bu girift müzikal kimliğin bazen dinleyende konsantrasyon kaybına yol açma ihtimali.

Cyclo. Id. Raster Noton ( minima )

Raster Noton etiketinin kurucularından Carsten Nikolai (Alva Noto) ile Ryoji Ikeda’nın Cyclo projesi 10 yıl aradan sonra nefes kesen yeni bir albümle tekrar karşımızda. Glitch ve soyut elektronikanın ana çerçevesini oluşturduğu çalışmayı geleneksel müzik kavramları ile açıklamak oldukça zor. Sonik ses dalgaları, düşük frekanslar, minimal gürültü parçacıkları, sinyaller ve bunların arasından tınıların yoğrulduğu matematiksel bir düzlemde şekillenen parçalar âdeta uyuşturucu bir etkiye sahip. Ara ara yakalanan ritmik kurgular bir nebze kulakları rahatlatıyor görünse de, albüm boyunca önümüzde farklı bir dille yoğrulmuş bir şifreler bütünü var. Albümden keyif alabilmek öncelikle bu dili çözebilmek ve kulaklarımızı bu eşik noktasından öte tarafa kabartabilmekle alâkalı. Albüme ilişkin notlardan biri de bu çalışmada ses (sound) ile görüntüler (visual) arasında hibrit bir dil oluşturma gayretine ilişkin. Uzunca zaman bir albüm yapmamış olmalarına rağmen birlikte birçok konser veren ekip aslında kendi veri bankalarında birbiriyle eşlenen bir ses-görüntü külliyatı yaratmışlar. Ses olgusuna farklı bir göz kırpış ve meraklıları için arşivlik bir çalışma.

Telebossa. Telebossa. Staubgold (minima)

Brezilya’dan gitarist ve besteci Chico Mello ile özellikle Kapital Band 1 projesinden tanıdığımız Nicholas Bussmann’dan oluşan Telebossa ekibinin ilk albümü, oldukça kısa süresine rağmen dinleyeni âdeta serin bir rüzgâr gibi fark ettirmeksizin derinden etkiliyor ve çarpıyor. Samba, caz ve oda müziğinin minimal bir kesişim kümesinden derlenen parçalarda özellikle Mello’nun vokalinin temizliği ve samimiyeti hemencecik ruhumuzu sarıp sarmalıyor. Aslında daha deneysel ve minimal elektronik çalışmalarıyla tanıdığımız Bussmann ise bu projede çellosuyla Mello’ya benzersiz bir arka plan hazırlıyor. Albümün odak noktasında yer alan Alman Oda Müziği geleneğini (Kammermusik), Brezilya ya da daha genel anlamıyla Güney Amerika kıtasının şarkıcı / söz yazarı kültürüyle birleştirme gayretinin oldukça başarılı bir sonuç verdiğini görüyoruz. Mello’nun nitelikli gitar dokunuşları ve medidatif etkisi yüksek enfes vokaliyle, hafif elektronik oynamalar ve tüm bunlar arasında bir amalgam rolü üstlenen Bussmann’ın usta işi çello tınıları. Özetle dinleyeni bir anda rutinin prangalarından kurtarıp ferahlatan, kötü hislerden ve anlardan bertaraf edip ruhunun ve bedeninin temiz oksijenle dolmasını sağlayan oldukça keyifli ve iyi bir albüm.

Mark Fell. UL8. Editions Mego ( minima )

SND ve Blir projelerinden de bildiğimiz Mark Fell, 2010 yılına son anda attığı deparla ardı ardına yayınlanan iki enfes albüm sıkıştırmayı becermiş yetkin bir prodüktör aslında. Fell’in 2010 sonlarına doğru Raster Noton etiketiyle yayınlanan Multistability albümünün hemen akabinde piyasaya sürülen yeni çalışması, sıklıkla elektronik tandanslı deneysel ve soyut işlere kapısını ardına dek açan Editions Mego etiketini taşıyor. 20 parçanın yer aldığı albümü kendi içinde üç bölüme ayrılan konsept bir çalışma olarak değerlendirmek mümkün. Melodik kurgunun olmadığı kaygan bir zeminde yeşeren bu parçaların tümünde ana omurgayı tekil bir ses tınısının oluşturduğunu görüyoruz. Üç bölümün her birinde ana kaynağı benzerlik gösteren bu tınılar farklı ritmik yapılarla harmanlanıyor. Minimalist bir yaklaşımla şekillenen bu parçaların oluşturduğu tek katmanlı ses yumakları âdeta tek bir rengin farklı tonlarını kullanan bir ressamı anımsatıyor bizlere. Ses olgusunun bilinmeyen coğrafyalarına yelken açan çalışmada kompleks ve girift yapılardan olabildiğince kaçınılmış. Her bir tınının kendi hâlindeki hikâyeciklerinin peşine düşen Fell, zaman zaman Autechre’ı anımsatan bir soyutlamanın ardından gitse de, albümdeki parçaların kendi dokusal kimliklerini korumayı da başarmış. Deneysel işlere ekstra kulak kabartanlar için.

