2 Haziran 2010 Çarşamba

Live At Cafe Oto...

Bu değerlendirme Cazkolik web sitesi için yazılmıştır...
( www.cazkolik.com )

AKsi-isTİKAMET’in yeni sayfasını 2008 yılında gerçekleştirilmiş bir performansın 2009yılında yayınlanan canlı kaydını içeren özel bir çalışmayla açıyoruz. İngiltere serbest / özgür caz sahnesinin geçkin yaşlarına rağmen son dönemdeki dikkate değer üç usta müzisyenini bir araya getiren çalışmanın adı “Live At Café Oto”. Söz konusu üç isim ise Alan Wilkinson, Steve Noble ve John Ewdards.

Nazar-ı dikkatimizi ilk aşamada müzikten önce müzisyenlere yoğunlaştırarak (kendilerini biraz daha yakından tanımanın faydalı olacağından hareketle) sizler için biriktirdiğimiz notları aktarmaya çalışalım. Bu gayretin albüme ilişkin edeceğimiz kelamlara ayrı bir değer katacağının da altını çizelim.

Alan Wilkinson 55’ doğumlu İngiliz bir müzisyen. Güzel Sanatlar alanında resim üzerine eğitim almış olmasına rağmen, yönünü müzik eksenli çizmeye karar verip alto ve bariton saksafonda karar kılan Wilkinson 20’li yaşlarında ilk grubunu trio olarak Art, Bart & Fargo adıyla kuruyor. Bu trio içerisinde farklı enstrümanlar çalsa da ana enstrüman saksafon, yörünge ise doğaçlama üzerine şekilleniyor. 80’li yılların başında doğaçlama müzik üzerine çalışmalarına devam eden Wilkinson bu dönemde hatırı sayılır kıymette isimlerle tanışma fırsatı yakalıyor. Bu isimler arasında Peter Brötzmann, Keith Tippett ve Radu Malfatti gibilerini anmakta fayda var. Bu dönemde birçok farklı projede yeralan Wilkinson, özünde doğaçlama kulvarında deneysel çalışmalara imza atarken, sıklıkla konser verdikleri ülkeler Belçika, Hollanda, İngiltere ve Danimarka olarak ön plana çıkıyor. 80’li yılların ikinci yarısında ise “Live At Café Oto” çalışmasında da birlikte çaldıkları Steve Noble’ın da dahil olduğu bir trio ile yoluna devam ediyor Wilkinson. Daha geniş toplulukların da (The Ubiquity Orchestra, Cat o’Nine Tails, Feet Packets gibi) aktif bir üyesi olmayı sürdürürürken, 80’lerin sonunda Derek Bailey gibi bir ustayla beraber çalışma fırsatını da yakalar Alan Wilkinson.

Davul ve perküsyonda (hatta zaman zaman pikaplarda!) karşımıza yine maharetli bir isim çıkıyor; Steve Noble. Özellikle 80’li yıllarda oldukça aktif bir görüntü çizen Noble, tıpkı Wilkinson gibi Derek Bailey’s Company ekibinde yer almış ve özellikle doğaçlama üzerine ustalaşmış bir müzisyen. Uzun bir süre Nijerya orijinli davulcu Elkan Ogunde ile beraber çalışan Noble, ziyadesiyle üretken bir isim olmasının yanı sıra Ping Pong Productions isimli etiketin de sahibi.

“Live At Café Oto” çalışmasında kontrbas çalan John Edwards da yine doğaçlama müzik üzerine oldukça nam salmış isimlerden biri. Özellikle 90’ların ilk yarısında üyesi olduğu B-Shops For The Poor, The Honkies ve GOD gruplarının bir üyesi olarak Avrupa’nın birçok ülkesinde sahne alan Edwards’ın hemen hemen beraber çalmadığı müzisyen kalmamış durumda: Evan Parker’dan Simon H. Fell’e, Phil Minton’dan Lol Coxhill’e, Derek Bailey’den Eddie Prevost’a kadar onlarca isim. Edwards’ın ortalama her yıl 4-5 albümde yeraldığını belirtmemiz kanımca anlatmaya çalıştıklarımızı daha da bir anlamlandıracak kıymette.

