13 Aralık 2010 Pazartesi

Jean-Marc Foltz.Matt Turner.Bill Carrothers. To The Moon. Ayler Records. 2010

Bu değerlendirme Cazkolik web sitesi için yazılmıştır...( www.cazkolik.com )

Yazın arsızca iflahımızı kesen İstanbul sıcakları sonrası Eylül ayı ile birlikte resmi açılışı yapılan sonbahar henüz kendisini yeterince hissettirememiş olsa da, biz AKsi isTİKAMET köşesindeki yazılarımıza biraz daha depresif sularda yıkanmış, lirizmle romantizm arasında gidip gelen, ağırkanlı olduğu kadar karanlık ama bir o kadar da keyifli sayılabilecek bir albümle devam ediyoruz. Ayler Records etiketiyle geçtiğimiz aylarda yayınlanan To The Moon isimli albümde bizi etkileyici bir trio performansı karşılıyor. Klarnette Jean-Marc Foltz grubun başını çekerken, yanı başında kendisine çelloda Matt Turner ve piyanoda Bill Carrothers eşlik ediyor.

2000 yılında İsveç’te kurulan Ayler Records bugüne dek özellikle free jazz janrında yayınladığı gerek güncel çalışmalar gerekse de arşiv niteliği yüksek eski albümler ile kendi alanında önemli bir yer teşkil etmiş plak şirketlerinden biri. Halihazırda yüzü aşkın çalışmanın yeraldığı bu etkileyici katalogda ilk çırpıda göze çarpan isimlerden bazılarını analım isteriz: Joelle Leandre, Frode Gjerstad, Peter Brötzmann, Hamid Drake, William Parker, Henry Grimes ve elbette Albert Ayler...

Fransız klarnetçi Jean-Marc Foltz birçok farklı projenin içinde yeralan bir isim: Sébastien Boisseau ve Christophe Marguet ile birlikte Jean-Marc Foltz Trio olarak, Stephan Oliva ve Bruno Chevillon ile ayrı ayrı duo ve her ikisiyle birlikte yine trio olarak çalan müzisyen, ayrıca Armand Angster ve Sylvain Kassap ile birlikte üç klarnetten oluşan dikkat çekici bir trio projesinde de yeralıyor.

Matt Turner ise günümüzün en hayranlık uyandırıcı doğaçlamacı çellistlerinden biri olarak anılıyor. Aynı zamanda piyano da çalan Turner, standart cazdan avangarda ve alternatif rock’a dek uzanan geniş bir müzikal yelpazede kendine sağlam bir yer edinmiş durumda. Kendisinin eğitimi esasında Dave Holland gibi usta bir müzisyenle birlikte çalışmış olduğunun da altını çizelim.

Albümde piyanoda karşımıza çıkan Bill Carrothers ise öncelikle bugüne dek denk geldiğim en eğlenceli ve renkli caz müzisyeni web sayfasına sahip. Carrothers onlarca albüm ve çeşitli ödüllerin eşliğinde 30 yıla yakın süredir piyanosunun başında olan değerli bir müzisyen kısaca...

To The Moon üç müzisyenin dengeli bir doğaçlama yaklaşımı içinde ortaya çıkmış, oldukça dingin, uçlarda gezinmeyen ama belirli bir alan dahilinde kendi meşrebince zenginliklere yerveren bir çalışma. Zaman zaman melodik bir kurgunun farkedilebilir kıvama getirildiği, ama sıklıkla birbiriyle kısa cümlelerle sohbet eden üç enstrüman eşliğinde kendi yolunu bulan bir albüm To The Moon. Albümün genelinde ekip içinde özellikle klarnette Jean-Marc Foltz biraz daha çizgi dışı bir güzergahta ilerlese de piyano ve çello kendi rotalarında fazla sapmalara izin vermeden keyifli bir performans sergiliyorlar.

Albüm soyut bir lirizm ile modern bir romantizm arasında yaptığı gitgellerle bazen arkamıza yaslanıp tatlı bir huzuru içimize şırıngılarken, bazen de anlık uyarılarla sıradanlığın gevşekliğinden bizleri kurtarıp parçalara farklı ve taze bir pencereden bakmamızı sağlıyor.

Albümün açılışı cazdan ziyade klasik müzik referanslı bir tonlama ile birlikte naif piyano melodileri eşliğinde düşük tempolu küçük cümleler kuran çellonun liderliğindeki Moonfleck ile yapılıyor. Adeta hüzün yüklü bir senaryonun notalara döküldüğü parçalarda klarnet de ara pasajlarda kendine yer edinmeyi başarıyor.

Ağır tempolu açılışın ardından görece hareketli bir parça olan Black Butterflies geliyor. Piyano ve klarnet eşliğinde gelişen parçada aynı kısa cümlelerin bu defa karşılıklı olarak söylendiğine şahit oluyoruz. Klarnetin tonu gerçekten etkileyici ve sürükleyici. Parçanın sonlarına doğru eş zamanlı bir kurgu dahilinde üstüste konuşan sesler arasında sıyrılıp son sözü söyleyen yine klarnet oluyor. Black Butterflies müzikal dokunun yorumlanışındaki farklılığın albüme getirdiği nitelik farkını hissedebilmek adına etkileyici bir örnek olarak geride kalırken başlayan A Pale Washerwoman endişeli bir melodik yapı içerisinde gelişiyor. Ardından gelen Knitting Needles’da da kısmen aynı hislere kapılmak mümkün. Yapısal olarak Knitting Needles albümde deneysellik açısından bir adım öne çıkan kimliğiyle dikkat çekiyor. Her üç müzisyen de bu parçada o ana dek ipuçları hiç verilmemiş bir yorumla karşımıza çıkıyorlar. Klarnetin boğuk sesleri arasında Michael Nyman’ı anımsatan repetitif bir çello ve perküsyon kurgusu (bu parçada Carrothers piyanonun içine dalıyor adeta) bu parçayı albümün en farklı çalışması haline getiriyor.