Bjorn Torske. Kokning. Smalltown Supersound ( minima )

10 yılı aşkın süredir farklı projelerde yeralan Norveçli müzisyenin dördüncü solo albümü ilk saniyesinden itibaren dinleyeni içine çekmeyi başaran çok kuvvetli müzikal çizgisiyle ve usta elinden çıktığı her hâlinden belli bir hayli zengin menüsüyle dikkat çekiyor. Torske’nin son çalışmasında albüm boyunca çok farklı türlerden nitelikli bir işçilikle rafine edilmiş esinlenmeler olduğunu görüyoruz. Modern bir dille yorumlanmış krautrock altyapısı içine yedirilmiş minik elektronik kıpırtılar, ara ara kendini hissettiren house ve dub ritimleri, bir anda sizi bambaşka bir maceraya sürükleyen bir Afrika melodisi ya da hafiften vücudunuzu sallamaya başladığınız bir funk ya da disko rüzgârı, 50 dakikayı aşan bu dinleti boyunca önümüze adım adım zarif bir şekilde servis ediliyor. Denizden babam çıksa yerim statüsünde rüştünü ispat etmiş olan Norveç orjinli Smalltown Supersound etiketi taşıyan albümde, özellikle “Bergensere” ve “Nitten Nitti” gibi melodik dokusu olduça sağlam parçalar âdeta keyif göstergelerimize tavan yaptırıyor. Her bir parçasına korkusuzca kulağınızı teslim edebileceğiniz çalışmaya, Torske’nin DJ kimliğinin olumlu anlamda yansıdığını da belirtmek gerek. Soğuk diyarlardan atlanmaması gereken sımsıcak bir çalışma.

Salem. King Night. Iamsound ( minima )

Michigan çıkışlı Salem, John Holland, Heather Marlatt ve Jack Donoghue’den oluşan üç kişilik bir ekip. 2010 sonlarında yayınlanan King Night ise grubun ilk albümü olma özelliğini taşıyor. Geçen yılın en iyileri listelerinde mutlak suretle kendine yer bulan çalışma oldukça fazla katmanlı, yoğun, kompleks bir ana eksen üzerinde varyasyonlar içeren zengin bir içeriğe sahip. İlk kulak kesilmede kendini hemen teslim etmemekte direnen parçalar daha detaycı ve zamana yayılan bir dinleme eforu gerektiriyor açıkçası. Bu da albüme tekrar tekrar geri dönüp farklı okumalar yapmayı mümkün kılıyor. Özünde elektronik janrına dâhil edebileceğimiz albüm boyunca karmaşık ses oyunları, hırçın melodik yapılandırmalar, yumuşak hip hop / R&B vokalleri ve bol bol ses efekti duymak mümkün. Keskin hatlı dubstep/grime etkileşimli arka planlar, her anlamda deforme edilmiş synth dokunuşları ile bezenerek zaman zaman bol miktarda bozulmuş sample’lar için benzersiz bir fon oluşturuyor. Grubun mahareti tüm bu malzemeyi yenilikçi bir dille kurgulamayı başarmış olmasında yatıyor aslında. Dolambaçlarla dolu bir labirentte hem kulak vermeyi hem de kafa yormayı gerektiren etkleyici bir çalışma.

Erdem Helvacıoğlu & Ros Bandt. Black Falcon. Pozitif Müzik Yapım ( minima )