“Live At Café Oto” esasında biri yarım saati aşan “Spellbound” ve diğeri de 7 dakikalık bir süreye yaklaşan “Recoil” isimli iki parçadan oluşan bir canlı performans kaydı. Her iki parçanın sonundaki seyirci tepkisi, ıslıklar ve haykırışlar üçlünün 40 dakikalık performans esnasında dinleyicileri müzikleri ile bambaşka bir boyuta taşıdıklarının en açık göstergesi. Doğaçlama yada serbest / özgür caz ekseninde düşündüğümüzde en kritik nokta, kaos ve kontrol arasındaki dengeye gösterilen hassasiyet olarak belirtilebilir. Ya da başka bir açıdan Miles Davis’in de söylediği gibi “ortada olanı değil, olmayanı çalmakla” (don’t play what is there, play what isn’t there) alakalı bir yaklaşımdan da bahis açılabilir. Aksi halde John Cage’in piyanonun başında oturup hiç bir tuşa basmadan kalkmasıyla bir anlamda müzik tarihinde bambaşka bir sayfa açtığı ünlü eseri 4’33’’ bambaşka anlamlar taşıyabilirdi.

Sınırları tanımayan, ortalık yerdeki rutinin içinde sıkışıp kalmaktansa müzikal bir periferinin çeperlerini zorlayan bu adımlar elbetteki, kontrol elden kaçtığı anda geri dönülemez bir başağrısının da yaratıcısı olabilir. Ancak yılların emeğiyle biçimlendirdiğiniz ustalık size elinizden kaçıp gider gibi görünen güvercinlerin tekrar yuvaya döneceğinin güvenini verebilir. Tüm bu tasvirleri elbetteki bir noktada elimizdeki işitsel malzemenin kulaklarımızdan içeri doğru zuhur ettiğinde bize yaşattıkları üzerinden kurgulamaya çalışıyoruz. Wilkinson / Noble / Edwards üçlüsü bu iki parçalık enfes performans esnasında adım adım daha geniş bir çemberin sınırlarında dolanarak ortaya çıkardıkları ambiyansın kaotik görüntüsünün ardında, bir yandan da ustalıkla her uç noktayı belli bir ahenk ve kontrol içinde sunmayı da beceriyorlar.

Üç müzisyenin yine aynı etiket altında (Bo’Weavil) 2008 yılında yayımladıkları “Obliquity” isimli albümde de benzer bir tarzın / tadın olduğunu görsek de bu iki çalışma arasında bir - iki vites tempo farkı olduğunun da altını çizmeliyiz. Obliquity dinamik, coşkulu ve deneysel katmanı derin bir çalışma olmasına rağmen müzisyenlerin bahsettiğimiz genişleyen çemberi bir ölçüde sınırladıkları, çok aşırı uçlara gitmeden ama tempoyu ve deneysel çizgisini kaybetmeden ortaya çıkardıkları bir çalışma. “Live At Café Oto” ise adeta bir test ortamında olasılıkların, sınırların zorlandığı ve deneysel açılımların ritim tuttuğu bir atmosfer yaratıyor.

“Spellbound” parçası oldukça güçlü ve insanı yerinden eden bir saksafon / kontrbas atışmasıyla başlıyor. Kısa bir süre sonra devereye giren davulun ihtişamı önümüzdeki yarım saatlik sürecin bir hayli zorlayıcı olacağını kesinler nitelikte. Parçanın ilk bölümü bir koşuşturmaca içinde, dizginlerinden boşalmış üç enstrümanın devamlı burun farkıyla birbirlerinin üstüne binmesiyle yüksek bir devinim içinde gelişiyor. Ara pasajlardaki sololar klasik anlamda sadece parça sonlarında şahit olabileceğimiz bir yoğunlaşmayı daha ilk dakikalardan itibaren bizlere sunuyor.