Romantik vurgusu oldukça kuvvetli Moondrunk içli piyano dokunuşlarıyla başlıyor. Klarnet uçuşan melodilerle elele tutuşarak huzurlu ve dingin bir yolculuğa çıkarıyor bizleri. Takip eden Crosses da benzer titreşimler salıyor aslında içimize. Memleket hudutları dahilinde canlı görmek konusunda içimin yanıp tutuştuğunu bir kez daha itiraf edeceğim David Darling’in ECM etiketli albümlerini anımsatan derin ve çok boyutlu çello bu iki parçada başrolü üstleniyor. Klarnetiyle Jean-Marc Foltz ve piyanoda Bill Carrothers bu parçalarda yaptıkları minik eklemelerle biraz daha eşlikçi rolündeler. Gallowas Song isimli parçayı bile bir nebze bu gruba dahil etmek mümkün. Ancak bu defa üçlünün arasında daha dengeli bir görev dağılımı söz konusu. Bu parça için altı çizilmesi gereken ayrı bir not ise özellikle ikinci yarıda daha serbest bir söylemle, biraz daha isyankar ve ısrarcı bir tona kavuşan klarnet ve piyanonun karşılıklı atışmalarının büyüleyici derinliği.

Son bölümde yeralan Old Pantomimes, To Colombine ve kapanışı yapan Prayer yine sakince bir atmosfer içinde ilerleyen lirik parçalar. Prayer albümdeki doğaçlama yoğunluğunun bir nebze daha yakından hissedildiği bir parça olarak etkileyici bir kapanış performansı sergiliyor.

To The Moon üç usta müzisyenin kendi aralarında yakalamayı başardıkları farklı bir dilin minik kompozisyonlara yansımasını içeren nitelikli bir çalışma. Ana yolun dışına fazlaca taşmadan güzergah içindeki salınımlarıyla kimliklendirilen bu doku tüm albüm boyunca içten, derin ve naif bir yaklaşımla ele alınarak başta da belirttiğimiz gibi lirik / romantik referansları da yüksek oktanlı bir hale döndürülmüş durumda. Bu haliyle hiç de yorucu olmayan albüm fazla renge bulanmamış soyut bir tablo gibi içimize işleniyor.

Sonbahar mevsimine uygun tınılar barındıran çalışmayı bir anlamda aynı kelimeler üzerinden farklı dünyalara ve algılara kapılar açan şiirlere benzetmek de mümkün. Son bir not olarak az ama özlü sözlerle iteklendiğimiz bu yeni çağrının peşinde gözler kapalı, ardımıza yaslanmış tatlı bir rüyaya dalmak için özellikle akşam saatlerini salık vermek isteriz.

1 Kasım 2010 Pazartesi

fasitdaire plays 2010 @ arkaoda / 3 kasım @ 21:30


Sahne 03. Plan 11. Akşam saat 21:30 sularıdır. 2010, odaya girip çıkanlara aldırmaksızın adım adım kendi hazin sonuna hazırlanmaktadır. Pılını pırtısını toplayıp gitmeden son bir defa kapı aralığından Arkaoda’ya bakmaktadır. Ardında bırakacağı izlerin tazeliğine rağmen, bir gün unutulacağı endişesiyle birlikte içini kaplayan sıkıntı gittikçe büyümektedir sanki. Aniden aklına kendince dahiyane bir fikir gelir. Yüzüne gülüp ardından sövenlere güzel bir oyun oynamak niyetindedir. Kapıyı çarpıp gitmeden arkaoda’nın kabinine üzerinde “fasitdaire” yazan bir kutu bırakacaktır. Bizzat kendi elleriyle pişirdiği IDM ve glitch kurabiyeler, abstract serpiştirilmiş bisküviler, minimal minimal kesilmiş şekerlemeler dolu bir kutu...Elbette her birini nefis bir elektronika sosuna bandırarak yapacaktır bunu. Derin bir nefes çeker, artık içi rahattır; kapıya doğru yönelir...

fb : http://www.facebook.com/event.php?eid=125658070826283&index=1

5 Ekim 2010 Salı

Pan Sonic. Gravitoni. Blast First. 2010 ( minima )

90’lardan bu yana elektronik müzik sahnesinin en önemli isimlerinden biri olan Pan Sonic ( Ilpo Vaisanen ve Mika Vainio ) yeni albümüyle bizi tekrar yerimizden sıçratmayı becermiş görünüyor. Hemen tanınabilir tarzlarıyla ve her daim farklı projelere nitelik katan varlıklarıyla Pan Sonic deneysel elektronik müziğin önemli referans noktalarından biri aslında. Gravitoni ikilinin elektroniklerde neredeyse sınır tanımaksızın uçlarda gezindiği ve sıklıkla endüstriyel vurguları ön plana çıkan sert, tavizsiz ve kendi sözünü dikte eden bir çalışma. Örneğin açılışı yapan “Voltos Bolt” ve takip eden “Corona” veya “Trepanointi” gibi parçalarda bir an kendinizi darbeli matkap sesleri arasında yıkılan bir binanın içindeymiş gibi hissedebilirsiniz. Öte yandan “Fermi” ve “Kaksoisvinokas” gibi parçalarda ilk dönem Pan Sonic tınılarını ve sıcaklığını da yakalamak mümkün. Daha melodik, canlı ve rafine seslerden kurulu bu parçalar albümün bir nebze dengelenmesini sağlıyor açıkçası. Bunlar arasına serpiştirilmiş geçiş parçaları ise özellikle grup elemanlarından Mika Vainio’nun solo albümlerinde rastlanan daha drone tandanslı, karanlık ambient ögeler barındırıyor. Pan Sonic ne yapsa dinlenir diyerek arşive koymakta fayda omakla birlikte, cihazın ses ayarlarını kontrol etmeden “çal” düğmesine basmamanızı tavsiye ederiz.