Türkiye'nin uluslararası arenada isim yapmış yeni müzik bestecilerinden Erdem Helvacıoğlu'nun Avustralyalı ses tasarımcısı ve besteci Ros Bandt’la birlikte gerçekleştirdiği Black Falcon albümü, Pozitif Müzik etiketiyle geçtiğimiz yılın aralık ayında yayınlandı. Birkaç ay önce Yerebatan Sarnıcı’nın nefes kesen ambiyansında enfes bir performans sergileyen ikilinin projesi, nesli tehlike altında olan kara doğan kuşu üzerinden yola çıkılarak kurgulanmış bir ağıt aslında. Ros Bandt, özel olarak imal edilmiş tarhu (uzun boyunlu yaylı bir çalgı) isimli tanbur benzeri enstrümanı ile harikalar yaratırken, Erdem Helvacıoğlu’nu ise gitar ve canlı elektroniklerde görüyoruz. Her iki müzisyenin de çok yönlü kimlikleri ve yaratıcılık çıtalarının üst seviye oluşu albüme de etkileyici bir sadelik ve derinlik katıyor. İçine nüfuz etmesi hassas ve aktif bir dinlemeyi gerektiren albümü tek bir kategoriye hapsetmek haksız bir yaklaşım olacağından, yeni müzik, çağdaş klasik müzik, enstrümental, ambient elektronika, modern caz ve avangart gibi referansları kullanmak daha yol gösterici olacaktır. Raflarda benzerlerine pek kolaylıkla rastlayamayacağımız Black Falcon albümü alışılmış rutinin dışına çıkarak zorlu bir yolculuğa hazır kulaklar için ziyadesiyle etkileyici ve dokunaklı bir macera sunuyor.

Harikalar Diyarı. Bak Kalbine. JKS ( minima )

Bak Kalbine, taptaze ve gencecik bir üçlünün ilk albümü olma özelliğini taşıyor. 2006 yılından bu yana birlikte olan Harikalar Diyarı grubu, İrem Derlen (vokal), Nafi Bensusan (gitar) ve Metin Levi’den (gitar) oluşan bir ekip. Albümün müzik direktörlüğünüyse üstat Garo Mafyan (ki kendisi bazı parçalarda tuşlularda ekibe eşlik ediyor) yapmış. İlk dinlemede albüm özellikle güçlü şarkı sözleri ve rahat dinlenebilir, keyifli müzikal örgüsüyle olumlu bir izlenim bırakıyor. Ayrıksı yollara pek sapmadan nitelikli bir eksen üzerinde kurgulanan parçalar, bazen akustik tınıların ön plana çıktığı, bazen de elektronik altyapıların başrolü kaptığı bir güzergâhta kendinden emin şekilde ilerliyor. Özellikle albüme adını veren “Bak Kalbine” ve “Geriye Dönme” gibi parçalar yüksek tempolarıyla dikkat çekerken, albüm boyunca grubun farklı müzikal tarzlardan (elektronik, caz, bossa nova gibi) esinlendiklerine de şahit oluyoruz. Albüm kartonetinde de notu düşüldüğü üzere sosyal sorumluluk projelerine de yakından destek veren ekip, canlı performanslarında da iddialı olduklarını belirtiyor. Belki Bak Kalbine dinleyicisine hiç bilinmedik lezzetler sunmuyor, ancak bu samimî, içten ve müzik sevgisiyle dopdolu bir albüm olarak parıldamasını engellemiyor.

Senking. Pong. Raster Noton ( minima )

Almanya Köln çıkışlı elektronik müzik üstadı Jens Massel, 90’ların sonundan bu yana farklı isimler altında (Senking, Kandis, Fumble), özellikle Karaoke Kalk ve Raster Noton etiketlerinden çıkarttığı kalburüstü çalışmalarla dikkat çeken bir isim. Geniş bir popülerlik kazanan ilk video oyunlarından biri olan Pong’dan (hani şu masa tenisine benzeyeni) adını alan bu son çalışma detaycı ve incelikli bir yaklaşımın ürünü. Albüm, âdeta ağır çekim moduna alınmışçasına düşük bir tempoda seyretse de dub/dubstep etkileşimli ritmik yapıların içine yedirilmiş melodik hissiyatı yüksek tınılar alkışı hak eder nitelikte. Yüksek ses seviyelerinde kendini daha iyi ifade eden çalışmada “Painbug In My Eye” ve “Breathing Trouble”, bir adım öne çıkan parçalar. İnternet üzerinden videolarına da göz atmanızı şiddetle tavsiye ettiğimiz Senking, elektronik müziğin geniş kulvarlarının sınırlarında dolaşmasına rağmen her daim rahat algılanabilir bir müzik üretmeyi de becerenlerden. Raster Noton etiketinin öncü isimleri olan Alva Noto, Frank Bretschneider ve Byetone parçaları kadar keskin hatlara sahip olmasa da, Pole ve Fenin gibi isimlere nazaran daha yenilikçi, cesur, soyut ve kararlıklı bir dil var Pong’ta.