Enerjisini bir an olsun kaybetmeyen parçada saksafonun yırtıcı haykırışların yanında arada boğuk seslere de kucak açarak çok farklı ve zengin bir palet üzerinde dolandığını görüyoruz. 7 dakika ayrımında ilk görece sakin anlarını yakalayabildiğimiz parçanın bu kısmı adeta ilk bölümü sindirmemiz için basit bir egzersiz niteliğinde. Bu bölümde özellikle vurmalılar ve Wilkinson’un enerjiyi etrafa dağıtan minik çığlıkları oldukça etkileyici. Zillerin arasından kendi yolunu bulan kontrbas da adeta kendi varlığını duyurmak istercesine parçanın ana omurgasına iyice yerleşiyor.

Soluk kesici saksafon soloları 10. dakikaya doğru giderek tempoyu yükseltirken bu bölümde davulun performansı gerçekten etkileyici. Parçanın ortalarına yaklaştığımızda bu canlı performansı yerinde görmenin “nasıl bir keyif” olacağına dair ufaktan düşünceler zihninizde salınmaya başlasa da, davulun ritmik vuruşları üzerinde adeta dansedercesine uçuşan saksafon ve bu çizgi üstü tempoyu başarıyla yakalayan kontrbas bizi yine de olduğumuz yere mıhlıyor.

Üçlü adeta enstrümanlarından oluşturdukları ses kolajında birbiri üstüne attıkları doğaçlama sololarla rengarenk bir resim ortaya çıkarıyorlar. Yarım saatlik bir süreçte çalışma, özellikle 20. dakika civarı mıhlandığımız yerde dahi bizi sarsmaya devam ediyor. Wilkinson’ın canhıraş minik çığlıkları, saksafonundan çıkan oktavsız ses öbekleri ve arka plandaki etkileyici ses oyunları dinleyeni kendinden geçirecek nitelikte. Bunun ardından tekrar bir dinlenme sekansıyla birlikte parça sona doğru enerjisini giderek yükseltiyor ve seyircilerden de hakettiği alkışı topluyor.

30 dakikayı aşan süresine rağmen “Spellbound” tekrara düşmeyen, her köşeye sıkışır gibi olduğunda yeni bir sürprizle kendi yolunu bulan ve üçlünün çalmaktan bizim de takip etmekten yorulduğumuz enfes bir yolculuk sunuyor. Bu elbette ki iki noktanın altını çizilmesini gerektiriyor : Birincisi müzisyenlerin enstrümanlarına olan hakimiyeti ve buna paralel olarak gelişen kendi içlerindeki denge. Diğeri ise tüm bu delicesine tempo içinde mutlak suretle tutunacak bir dal bulmaları ve ayağı yere basar bir şekilde tüm yaratıcılıklarını sergilemelerindeki maharetleri. “Live At Café Oto” kaydını bu kadar özel ve dinlenesi yapan farklı lezzetin de bu olduğunu belirtmek mümkün.

“Recoil” parçası bir anlamda ufak bir moladan sonra “Spellbound”un devamı niteliğinde. Wilkinson’un ıslıkları, haykırışları ve Noble’ın davul üzerindeki seri vuruşlarıyla benzersiz bir girişe sahip olan “Recoil” ardından minik kontrbas dokunuşları ve ritmik bir davul melodisiyle kendi yolunu çizmeye başlıyor. Parçanın ortaları yine muhteşem bir saksafon / davul kapışmasına sahne oluyor. Tükenmek bilmeyen bir enerji ile basılan her bir nota karmaşık bir labirentin içinde önümüzde açılan yollar gibi bizi bambaşka yerlere sürüklüyor ve sonunda, ne nerede olduğumuz ne de oraya nasıl geldiğimizle ilgili herhangi bir bilgi kırıntısı dahi kalmıyor. Bir nevi ruhsal bir sterilizasyona eşlik ediyor müzik.