ÇS. Clicks . Cuts 5.0 Paradigm Shift. Mille Plateaux. 2010 ( minima )

Mille Plateaux ( isim felsefeci Gilles Deleuze ve Felix Guattari ikilisinin aynı adlı kitabından geliyor ) etiketi glitch, clicks & cuts, minimal techno velhasılı deneysel elektronik müzik sevdalılarının 90’lı yıllardaki bir numaralı mabediyken, dağıtım ayağında yaşanan finansal sorunlar nedeniyle 2000’li yıllarda birkaç minik yeniden canlanma denemesi dışında etkin bir role bürünemeyen bir etiket haline geldi maalesef. Nihayet son olarak Total Recall isimli dağıtım zinciri yörüngesine giren etiket, 2010 yılında üç çalışma birden yayımladı. 2000’lerin başında özellikle glitch janrı için en nadide derleme albümler olarak anılan Click & Cuts serisinin devamı olan bu çalışmada Aoki Takamasa, Ametsub, Loom, Marow ve Alinoe gibi grupların parçalarında görece dingin ve minimal yapılandırmalar eşliğinde örülen elektronik bir ses atmosferi bizi karşılıyor. Daha ziyade kulaklıklarda ses hanesine yüklenerek meditasyon şeklinde dinlenebilecek bu parçalar daha önceki Click & Cuts derlemelerine paralel bir kimyaya sahip. Ancak albümün adından anlaşılacağı üzere kalan parçalarının birçoğunda daha gergin, hırçın ve agresif bir söylem söz konusu. Daha çiğ ve kuvvetli sesler, aritmik yapılar içinde eritilerek rahatsız edici bir dil yaratılmış. Özetle Mille Plateaux mu ? Koy sepete…

pq. You'll Never Find Us Here. Expanding. 2010 ( minima )

Maarten Vandewalle ve Samir Bekaert’ten oluşan pq Belçika orijinli bir grup. İlk albümlerini; Benge, Vessel, Stendec, Flotel, Sovacusa gibi isimlere evsahipliği yapan Expanding Records etiketiyle çıkaran grubun çalışması dingin sularda gezinen, akustik piyano ve gitar tınılarıyla bezenmiş başarılı bir indietronica denemesi. Sinematik vurgusu da bir hayli kuvvetli olan albümde, ambient-akustik melodilerin elektronik serpintilerle bezendiğini görüyoruz. Hemen tüm parçalarda gitarın bir adım ön planda olduğu çalışmada, melodik yapıları kuvvetli ve daha dengeli bir yapı üzerine kurgulanan “La Chapelle”, “The Blind Architect”, “Hidden Track”,“In Praise” ve “Hold Me” isimli parçalar bir adım daha öne çıkıyor. pq bu ilk albümüyle takdiri hakederek sonraki çalışmalarına kulak kabartmakta fayda olacağının sinyalini veriyor olsa da, grubun elektroniklerde yakaladığı nitelikli kurguyu akustik enstrüman kullanımlarına pek yansıtamamış olmaları albümün zayıf noktalarından birini oluşturuyor. Akustik kısmın daha statik ve uyuklatıcı bir modda olması sorununun zaman zaman aşılabildiğini en iyi gösteren parça minimal tekno tandanslı kurgusuyla dikkat çeken, yüksek ritimli kapanış parçası “Somebody Should Repeat My Summer”. Gruba geçer not vermekle beraber biraz daha çalışma gerekir diyerek muhalefet şerhimizi de düşelim isteriz.

Greie Gut Fraktion. Baustelle. Monika. 2010 ( minima )

Greie Gut Fraktion, en nihayetinde birlikte bir albüme imza atma kararı almış çok önemli iki Alman bayan müzisyenin ortak projesi. AGF adıyla da bilinen şair ve şarkıcı, Antye Greie Fuchs ile, geçtiğimiz yıl Babylon’da da sahne almış olan ve son 30 yılın Almanya’daki elektronik müzik sahnesinin et etkin figürlerinden biri olan Gudrun Gut’un ortak çalışması olan Baustelle, Gut’un kendi plak şirketi olan Monika etiketiyle yayımlandı. Her ikisi de salt müziğin ötesine geçmeyi başarabilmiş bu iki ikonik figürün çalışması da nefes kesici bir dinleti vadediyor aslında. Karizmatik vokaller, primitif perküsyon darbeleri ve bunlar arasında serpiştirilmiş elektronik kurgular tam bir kulak ziyafeti sunuyor. Ara pasajlarda sertleşen ve hırçınlaşan parçalarda ikili özgün bir dil yakalamayı beceriyor. AGF’nin solo albümlerinde de karşımıza çıkan yankılı ve katmanlı ritimler Gut’un bir Almanca öğretmeni tarzındaki vokallerine eşlik ediyor. Albümde bol bol törpülenmiş endüstriyel tınlar arasına yedirilmiş kırılgan ve naif bir çizgi de var. Gut sonrasında özellikle solo performanslarını çok güçlü görsellerle destekleyen Antye Greie Fuchs’u da tez zamanda memleket sınırlarında canlı seyredebilmenin ümidiyle şiddetle tavsiye ettiğimiz bir çalışma.