We Love. We Love. Bpitch Control ( minima )

Her daim kulak kabartılası Ellen Allien liderliğindeki plak şirketi Bpitch Control’un 2010’daki en büyük sürprizi, ilk albümünü kendi adıyla yayımlayan İtalyan ikili We Love oldu. Giorgia Angiuli (a.k.a. Metuo) ve Pierro Fragola’dan (a.k.a. Werk Design) oluşan ikiliye huzurlarınızda 2010 yılının en iyilerinden olan “Ice Lips” gibi muhteşem bir parçayı albümlerinin açılışına koyarak hafızamıza kazıdıkları için teşekkürü bir borç biliyorum. Elimizdeki albüm âdeta her dinlemede değişik bir parçaya takılıp adım adım dinleyeni kendi içine çeken ve farklı bir yerinden yakalayan çok nitelikli bir çalışma. Aksak yapılar üzerine kurgulanmış, büyük bir ustalıkla fısıldanan tertemiz vokallerle bezenmiş (her iki arkadaş da vokal yapıyor bu arada), keyifli synth melodiler eşliğinde zenginleşen çalışma; arasıra kulağa takılan deneysel yapılarıyla da kalbimizi çalmıyor değil. İlerleyen teknoloji ile birlikte sıradanlaşma riskine giren elektronik müzik üretiminde kalıpları zorlayan, bilinmeyen yollar üzerinden çözümler üreten ve yine de bir şekilde bizi sarıp sarmalamayı beceren çok sıcak ve etkileyici bir albüm, We Love. “Ice Lips” dışında “Hide Me”, “No Train No Plane” ve “Our Shapes” dikkati çeken diğer parçalar.

The Hundred In The Hands. The Hundred In The Hands. Warp ( minima )

Eleanore Everdell ve Jason Friedman’dan müteşekkil Amerika orijinli grup The Hundred In The Hands, eşsiz Warp etiketiyle yayımladığı ilk albümünde oldukça yüksek tempolu ve dinamik bir arka plan dahilinde synthpop, indie rock ve disko arasında dolaşan keyifli bir çalışmaya imza atmış. Bir yıl gibi kısa sürede hazırlanan albüm, ritmik dokular içine yedirilmiş gevşek gitar riffler, repetetif perküsyon darbeleri ve yumuşak vokallerle şekillenerek hızla dinleyeni kavramayı beceriyor. “Dressed In Dresden” zengin içeriğiyle, “Last City” kıvrak melodileriyle, “Young Aren’t Young” güçlü kurgusuyla, “Commotion” etkileyici vokal kullanımıyla ilk anda kulağa mutlak suretle takılanlar. Haddini bilen, gereksiz zorlamalara girmeden basit bir formülasyon etrafında inşa edilen ve özellikle Eleanore’un vokaliyle bir kademe daha atlamayı başaran albüm, Warp etiketinin giderek genişleyen ve açımlanan (en son Brian Eno albümünü yayımladı!) zengin müzikal yelpazesine eklenen vasat üstü çalışmalardan biri olmayı bir şekilde beceriyor. Grubun daha iyi işler üretmeye temayüllü yetenek ibrelerinin önümüzdeki dönemde ve ilerleyen işlerde ne seviyeleri göstereceğini takip etmekte kesinlikle fayda var. O ana dek bu albümdeki parçalarla çılgınca dans etmeye devam.

The Qemists. Spirit In The System. Ninja Tune ( minima )

Vakti zamanında rock gruplarında müzik yapan bir basçı, gitarist ve davulcudan oluşan Brighton çıkışlı üç ismin (Liam Black, Dan Arnold ve Leon Harris) özellikle drum and bass tarzına duydukları yakınlık zaman içinde onları yoğun rock etkileşimli The Qemists projesine doğru iteklemiş. Etkilendikleri isimler arasında Soundgarden, Nirvana, RATM ve Red Hot Chili Peppers’ı sayan grup, elime geçtiğinden bu yana hiç bıkmaksızın dinlediğim albümünde oldukça kuvvetli bir drum and bass ve breakbeat altyapısına eklemlenmiş darbeli bas vuruşları, güçlü rock tınıları ve her parçada farklı bir eşlikçi vokal ile oldukça zengin bir içeriğe sahip etkileyici bir çalışma gerçekleştirmiş. İflah olmaz drum and bass fanatikleri için belki çok yeni bir söylem içermese de, The Qemists, enerjisi çok yüksek oktanlarda dolaşan ve en mülayim dinleyeni dahi yerinden sallayacak bir albüme imza atmış. 2008 yılında remikslerden oluşan ve yine Ninja Tune etiketiyle yayımlanan ilk çalışması Join The Q hariç tutulursa, ilk albüm için oldukça etkileyici bir çalışma, Spirit In The System. Geçtiğimiz kasım ayında Babylon’un yeni serisi “Label Nights”ın konuğu da olan The Qemists, içim içime sığmıyor diyen dinamizm fanatikleri için biçilmiş kaftan