Kısa olarak değerlendirilebilecek bu 40 dakikalık süre boyunca bir anlamda boyut değiştiren bir müzik, aynı kişi olmasına rağmen sürekli farklı kıyafetlerle / rollerle önümüze çıkan bir oyuncu gibi bizi binbir değişik duyusal lezzetin peşine takıp sürüklüyor. Müzik de bizimle birlikte nefes alıyor ve evriliyor. Sanırım gözlerimiz kapalı bir şekilde performansın gerçekleştiği ortamı hayal etmek istesek de, buradaki samimi, gerçek, yaratıcı ve araştırıcı tavır kayıt üzerinden de olsa kendi varlığını güçlü bir şekilde hissettiriyor. Kulak kabartmaya değer nitelikte enfes bir 40 dakikanın bu albümde sizleri beklediğini belirterekten sözlerimizi sonlandıralım...

Oğuz Büyükberber. Ara. AK Müzik. 2009.

Bu değerlendirme Cazkolik web sitesi için yazılmıştır... ( www. cazkolik.com )

AKsi-isTİKAMET’in Cazkolik çatısı altında yola çıkış manifestosunun en hatırı sayılır ifade kümeciği “bilinçli bir alternatif güzergah oluşturma gayreti” olarak özetlenince, eleğimize takılacak çalışmaları belirlerken bu kıstası ön planda tutmak da birincil bir görev haline geliyor. Bu kulak keskinliğini elbetteki piyasaya sürülen tüm çalışmalara hakkaniyetli bir şekilde dağıtmak oldukça güç. O yüzden de öncelikli amacımız en güncel olanı vermektense çizmeye çalıştığımız çerçeveye uygun düşen çalışmaları ön plana çıkarmak olduğu için, zaman zaman geriye dönüşlerle derdimize deva olmuş albümlere de bu sayfalarda yer verme çabasında olacağız.

Yeni yazımıza konuk edeceğimiz çalışma bu açıdan 2009 yılının ortalarında piyasaya verilmiş bir albüm olmasına rağmen, adete bu köşenin mihenk taşlarını belirleyen kurgusal yapının etkileyici bir izdüşümü niteliğinde. O yüzden geç kalmış olsak da söz konusu albümden bahsi açarak payeyi verelim ve albümün hakettiği şekilde bu satırlarda kalemimiz el verdiğince bir anlatıcı / aktarıcı olalım isteriz. Değerlendirme gayretine girişeceğimiz çalışmamızın bir diğer dikkat çekici özelliği, en azından AKsi-isTİKAMET köşesi için, ilk defa bir Türk müzisyenin albümüne odaklanıyor olması. Daha fazla uatmadan mercek altındaki albümün Oğuz Büyükberber’in 2009 yılında AK Müzik etiketiyle piyasaya sunduğu çalışması “Ara” olduğunu belirtelim.

Tahmin ediyorum ki, Cazkolik takipçileri bu ismi ziyadesiyle yakından tanıyor ve biliyor. Halihazırda “Ara” albümü ilk yayınlandığında da Cazkolik satırlarında kendine yer bulmuş bir çalışma. Bu nedenle yazının içerik ağırlığı biraz daha parçalara ilişkin yorumlara kayacak olsa da, Türk cazının bu önemli isminden en azından hatırlatıcı mahiyette birkaç cümleyle dahi olsa bahsetmek kalemimizin ve boynumuzun borcu olsa gerek.

Büyükberber 1994 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Akademisi İç Tasarım Bölümü'nden mezun olduktan sonra 2000’li yıllarda uzunca bir süreyi Hollanda’da geçirerek, Amsterdam Konservatuarı’nda basklarnet eğitimine devam etmiş bir müzisyenimiz. 90’ların başından bu yana müzik üreten bir isim olarak 30’un üzerinde eserde adı geçen Büyükberber’in, sadece kendi adıyla yayımladığı çalışmaları da var (Ada Müzik etiketiyle yayımlanan "Velvele" ve "Canlı" gibi). Katıldığı özel projeleri, festivalleri listeye şimdilik dahil etmiyoruz. Nasıl olur diyerek detayını okumak isteyenleri etraflica hazırlanmış bir okuma seansı için Büyükberber’in sitesine davet ediyoruz (http://www.oguzbuyukberber.net/Site_1/music.html). Aynı zamanda görsel sanatlarla da uğraşan üstadın videolarına da göz atmakta fayda var (http://vimeo.com/channels/obbvisualart). Kişisel favorim uĞURth3 b ve 1000 isimli çalışmalar.