Max Richter. Infra. FatCat. 2010 ( minima )

Max Richter’in son çalışması 2008 yılında The Royal Opera House’da ( Londra ) sahnelenen bir bale gösterisi için kendisine sipariş edilmiş 25 dakikalık eserden yola çıkıyor. Albüm versiyonu piyano, elektronikler ve bir yaylılar beşlisi için genişletilmiş olan çalışmada Richter’in çağdaş bir besteci olarak yalın, zarif, belki biraz kırılgan ama bir o kadar da kendinden emin müzikal dilinin yansımaları var. Almanya doğumlu İngiliz besteci / piyanist Richter, Infra’da kendine has bir akıcılığın içine yerleştirilmiş naif melodiler arasında keyifli bir yolculuğa hazırlıyor bizleri. Michael Nyman ve Philip Glass gibi isimleri anımsatan çalışmada özellikle yaylı partisyonlarında derin bir hüzün seziliyor. Albümün genelinde ise gizemli ve keşfedilmeyi bekleyen tınılar arasına ustalıkla yerleştirilmiş bir kararsızlık halinden bahsetmek mümkün. Zaman zaman gerginleşen kurgusuyla albüm adeta bir film müziği olarak gözlerimizde fiktif sahnelerin canlanmasına yolaçıyor. “Journey” ve Infra” isimleriyle numaralandırılmış 12 parçadan oluşan albümde özellikle elektronik motiflerle zenginleştirilmiş bölümler çalışmaya farklı bir lezzet katıyor. Belirgin ana temalar üzerinde minik oynamalarla gelişen albüm, Richter’in adeta enstrümanlar üzerine kurguladığı bir diyaloğu anımsatıyor ve bestecinin yeteneğini başarıyla gözler önüne seriyor.

Taylor Deupree. Shoals. 12k. 2010 ( minima )

Taylor Deupree her daim kulaklarımızı kabarttığımız Amerika orijinli 12k etiketinin kurucusu olarak oldukça üretken bir müzisyen profiline sahip. Yaklaşık üç yıllık bir aranın ardından kendi etiketinden çıkardığı “Shoals” albümü enteresan bir arka plan hikayesini de içinde barındırıyor. Deupree 2009 yılında York Üniversitesi Müzik Araştırma Merkezi tarafından dersler vermek için İngiltere’ye davet ediliyor. Sonrasında okulda karşılaştığı zengin gamelan enstrümanları ( Endonezya’nın Java ve Bali adalarına ait ) koleksiyonu aklını çeliyor ve enstrümanları çalmak yerine farklı yöntemlerle ( vurma, sürtme vb. ) elde ettiği ses ve tınıları özel bir bilgisayar programında harmanlıyor. Be esnada bol miktarda farklı ses de ( Deupree’nin etrafta dolaşması, enstrümanları temizlemesi gibi sesler ) kayıt altına alınıyor. Sonrasında tüm bu döngü, ses ve tınılar bir kez daha 12k stüdyolarında detaylı bir işçilikle gözden geçirilip, sonuçta dört uzun parçadan meydana gelen “Shoals” albümü ortaya çıkıyor. “Shoals” derinlikli yapısı, çok katmanlı atmosferi ve bunlar arasında gizlenmiş incelikli dokusuyla enfes bir dinleti sunuyor. Oktavı artırılmış rafine elektronik seslerle zenginleşen çalışma hipnotik ve sakinleştirici kurgusuyla gerçekten dikkatli bir dinlemeyi ve yüksek bir notu ziyadesiyle hakediyor.

Alternatif Rock Sahnesinin 20 Yıllık Samimi Sesi : Tindersticks

Klavyenin başına özel bir Tindersticks yazısı için kurulmadan, grubun ilk albümlerinin 1993 tarihli olduğunu görünce; insan ister istemez orta yaş kulvarında bir düşük vitesle yol almaya başlayan biri olarak, zamanın ne denli hızlı ve geri dönülemez biçimde yol aldığını düşünmeden edemiyor. Bugüne değin dünya müziğinin önemli temsilcilerini İstanbul’a taşıyan Mavi Müzik Geceleri kapsamında 20-21 Eylül’de Babylon’un sezon açılış konserleri için sahne alacak olan Tindersticks’in 20 yıl boyunca zihinlerimize akıttığı benzersiz işitsel ve görsel hatıralar arasında biraz da iç geçirerek yapılan bu yolculuğun seyir defterinde, hüzün ve melankoliye sarmalanmış zamansız bir müzikal dil ve küçük seslerle söylense de çok derinlere işleyen etkileyici hikayeler var.

Aslında 1988 yılında kurulan Asphalt Ribbons grubu birkaç yıl sonrasında 90’ların en önemli ve etkili İngiliz gruplarından biri olacak olan Tindersticks’in bir nevi çekirdeğidir. Grubun “Old Horse” EP’sindeki ekip tek bir müzisyen dışında ilk “Tindersticks” kadrosu ile aynıdır: Stuart Staples (vokal), Dave Boulter (org ve akordeon), Neil Fraser (gitar), Dickon Hinchliffe (gitar ve yaylılar), Al Macauley (davul ve vurmalılar) ve John Thompson’dan (bas) oluşan kadrodan basçı John Thompson’ın ayrılması ve yerine Mark Colwill’in gelmesiyle birlikte Nothingham çıkışlı grup Tindersticks de kendi yolculuğuna başlayacaktır.