Grinderman. Grinderman 2. Mute ( minima )

Kenarından köşesinden bulaştığı her işiyle kendini hayranlıkla takip ettiğimiz Nick Cave babanın Warren Ellis, Martyn P. Casey ve Jim Sclavunos ile oluşturduğu Grinderman projesinin ikinci albümü âdeta yeniyetmelere ders niteliğinde (her anlamda!) bir olgunluk dönemi çığlığı. Albümün müzikal içeriğine referans olabilecek yabanî, acımasız, sert, şiddetli, tavizsiz, çetin ceviz gibi ifadelerle bütünleşen Grinderman’in muhteşem bir enerjiyle inşa ettiği her bir parça âdeta doyumsuz bir tat bırakıyor kulaklarımızda. Enerji boşalmaları, hiddet anları, sakinleşip toparlanmalar arasında gidip gelen sert gitar riffleri, yoğun elektronik eklemeler, Cave’in her defasında derinliklerinde kaybolmamıza yol açan tarifsiz vokali ve rock müziğin ruhuna işlemiş bir isyanın notalara ve sözlere dökülmüş hâli, Grinderman aslında. Yoğun ve nitelikli içeriğinden bir an olsun ödün vermeyen, hedefe kilitlenmiş, benzersiz bir kimyanın yakalandığı bu nefes kesen albüme elbette 10 puan vermek gerekir. Öte yandan klipleriyle, imajıyla, albüm tasarımıyla da eşsiz bir dünyanın kapılarını bize açan Grinderman’in çalışması bu açılardan da tam anlamıyla arşivlik. Kendilerine şapka çıkartıp bolca dinleyerek, albümün keyfini sürmekten başka bir yoruma da belki gerek yok. Yıldızlı pekiyi…

Proem. Enough Conflict. n5MD ( minima )

10 yılı aşkın süredir Merck, n5MD ve Hydran gibi etiketlerden oldukça nitelikli işler yayımlayan Proem (Richard Bailey), 30’lu yaşlarında, Texas’ta mukim bir web tasarımcısı. Enough Conflict, Proem’in sekizinci stüdyo albümü ve bugüne kadarki diskografisinin en sağlam ayaklarından biri olduğu kuşkusuz. Proem’in IDM referanslı müziğinde keskin tınılar, yumuşak piyano dokunuşları, kontrol altında tutulan karmaşık ses dokularından örülmüş melodik bir atmosfer ve güçlü bir deneysel yaklaşım bizleri bekliyor. Her biri ayrıca mercek altına yatırılmayı hak eder tarzdaki parçalarda Bailey’nin usta işçiliğinin yansımalarını görmek mümkün. Bu hassas ve detaycı yaklaşım, parçaların sadece çeşitli programlardan elde edilmiş bir sesler yığını olma riskinden sıyrılarak, daha organik ve canlı bir omurgaya oturmalarını sağlıyor. Açılışı yapan ve çok katmanlı yapısıyla kulaklarımızın pasını alan “Deep Sleeping Birds”, kısa süresine rağmen ritmik kimyasıyla içimize işleyen “Sudden Sharp Turns”, tavizsiz yaklaşımları ve keskin hatlarıyla dikkat çeken “Back To Fail” ve “Guns, Knives, Lemons”, albümün çıta üstü parçaları. Minimal, deneysel işlere meraklı kulakların ve IDM severlerin mutlak suretle gözden geçirmesi gereken çalışmaya ev sahipliği yapan n5MD etiketinin adını da kenara not etmekte fayda var.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Lou Rhodes Üzerine...

Eski çağ felsefecileri insanlığın temel sorunlarına odaklanarak evrenin doğası hakkında sorular sormuşlardır. Oysa ‘bilgelik sevgisi’ anlamına gelen felsefenin içine insan olgusunun girişi, felsefenin gelişim yönünü insanın kendisinin irdelenmesine çeviren sofistlerle olmuştur. İnsana tutulan bu aynada görünen tekillik anlayışı, sanatsal arenaya bireysel yaratıcılığın sürüklediği ve kendine ait bir ses oluşturma güdüsünün tetiklediği bir gayret olarak yansımıştır. 90’lı yılların ortalarında gündemimize giren elektronik müzik ikilisi Lamb’in güçlü sesi Lou Rhodes’un üçüncü solo albümüyle artık iyice belirginleştirdiği müzikal yol da, paralel şekilde ‘sadece kendini anlatma’ hassasiyetinden beslenen bir çalışma özelliği taşıyor.