Oğuz Büyükberber’in her satırında önemli işlere imzasını attığı çalışmalar ve projeler arasında bazılarını anımsatmakta yarar var. Hatta bunu geniş bir perspektif dahilinde bir şekilde farklı rollerle de olsa içinde yeraldığı çalışmalar olarak açımlarsak profilin etkileyiciliğini daha net kavramak mümkün. Örneğin Laço Tayfa’nın Bergama Gaydası çalışmasında ünlü isim Butch Morris’in yardımcısı rolünde. Craig Harris’i Barbaros Erköse ile, Brooklyn Funk Essentials’ı Laço Tayfa’yla biraraya getiren projelerde koordinator rolünde. Festival ayağını saymakla bitmez ama birkaç anımsatma: 1993 yılında 4. Efes Pilsen Blues Festivali’nde, 1996’da 1. ODTU Jazz Festivali’nde, 1996’da 6. Akbank Caz Festivali’nde, 1997’de İstanbul Müzik Günleri’nde, 1998’de Parliament Superband Jazz Festivali’nde (ve elbetteki çoğunda ilerleyen yıllarda tekrardan farklı projelerle) yeralmış Büyükberber. Bu uzun listede bizim biraz daha fazla gözümüze çarpanlar arasında ise 2009 yılında Porto Klarnet Festivali, 2006 yılında Londra Caz Festivali ve 2004 yılında Berlin’deki Club Transmediale Festivali ile North Sea Jazz Festivali var. Bir de zamanında ziyadesiyle etkisinde kaldığımız ctrl_alt_del projesinin DVD olarak piyasaya çıkan versiyonunda “Ara” albümünde de yanında yeralan Robert Van Heumen ile birlikte ortak ürettikleri bir parça da var Büyükberber’in diyerek biraz da albümden bahsedelim.

Albümün açılışı ardı ardına gelen iki solo basklarnet parçasıyla yapılıyor. “açış” ve “kenarlar”. Her iki parça da cümle alemce zor bir enstrüman olarak tanımlanmış basklarnetin maharetle geniş bir skala üzerinde çizdiği renkli kompozisyonlarla derinlikli bir altyapıyı içimize işliyor. Özellikle “açış”ta parmak dokunuşlarının çıkardığı seslerin uyandırdığı samimiyet ve yakınlık, tınılarla beraber çıktığınız egzantrik bir yolculukta size eşlik ediyor. Büyükberber enstrümanıyla birkaç dakikalık kısa bir sürede neler yapabileceğini sergilerken, farklı ses renklerinden bezediği parçalar, bir yandan basklarnetin sesini kulaklarımıza daha bir aşina kılarken bir yandan da ara pasajlarda hüzünlü dokunuşlarla gönül tellerimizi titretmeyi beceriyor.

“açış” başlangıçta hızlı bir tonda akarken ikinci bölüme doğru dinginleşerek sahneyi “kenarlar”a bırakıyor. Bu defa daha değişken bir kurguyla karşılıyor Büyükberber bizi. Arayışın ilk soru işaretlerini ikinci parçayla birlikte hissetmeye başlıyoruz. Adeta basklarnet birşeyleri sorguluyor ve ardı ardına gelen sekanslarla orta yoldan çıkmaya başlıyor. Parçanın ortaları gerçekten ekstra bir kulak kabartmayı hakeder nitelikte zengin bir içeriğe sahip. Sesler arasındaki geçişler ve sanatçının hakimiyet alanında yeşeren bir doğaçlama, bizi biraz daha albümün içine çekmeye başarıyor; sonraki parçalar için de daha bir dikkatli olmamız gerektiğini net bir şekilde hissettiriyor. Velhasıl “kenarlar”ın bu derinlikli ve değişken yapısıyla oldukça etkileyici bir parça olduğunun altını çizelim ve devam edelim.