1992 yılında ilk demolarını kaydetmeye başlayan grup, yılın sonunda “Patchwork” isimli single çalışmasını ve ardından 1993 yılında kendi adlarıyla anılan ilk albümlerini yayımlar. 90’lı yıllara silinmeyecek izler bırakacak olan Tindersticks müziğinin tüm ipuçlarının benzersiz bir maharetle işlendiği nefis bir dinletidir bu ilk albüm. Yaylı partisyonuyla unutulmazlar arasına giren açılış parçası “Nectar”, Staples’in abartısız bariton vokallerine eşlik eden keman sesleri ve derinlikli atmosferiyle “Tyed”, gitar rifleri ve keman arasında gidip gelen yüksek temposuyla dikkat çeken “Whiskey and Water” gibi parçaların yanısıra bugün bile ilk akla gelen Tindersticks klasikleri arasında sayılabilecek “City Sickness”, “Milky Teeth”, “Jism” ve “Her” parçalarını barındıran bu muhteşem ilk albüm grubun farklı lezzetler barındıran müzikal kimyalarının ispatı niteliğindedir.

İki yıllık bir aradan sonra grup yine isimsiz olarak (2. albüm olarak da anılmaktadır) “This Way Up” etiketiyle yeni bir albüm çıkarır. İlk çalışmaya paralel olarak hemen hemen tüm İngiliz müzik basını tarafından yılın en iyi 10 albümü arasında gösterilen çalışma, İngiltere listelerinde 13 numaraya kadar yükselecektir. “My Sister”, “Tiny Tears”, “Talk To Me” ve The Walkabouts grubundan Carla Torgerson’un Staples ile vokalde düet yaptığı “Traveling Light” albümün öne çıkan parçalarıdır.

Tindersticks’i 90’lar indie / alternatif rock sahnesinin en önemli topluluklarından biri yapacak olan bu iki albümün dikkat çekici yanı grubun müzikal kimliğindeki olgunluktur. Grup elemanları arasında yakalanan denge ve zaman zaman Ian Curtis ( Joy Division ), Tom Waits ve Nick Cave gibi isimlerle adı anılacak denli eşsiz bir vokali olan Stuart Staples’in başrolde olmasına rağmen müzikal anlamda yaratılan eşitlikçi ortam; ortaya çıkarılan zengin içeriğin ana hayat damarlarıdır. Grup açıklamalarında sadece yapmak istedikleri müziğe odaklandıklarını ve nihayetinde aslolanın yarattıkları müziğin grup olarak kendilerini nasıl hissetirdiği olduğunu belirtecektir. Kastedilen samimi ve gerçek müziği yapmanın formülüdür aslında.

Tindersticks öncesi evredeki Asphalt Ribbons parçalarına bakıldığında, yüksek bir tempo ve daha tavizsiz / sert bir atmosfer olsa da bazı parçalarda Tindersticks müziğinin izdüşümlerini yakalamak mümkündür. Staples’ın koyu, derin ve didaktik vokaline eşlik eden yaylılar, arka planda bu iki ana figür için minik bir orkestra gibi çal(ış)arak eşsiz bir ambiyans yaratan gitar, davul ve vurmalılarla kaynaşarak; bir yandan melankolik ve hüzünlü bir resim ortaya koyarken, bir yandan da zarif, incelikli ve samimi bir dil oluşturmaktadır. Bu anlamda Asphalt Ribbons dönemini Tindersticks’in albümlerindeki olgun, oturmuş ve güzergahını belirlemiş çizginin hazırlık safhası olarak da değerlendirmek olasıdır.

1997 yılında grubun üçüncü stüdyo albümü olarak yayımlanan “Curtains” öncesi Tindersticks Fransız yönetmen Clare Denis’in 1996 tarihli filmi “Nenette et Boni”nin müziklerini yaparlar. Tesadüf gibi görünen bu birlikteliğin arka planında Tindersticks’in loş bir fon üzerinde yükselen siyah beyaz notalarının yarattığı sinematik vurgusu yüksek müzikal dilin etkisi olduğu aşikardır. Takip eden yıllarda grup yine bir Clare Denis filmi olan “Trouble Every Day”in de müziklerini yapacaktır. “Curtains” albümü aslında grubun ilk iki albümü sonrası işlerin biraz da grup insiyatifinden çıktığı zorlu bir dönemin, yorucu bir çalışmasıdır. Dickon Hinchliffe bir röportajında o dönemki müzik yapım sürecinden keyif alamadıklarını açıkça belirtecektir. Dönemin bir özeti turneler arasına sıkışıp kalmış “Tindersticks”in kendini anlattığı “Ballad of Tindersticks” parçasıdır.

“Simple Pleasures” yine iki yıllık bir aranın ardından gelir. “Can We Start Again?” adını taşıyan açılış parçası adeta yeni dönemin habercisidir. “Curtains” albümünde grubu bir nebze ikinci plana atan yoğun orkestrasyonun yerine tekrar grup elemanları ön plana çıkmış ve albüm geneline yansıyan pozitif bir hava yakalanmıştır. Grup elemanları bu albümle birlikte kendilerini ifade edebilmenin yolunu artık bulduklarını ve 97-98 dönemine kıyasla daha mutlu bir evre sonucunda albümü kaydettiklerini belirteceklerdir. “Before You Close Your Eyes” bu keyifli havanın notalara yansıdığı nefis bir çalışmadır.