Kısaca Manchester orijinli İngiliz ozan şarkıcı olarak tanımlayabileceğimiz Lou Rhodes’un solo macerası, elektronik müziğin geniş skalasında her daim kendine ait bir dilimde kayda değer nitelikli işler üretmeyi becermiş ve ardında dört albümlük değerli bir hazine bırakmış olan Lamb ikilisinin vokalden sorumlu üyesiyken, grubun diğer üyesi Andrew Barlow’dan ayrılarak ilk adımı atmasıyla başlar. 2006 yılında yayımlanan çıkış çalışması Beloved One beklentilerin çok üstünde olumlu bir tepki alır ve adanın Grammy’sine denk gelen Mercury Ödülleri’nde yılın en iyi 12 albüm adayından biri olarak listelenir. Aralarında Muse, Editors, Hot Chip, Arctic Monkeys, Scritti Politti ve Thom Yorke gibi güçlü isimlerin olduğu bu listeden sıyrılıp ödülü alamasa da, bu adaylık solo kariyeri açısından önemli bir başarı olarak not edilecektir. (Bu arada 2006 yılındaki ödül Arctic Monkeys’in Whatever People Say I Am, That's What I'm Not albümüne verildi.)

Bu ilk albüm aslında Rhodes’un kendisini fazlaca zorlamadan, o ana kadarki geniş müzikal birikim ve düşüncelerini yansıttığı bir çalışma olarak şekillenmiştir. Özünde folk müzik kategorisine dâhil edilebilecek olan bu çalışma şatafatsız, içten ve derinlikli bir zarla örülmüş hüzünlü bir dünyanın akustik yansımaları eşliğinde, Rhodes’un dinleyeni büyüleyen eşsiz vokallerini içermektedir (aslında Lou Rhodes’un tüm albümleri için benzer ifadeler kullanmak mümkündür). Albüm Lamb çalışmaları için sıklıkla başvurulan trip hop, drum’n bass ve jazzy gibi – Lou Rhodes’un bu yorumlara katılmadığı – tanımlamaların tamamen dışında, sıklıkla sadece gitarın Rhodes’un muhteşem sesine eşlik ettiği ve zaman zaman zarif piyano dokunuşları ve yaylılarla zenginleşen bir çerçeveye sahiptir.

Lamb’in müziğinde ara pasajlarda karşımıza çıkan ve bir anlamda ipuçları Lamb parçalarına da gizlenmiş olan bir çerçevedir bu. Ek bir parantez dahilinde Lamb’in müziğine baktığımızda onu bu denli farklı kılan unsurların Rhodes’un etkileyici sesinin yanısıra, altyapılarda farklı janrların köşetaşlarının maharetle kullanılması ve bazı parçalarda bunlara canlı enstrümanların eşlik etmesi olduğu görülecektir. Lamb bir anlamda birçok farklı janrdan beslenerek kendi müzikal dilini yaratabilmiş ve özel bir ikili olamayı başarmıştır. Elbetteki bu unsurlar yanyana getirilip bir şeyler anlatma gayretiyle eritildiğinde, ortaya müzikal anlamda zengin, dinamik ve duygu vurgusu yüksek çalışmalar çıkmıştır. Özetle Lou Rhodes’un sadelik, Andrew Barlow’un kompleksite eksenleri üzerinden biçimlenen eşsiz bir formülasyondur Lamb’inki.

2007 yılına gelindiğinde Lou Rhodes bir insanın yaşayabileceği en derin üzüntülerden birini yaşar ve kız kardeşinin ölümü nedeniyle herkesçe beklenen İngiltere konser programını iptal etmek zorunda kalır. Bu dönem adeta hayatın türlü zorluklarla Rhodes’u test ettiği ve kişiliğinde derin izler/yaralar bırakan bir süreç olarak geçecektir. Tüm bu zorluklara rağmen Rhodes, daha önce 2005’te de gittiği Glastonburry’de 2007’de ikinci defa sahne alır. Yılın sonlarına doğru da ikinci solo albümü Bloom’dan çıkan olan ilk single “The Rain” piyasaya verilir.

İlkine oranla daha fazla efor sarfettiğini belirttiği ikinci albüm adeta Rhodes için zaman zaman dile getirdiği, bir daha elektronik müzik yapmayacağına dair düşünceleri ispatlar niteliktedir. Ana omurgayı akustik gitar ve vokalin oluşturduğu albümde keman, kontrbas ve perküsyon eşliğinde işlenmiş romantik, duygusal ve kişisel vurgusu yüksek hikâyeler, Rhodes’un büyüleyici sesinden damıtılarak anlatılmaktadır.