Bir sonraki parçayla birlikte albümün bu satırlara konu olmasına bir şekilde vesile olan canlı elektronikler de ciddi ciddi rol kapmaya başlıyor. “….. altında” isimli parçada Oğuz Büyükberber basklarnetin yanısıra elektronik ses dünyasının da derinliklerine doğru etkileyici bir keşif gezisine çıkarıyor bizleri. Adeta su altından gelen bir ses öbeği ile açılan parça dört dakikalık süre boyunca basklarnetle nefessiz bir yarışa girişiyor. Gergin ve haşin bir atmosfer yaratan elektronik kurgunun arka planına deneysel dokunuşlarla farklı bir katman ekleyen basklarnet, bu parça ile birlikte albümde adeta bambaşka bir sayfa “ara”lıyor. Basklarnetin acılı haykırışları ile bütünleşen elektroniklerden gelen kozmik sesler gerçek anlamda bir öte dünyanın perdesini de “ara”lamayı başarıyor. Tek kelimeyle anlat derseniz nefes kesici der bir kelime daha çalarız sözlükten…

Dördüncü parça albümde ilk defa Büyükberber dışında bir ismin de katkısının olduğu “duo”. Büyükberber klarnet ve canlı elektroniklerde başroldeyken, Creative Sources etiketinden çıkardığı çalışmalarına aşina olduğumuz Robert Van Heumen de yine canlı elektroniklerde kendisine eşlik ediyor. Bir test odası ortamı yaratılan çalışmada klarnet fazla ön plana çıkmadan kendine bir figüran rolü alırken, canlı elektronikler sert tonlarla kulaklarımızı bir kademe daha zorluyor. Bu defa daha metalik, daha köşeli ve rahatsız edici bir ses kümesi çıkıyor karşımıza. Klarnet ara ara ön plana çıkmak için birkaç adım atsa da elektronikler yavaş yavaş ele geçirmeye başladıkları başrol oyunculuğunu hemen teslim etmemekte direniyor.

“içine su dolmuş” parçasında yine sadece Büyükberber’i görüyoruz. Canlı elektronikler ve basklarnet. Bu defa her iki taraf da biraz daha sakinleşmiş, kendi aralarında bir denge yakalamaya çalışıyor gibi. Karşılıklı uzayıp giden bu başat koşturmacada özellikle basklarnet kendi ağırlığını hissettirmeye çalışsa da elektronikler de hiç aşağı kalmıyor. Parça ortalarında bir hiddetlenme, göğüs kabartma halleri var ki gerçekten çok etkileyici. Son sözü basklarnet söylüyor ve elektronikler rücu ediyor.

“duo 2-I” ve “duo 2-II” de ise Büyükberber’e Tobias Klein (basklarnet ve canlı elektronikler) eşlik ediyor. Özellikle ilk bölümde elektronikler biraz daha bastırılmış bir şekilde arka plana gömülmüşken, ilerleyen dakikalarda klarnetin dürtüklemesiyle ortam tekrar kızışıyor. Bu bölümdeki kurgularda rahat takip edilebilir melodilerden ziyade minik / doğaçlama ses kümecikleri var. İkinci bölümde tempo daha yüksek, daha kesik ve süratli atışmalar var. Bir adım ötesi kaos olacakken tam sınırda durulan bir nokta. Sanatçının doğaçlamada kendini kaybetmemesi, enstrümana hakimiyetin getirdiği içgörüyle baştan zaten rotasını belirlemiş olması diye açımlanabilecek bir nokta bu.