2001 yılında Beggars Banquet etiketiyle yayımlanan “Can Our Love” aynı çizgide devam eden bir çalışma olarak kayıtlara geçecektir. Staples’ın hiç aceleye getirmeden adeta mırıldanarak içimize işleyen vokali, yaylı ve üflemelilerin incelikle yarattığı atmosfer dinleyicilere oldukça rafine bir arka plan dahilinde sunulur. Staples ilk üç albümlerinden sonra artık gidecek daha fazla yerlerinin kalmadığını hissettiklerini ve “Simple Pleasures” ve “Can Our Love” ile farklı bir formülasyon ile müziğe yaklaştıklarını belirtecektir. Bu yeni meydan okuma çok daha dingin, bahsi geçen yoğun orkestrasyonun ciddi biçimde azaltıldığı, parça dinamiklerinin minimal bir kurguyla ele alındığı bir yapıyı da beraberinde getirecektir. Staples’in insanı peşinden sürükleyen ve akıldan çıkmayan vokalleri elbetteki albümün yine başat figürüdür.

Tindersticks iki yıllık ara geleneğini bozmaz ve 2003 yılında “Waiting For The Moon”u yine Beggars Banquet’ten piyasaya sürer. Ardından yoğun bir turne dönemi gelir. Turneler yorucu olsa da grup elemanları sahnede olmaktan ve hikayelerini birebir dinleyici ile paylaşmaktan mutludurlar. 2003 tarihli bu albüm orjinal Tindersticks kadrosuna sahip son çalışma olacak, ilerleyen yıllarda vokalist Stuart Staples kendi solo albümlerine (Lucky Dog Recordings 03-04'- 2005 ve Leaving Songs - 2006) ağırlık verirken, grup 2006 yılında ana kadrosundan üç ismi kaybedecektir. 2008 yılına dek sürecek bir sessizlik / dağılma döneminin ardından tekrar stüdyoya giren üç kişilik çekirdek Tindersticks kadrosu ise bu defa “The Hungry Saw” albümüyle hayranlarının karşısına çıkacaktır. Yeni albümle birlikte ana kadronun yarısını yitirmiş olan Tindersticks yola Stuart Staples (vokal), Dave Boulter (org ve akordeon) ve Neil Fraser (gitar) kadrosuyla devam kararı vermiştir. Ekibe davulda Thomas Belhom ve basta Dan McKinna eşlik etmektedir. Naif piyano melodileri ile açılan albüm “Yesterday, Tomorrows”, “The Other Side of the World”, “The Hungry Saw” ve “The Turns We Took” gibi etkileyici parçalarla Tindersticks hayranlarını bir hayli sevindirecektir.

Tindersticks’in 20 yıla yayılan uzun yolculuğunun şimdilik en son durağında ise 2010 çıkışlı “Falling Down a Mountain” albümü var. Grubun yanlarına vokal ve gitarda Davit Kitt’i, davulda Earl Harvin’i kattıkları bu albüm aynı zamanda 4AD etiketiyle çıkardıkları ilk çalışma. "Black Smoke", "She Rode Me Down", “Peanuts” ve "Travelling Light" gibi parçaların ön plana çıktığı albümde Staples’ın dumanlı vokalleri ile örülmüş masalsı bir atmosfer hakim. İlk albümlerdeki iddialı melodilerin yerini sakinliğin, oturmuşluğun ve 20 yılın görmüş geçirmişliğinin aldığını gördüğümüz albüm, Staples’ın Babylon dergiye verdiği röportajda belirttiği gibi dinleyici ile grup arasında kurulacak ilişkinin samimiyetini yükseltecek derecede içten bir çalışma.

Babylon dergi sordu, Stuart Staples yanıtladı !

“Kendi sesini bulmak, bazı şeyleri kaybetmekle alakalıdır” şeklinde bir ifadeniz var. Kasıt kendi tarzını bulabilmek için zamana yayılan bir öğrenme süreci mi ?

-Sanırım “kendi sesime” oldukça yaklaştım. Müzik yapmaya başlamadan halihazırda onlarca şeyden etkilenmiş oluyorsunuz. Bu etkilere açık olma hali zaman içinde kademeli olarak devam ediyor. Kendi sesimi bulmak için yapmaya çalıştığım bu yüklerden ve etkilerden sıyrılmak aslında.

-“The Hungry Saw” albümüne ilişkin bir notunuz var; o albümde kendi sesinizi bulduğunuza dair...

-Açıklaması biraz zor, her defasında sonuca daha da yaklaştığınız bir olgu bu. Bir parçayı yazarken, belli bir noktada parçanın varolmadığına dair bir hisse kapılırsınız. O an için düşüncelerinizin akıp gitmesine izin vermelisiniz; ta ki müziğin varolduğunu ispatlayacağı ilk ilham noktasını keşfedinceye dek.

İnsanların Tindersticks’in müziğiyle ilgili düşüncelerini pek umusamıyorsunuz galiba. Bu hala geçerli mi ?

-İlk zamanlarda tek tek yada grup olarak 10 yıl kadar bir süre insanların pek de ilgi göstermedikleri müzikler yaptık. İlk albüm çıktığında orada gerçekten “biz” vardık. İnsanların müziğimizde kendilerine ait birşeyler bulmaları çok hoş ve cesaretlendirici. Ama konu müzik yapmaya gelince başkalarına değil kendinize bakmalısınız. Müzik yaparken dış seslere maruz kalmak, kendi benliğinizden uzaklaşıp gerçekliğinizi yitirmenize yolaçar.