Bahsi geçen “yeni ve farklı hikayeler yaratma/anlatma güdüsü” aslında Lamb projesinin sona erişindeki giz perdesinin baş aktörüdür. Rhodes bir açıklamasında bu tip bir projenin sürekliliği için devamlı güncel bir dil yaratmak ve farklı açılımlar getirmek gerektiğinden bahsederek, son Lamb albümünün ardından kendilerine bir sonraki adımın ne olacağını sorduklarında somut bir yanıt üretemediklerini ve bu yüzden “her daim yaratıcı ve farklı olmak” olarak ifade ettikleri var olma nedenlerinin ortadan kalktığını belirtecektir.

Müziğinde oldukça kişisel bir dil yaratmış olan Rhodes’un hikâyelerinin özünde insana ait yaşantılar, duygular ve ilişkiler vardır: sevinç ve kederin bir anlamda sırt sırta durduğu, hayal kırıklıklarının da gülümsemeler kadar yakınımızda olduğu, bazen bir anın/bakışın bile yaşamaya/yaşatmaya değer olduğu zarif, kırılgan ve duygu yüklü sade hikâyeler. Sonuçta iki çocuk sahibi bir anne için bu sadelik kıyafetinin Rhodes’a çok yakıştığını da belirtmek gerek. Klişelerden uzak, gerçekliğin peşinde, samimî bir var olma gayretiyle çıkılan bir müzikal yolculuktur bu aslında. Rhodes’un da çeşitli eşiklerden/evrelerden oluştuğunu, belli bir dönemde bir eşikten/evreden diğerine geçilerek her şeyin bir anlamda tekrar sıfırlandığını belirttiği bir yolculuk.

Rhodes’un müziğinde basit olmasına rağmen sersemletici etkisi yüksek sözler ve içimizi titreten sıcak akustik tınılar, dokusuna işlemiş olan puslu ve derin sesinin eşliğinde, her ânı ustalıkla nakışlanmış bir kurguyla tamamlanmış parçalar olarak karşımıza çıkar. Bu parçaların her birinde bizleri hayaller ve sorgulamalarla donatılmış içsel bir yolculuğun beklediğini de söylemek mümkün. Her ne kadar kişisel öyküler anlatılıyor olsa da bu yolculuk esnasında, dinleyici üzerinde akıldan çıkmayan, hipnotik ve ruhanî bir etki bırakan Lou Rhodes, bizlere bir anlamda kılavuzluk yapar. Kaygan bir zeminde hayata sıkıca tutunmak, zorluklar içinden yeşeren güzellikleri görebilmek, acıyı da sevinç kadar rahatlıkla kabullenmek ve kendimize ait bir güzergâhı oluşturabileceğimiz bir ussal yolculuktur bu, ve o yüzden aslında içinde yoğun bir ‘felsefe’ vardır. Büyük ozan şarkıcı Leonard Cohen’in dediği gibi:

There is a crack in everything,
That’s how the light gets in.

-------------------------------röportaj---------------------------------

Andrew Barlow’la birlikte oluşturduğunuz elektronik müzik ikilisi Lamb projesinde geçirdiğiniz yaklaşık 10 yılın ardından gelen ilk solo çalışmanız aslında bir meydan okuma içeriyordu. İkinci albümde daha az soru ve sorunla karşılaştığınızı düşünüyorum. Üçüncü albüm sonrası kendinizi olgunlaşmış bir ozan-şair olarak konumlandırıyor musunuz ? Ya da hâlâ çıkılacak basamaklar var mı önünüzde ?
Her zaman için çıkılacak basamaklar vardır. Bir sanatçının asla ürettiği işten tam anlamıyla memnun olacağını sanmıyorum. Şarkı yazma konusunda azımsanmayacak bir tecrübem var elbette – yaklaşık 16 yıl kadar – ancak hâlâ yeni birşeyler öğrendiğimi hissedebiliyorum. Belki biraz garip gelecek ama aslında ilk albümüm Beloved One çok daha rahat ortaya çıkardığım bir çalışma olurken, ikinci albümüm Bloom beni biraz daha zorladı.

Tam anlamıyla son çalışmanızı diğer ikisinden ayıracak olan tema yada öz nedir diye sorsam ?
Son çalışmam olan One Good Thing’in bugün için bulunduğum yeri en layıkıyla temsil eden, dolayısıyla da çalışmalarım arasındaki en gerçekçi albüm olarak görüyorum. Albümdeki parçalar hayatımdaki oldukça zorlu bir dönemi ve benim oradan çıkışımı anlatıyor. Çalışmalar esnasında olabildiğince az elektronik kullandık. Oldukça sade, basit ve zamansız bir albüm yaratmaya çalıştım. Bu yüzden de kayıt aşamasında işin ruhunu zedelediğine inandığım dijital teknolojilerden kendimi sakındım ve sıklıkla canlı çalınmış hissiyatı verecek bir kayıt ortaya çıkarmaya çalıştım.