“indim” albümün sonlarına yaklaşırken canlı elektroniklerin de yeraldığı bu uzunca bölümün son parçası olma özelliği taşıyor. Basklarnet ve elektroniklerin elele dinleyene kılavuzluk ettiği bu birkaç dakikalık süreçte Büyükberber yine bize farklı bir ses yelpazesinin muhteşem çeşitliliğini sunuyor.

Sonraki iki parça “kağıt kesici eşliğinde” ve “teğet” görece sakin bir ortamda bizi finale doğru yaklaştıran adımları atıyor. Bu parçalarda klarnet ve basklarnette yine Büyükberber solo çalıyor. Özellikle “kağıt kesici eşliğinde” yaratmayı başardığı değişik atmosfer ve albümün genelindeki çizgiden farklı bir skalada yeralan omurgasıyla elimizdeki çalışmanın değerini biraz daha artıran olumlu bir katkı yapıyor.

Kapanış 16 dakikalık oldukça uzun bir parçayla geliyor. “le dechirement des petales”. Bu parçada Büyükberber’e basklarnet ve canlı elektroniklerde Tolga Tüzün eşlik ediyor. İtiraf etmeliyim ki bu uzunca parça albümün genelinde olduğu gibi yüksek seviyeden bir alkışı hakediyor. Her anında alışılmadık bir renge bürünen albümün adeta bir özeti niteliğinde olan parçada daha steril bir ortam karşılıyor bizi. Karşılıkla atışmalarla yükselen ateşli bir ortamdan ziyade bir kapalılık hissi ile adım adım gelişiyor parça. Bu bölümlerde enstrümana olan hakimiyete had safhada yakından şahitlik ediyoruz.

Virtüözite, yaratıcılık, cesaret, deneysellik, sorgulama. Kısacası bir çalışmayı farklılaştırabilecek her türlü malzemenin maharetle karıştırıldığı / arandığı ve enfes lezzetler sunan bir albüm “Ara”. Büyükberber’in sıklıkla belirttiği gibi bir arayış albümü olan çalışma gerçekten birçok keşfi içinde barındırıyor. Özgün bir dille ortaya çıkarılan albümü bir janra dahil etmek zor olsa da elektroakustik bir çalışma olarak tanımlamak hatalı olmayacaktır.

Büyükberber’in bu çalışması farklı bakışlar, yorumlar, algılamalar arasındaki ikili dünyanın ters yüz edilip sanatçının kendi perspektifinden süzülmüş bir halini özetliyor. Doğaçlama da var, beste de var, solo da var duo da var, hem akustik hem elektronik. Birçok iki kutuplu geniş düzlemin içiçe geçirildiği, yakınlaştırıldığı, her iki tarafı da çözümleyici bir üçüncü okuma dilinin yaratılmaya çalışıldığı etkileyici bir albüm “Ara”.

Son sözleri Büyükberber’in albüme ilişkin röportajlarındaki (sanatçının web sitesinden bu yazıları okumak mümkün) birkaç ifadesine bırakalım: “Beni bugüne kadar etkilemiş olan birçok müziğin farkında olarak geliştirilmiş özgün bir anlatım dili kullanarak icra edilmiş, çoğunluğu solo klarnet müziğinden oluşan elektroakustik bir müzik”. “Arayış sonucu ulaştım Ara'ya... Bu isim farklı kavramlar arasında gidip gelmeye, arada bağlantı kurmayı işaret ediyor. Ülkeler, kültürler, diller, görüntüyle sesler, Türk Müziği'nden klasiğe farklı ses evrenleri, akustikle elektronik, doğaçlamayla kompozisyon arasında gidip geliyor. Arada olmak benim tercihim değil, ancak merakımı çeken, aşık olduğum sesler, renkler kavramlar, beni bu noktaya getirdi. Kimilerinin eklektik dediği bu noktada olmaktan şikayetçi değilim. Başa gelen çekilir. Ancak arada kalmak, Araf'ta olmak ya da tereddüt hali gibi değerlendirilmemeli. Farklı ögelerin olumlu yönlerini bir araya getiren bir tercih, bir arayış.”