-Tindersticks melankolik ve depresif ifadelerini akla getiriyor. Oysa ben “zamansız” ifadesini tercih ediyorum. Sizce ?

-Birileri yaptığımız müzikte gerçek ve samimi bir an yakalayabiliyorsa, o zaman müziğimizin zamansız olduğundan bahsedebiliriz. İlk albümlerimiz çıktığında Tindersticks’e benzeyen gruplar yoktu. Yaptığımız o günün yada zamanın müziğinin dışındaydı. Bu samimiyeti müziğimize hep yansıtmaya çalıştık.

-Birkaç yıl önce kurucu kadroda yeralan üç isim gruptan ayrıldı. Bu müziğinizi etkiledi mi ?

-Hem evet hem de hayır. Ben, Dave ve Neil çoklukla grubun genel tarzını belirleyen kişilerdik. Bir yandan güçlü olabilmek için bu özü korumak, bir yandan da yeni isimlerin gruba getireceği farklı yaklaşımlara ve dinamiklere açık olmak gerekiyordu. Şu an için daha büyük bir aile olduk, hep yakınımızda olan yaklaşık 15 kişilik bir ekip var. Böylelikle farklı formlara girebiliyoruz. Daha esnek ve dışadönük bir grup haline geldik. Evet, hala o özü ve bizi biz yapan ruhu koruyoruz ama farklı meydan okumalara da açığız.

-Yakında solo albüm var mı ?

-Müziğe ilişkin ne hissettiğinizle ilgili bir durum bu. 2003 yılında grup yaratıcılık açısından iyi bir ortam sunmuyordu ve solo albüm yapmak o an için mantıklı görünen bir seçenekti. Şu an durum oldukça farklı. Zaman içinde anlatmak istediğim somut fikirler oluşursa yeni bir albüm yapmak konusunda herhangi bir çekincem yok.

-Kendinizi bir şair olarak görüyor musunuz ?

-Sanırım şarkı sözü yazmakla şairlik farklı. Söz yazarken kağıt üzerine notlar alıp kelimelerin anatomisiyle uğraşmıyorum. Kafamın içinde oluşuyor şarkıların hikayeleri. Şairlik kendi içinde farklı formlara bürünebilir ama ben hiç masa başında şarkı yazdığımı hatırlamıyorum.

-Tindersticks’in müziğini en iyi tanımlayan renk ne olurdu ?

-Şekiller ve renkler çok önemli. Ama bu çok değişken bir durum. Her parçamız aynı renkte olsaydı bu çok can sıkıcı olurdu. Sanırım her parçamız kendi rengine, hatta kendi renk yelpazesine sahip aslında.


Bu yazı Babylon derginin sonbahar 2010 sayısında yayımlanmıştır.

3 Ekim 2010 Pazar

Nate Wooley / Paul Lytton. Creak Above 33. PSI. 2010

Bu değerlendirme Cazkolik web sitesi için yazılmıştır...( www.cazkolik.com )

AKsi-isTİKAMET’te alışılageldiği üzere yine sınırlarda dolaşan, benzerlerine pek sıklıkla rastgelmediğimiz, müzik kalıplarının her anlamda forse edildiği ve algılarımıza yeni soluklar kazandıracak nitelikte özgün bir çalışmadan dem vurmak üzere klavye başındayız. İki farklı kıtadan ve iki farklı jenerasyondan müzisyenin, ikinci kez biraraya geldikleri bu çalışma Amerikalı trompet sanatçısı Nate Wooley ile İngiltere’den perküsyon sanatçısı Paul Lytton’u enerjisi yüksek bir atmosferde yanyana getiriyor. İkilinin 2008 yılında“Broken Research” etiketiyle yayımlanan isimsiz albümlerinin ardından geçtiğimiz aylarda zihin açıcı çalışmalara ev sahipliği yapan PSI Records etiketiyle çıkardıkları bu yeni çalışma “Creak Above 33” adını taşıyor. Adet olduğu üzere iki müzisyeni biraz mercek altına yatırmakla başlayalım isteriz.

1974 doğumlu genç bir müzisyen olan Nate Wooley profesyonel olarak trompet çalmaya 13 yaşında babasının yanında başlar. Oregon’dan Colorado’ya geçerek birçok farklı müzisyenle çalışsa da, kendi kariyeri açısından en önemli süreci doğaçlama özelinde birlikte çalıştıkları Jack Wright ile geçirir. Wrightbir anlamda Nate Wooley’nin rutin formasyonların dışına çıkarak sesler evreninde kendi yolunu bulmasına yardımcı olan önemli bir isimdir. İlerleyen dönemde Nate Wooley genç yaşına rağmen çok önemli isimlerle birlikte çalacaktır. Bunlar arasında Anthony Braxton, John Zorn, Fred Frith, Marilyn Crispell, Steve Beresford, Wolf Eyes, Akron/Family, David Grubbs ve Peter Evans gibi isimlerin altını çizmek,Wooley’nin ne denli kuvvetli müzisyenlerle çalıştığını net bir şekilde gösteriyor aslında. Nate Wooley ile ilgili ek bir notumuzu da AKsi-isTİKAMET sayfalarına taşıdığımız “Creak Above 33” çalışmasınınWooley’nin 2010 yılında yayımladığı 4. çalışma olduğuna ilişkin düşelim (diğerleri : “The Almond” Compost and Height / “Trumpet/Amplifier” Smeraldina-Rima / “Tooth and Nail” - Joe Morris ile birlikte - / Clean Feed).