Bahsettiğiniz gibi elektronik müzik sıklıkla duygusal olamamakla eleştiriliyor. Bir elektronik müzik grubu olsa da Lamb projesinde belli bir duygusallıktan bahsetmek mümkün. Keza sizin solo çalışmalarınızda da bu vurgu başat bir figür. Duyguları aktarmak konusunda akustik ve elektronik yapılar hakkında ne düşünüyorsunuz ?
Akustik seslerle müzik yapmaya kıyasla elektronik seslerle aynı duyguları hissettirmenin oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Neticede elektronik müzik dediğimiz tüm yapı onlarca ikili koddan meydana gelen bir ürün. Oysa akustik müzik insanoğlunun bizzat ürettiği sesler için kendisi tarafından yaptığı ve bir anlamda yüzleştiği – çoğunlukla ağaçtan yapılan – enstrümanların kullanımından ortaya çıkan bir ürün. Bu anlamda elektronikle kıyaslanamaz gibi geliyor bana. Lamb projesindeki duygular genellikle şarkıların kendi iç gücünden ve canlı enstrümanların – özellikle yaylıların – kullanımından geliyordu. Andrew Barlow’un ev stüdyosunda son çalışmamı kaydederken bir parçada aradaki farkın çok az olacağını düşünerek vokali analog ve dijital olarak iki farklı şekilde kaydettik. Aradaki farkı gördüğümüzde çok şaşırdık açıkçası. Analog kayıt çok daha samimî ve sıcaktı. Özetle dijital teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin hâlâ dolduramayacağı bazı boşluklar var sanırım.

Duygulardan bahsetmişken aşkla, hüzün ve melankoli arasında sürekli bir bağın olduğuna inanıyor musunuz ?
Değişik bir soru bu. Bugünlerde sıklıkla ve artarak bir sanatçının rolünün devamlı olarak sınırları zorlaması olduğunu düşünüyorum. Bana öyle geliyor ki kendimi o boşluğun/alanın içinde hissettiğimde çok daha fazla yaratıcı olabiliyorum. Melankoli sanırım mutlulukla mutsuzluk arasında bir yerlerde salınma hâli. Ama bu yine de sınırlayıcı bir tanımlama elbette.

Bir defasında kendinizi tanımlarken duygu bağımlısı (emotional junkie) olduğunuzu belirtmişsiniz. Aşk dışında hangi kavram yada duygular çalışmalarınızı şekillendiriyor ?
Evet, bir defasında böyle tanımlamıştım ama hâlâ geçerli mi tam emin değilim. Son birkaç yıl bu bakımdan üzerimde arındırıcı bir etki yaptı diyebilirim. Oldukça uzun zaman tek başıma kaldım ve bir sure sonra aşk adına, aşka bağımlı olma hissiyatından sıyrılmış gibi hissediyorum. Tüm duyguların yaratıcılığı tetikleyebileceğine inanıyorum. Ama yine de sanırım beni en çok besleyeni az önce bahsettiğim, mutlulukla mutsuzluk arasındaki alan. Oralarda bir yerde olmanın beni insan olarak hayata bağladığını hissediyorum.

Sahnede söylemekten en çok keyif aldığınız üç Lamb ve solo parçanız ?
Lamb olarak Gabriel, Gorecki ve Trans Fatty Acid. Solo çalışmalarımdansa hepsi son albümde yer alan üç parça diyebilirim : “There for The Taking”, “One Good Thing” ve “Circles.”
Sahnede sana eşlik etmesini hayal edeceğin efsane grup kim olurdu ve neden ?
Efsane gruptan çok emin değilim; aslında bu efsane bir isim olurdu. Sanıyorum bu listenin başında Elliott Smith yada Nick Drake olurdu. Herhangi biriyle sahnede olmanın yeteri derecede beni heyecanlandıracağını da belirtmeliyim.

-------------------------------liste---------------------------------
Lou Rhodes yazarken aklıma düşenler...
*Elizabeth Fraser / Moses
*Suzanne Vega / Solitude Standing
*Tear Garden / Tired Eyes Slowly Burning
*Cranes / Tomorrow’s Tears
*David Darling / Journal October
*Mazzy Star / So Tonight That I Might See
*David Sylvian / Gone To Earth
*Blue Skied An’ Clear / A Morr Music Compilation
*Dream City Film Club / Dream City Film Club
*Lisa Germano / Magic Neighbor