Paul Lytton ise 1947 doğumlu bir müzisyen. Perküsyon (ve davulun) yanı sıra aynı zamanda birçok projede canlı elektroniklerden sorumlu kişi olarak da onun adını görmek mümkün. 60’lar ve 70’lerin başlarında doğduğu yer olan Londra’da çalan Lytton, aynı zamanda London Musicians Coop ve Aachen Musicians Coperative gibi oluşumların da kurucu üyesi. Lytton’un dikkat çekici özelliklerinden biri de hemen hemen 70’lerden bu yana kendi enstrümanlarını kendisinin yapıyor olması. 1975 yılından bu yanan Belçika’da yaşayan Lytton’un kariyerindeki en önemli oluşum Evan Parker (Paul Lytton’nun Evan Parker ile duo olarak da çalıştığının altını çizelim) ve Barry Guy ile oluşturdukları trio aslında.

Paul Lytton bugüne değin 80 civar albümde adı geçen caz müziğinin önemli bir ismi olarak çok zengin bir portföye sahip. 1968 yılında yayımladığı “An Electric Storm” isimli ilk albümünden bu yana ortalama her yıl iki albüme imza atan sanatçının davul çalmaya 16 yaşında başladığını da belirtelim.

“Creak Above 33” aslında en başından genelgeçer kalıplara pek rahatlıkla sığdıramayacağımız zorlu bir dinleti sunuyor bizlere. Enstrümanların farklı bir dil ve kimliğe büründürüldüğü albüm boyunca klasik anlamda kulaklarımızın aşina olduğu ritim, melodi ve armoni gibi öğelerin herhangi birine rastgelmek çok olası değil. Bu anlamda çalışmayı hem bir caz albümü oalrak sınıflandırmak, hem de herhangi bir klasmana gönül rahatlığıyla sokuvermek bir hayli zor. Albüme ilişkin değerlendirmelerden birinde altı çizilen “ne trompetin trompet gibi, ne de vurmalıların vurmalılar gibi çalınmadığı bir albüm” ifadesi aslında kısa ve yerinde bir değerlendirme. Albüm her biri çeyrek saati bulan dört uzun parçadan oluşuyor.

Açılışı yapan “The Mbala Effect” endüstriyel vuruşlar arasında trompetin kesik kesik soluması ile fantastik bir giriş yapıyor albüme. Doğaçlama hissiyatı ile anlık kurgulanan bu yapıda perküsyonlar devamlı değişen bir ses kümesini oluşturarak arka planda trompete eşlik ediyor. Devamlılığı olmayan bu kesik cümleler adeta savaş çığlıkları gibi adım adım etrafı saran saldırgan ve haşin bir kolajın parçası oluyorlar. Ara pasajlarda nefeslenen trompetin yerine naif ve primitif bir yorumla şekillenen vurmalılar geçiyor. Bir ara trompetin de bu amansız tempoda adeta “nefes darlığı” çektiğine şahit oluyoruz aslında. Hipnotik bir etki yaratan gizemli bir yolda ilerlediğimiz bu dakikalarda trompetin her bir tınlaması adeta bir uyarı niteliğinde üst perdeden içimize işliyor. Vurmalıların primitif dokusu parçaya brutal bir ayinin hissiyatını katıyor. Sözkonusu olan karanlık, sert mizaçlı, yerinde duramayan ve huzursuz bir ambiyansın iki virtüöz tarafından zorlu bir dile tercümesi gibi adeta.

“The Gentle Sturgeon” görece olarak çok daha sakin bir başlangıça sahip. İlk anlarda başrollerde canlı elektroniklerin düşük tempoda çalışan bir motoru andıran ritmik seslerine eklemlenen metalik tınlara şahit oluyoruz. Daha ham ve rafine edilmemiş bu ses hüzmesinin içinde, yolunu kaybetmişçesine farklı yönlere anlık gözatılan bir şaşkınlık hakim. Parçanın ortalarına doğru bu arayış sürecine trompetin de eşlik etmeye başladığını görüyoruz. Parçanın ikinci yarısı oldukça deneysel, aritmik ve endüstriyel referansları güçlü bir yörüngede ilerliyor. Bu aşamaları seyrederek dinlemek muhtemeldir ki sadece dinlemekten birkaç kat daha faydalı. Zorlu koşulara alışık olmayan kulaklar için bu kısımların bir hayli yıpratıcı, tanımlanamaz ve yorucu gelebileceğini de belirtmiş olalım. Zira bahsettiğimiz ilk başta da altını çizdiğimiz gibi melodi ve ritim kurgularından arındırılmış bir yapılandırma. Bir yığın hırdavatın sonik bir cihazla süpürüldüğünü hissetmek gibi garip algılamalara kapılmak bile olası diyerek bu parçaya ilişkin son notumuzu da düşelim.

“Filtering The Fogweed” ince metalik tınılar ve ahşap bir kutunun içinde yuvarlanan objelerin seslerini andıran bir arka plan dahilinde trompetin hafif üflemeleriyle başlıyor. Birinin tüm bu metalik objeler arasında aradığını bir türlü bulamadığı hissine kapıldığımız anlarda trompetin ve davulun biraz daha anlaşılır biçimde kurduğu kısa cümleler en azından müzikal omurganın bir gıdım daha rahat takip edilmesini sağlıyor. Ancak hala ortada genel anlamda “bir müzik parçası” hissi verecek denli kuvvetli bir ana hat olmadığını da belirtmek lazım. Öte yandan parçanın ilerleyen dakikalarında daha ziyade birtakım ek ses kümeleri üzerine şekillenen iki enstrümanı duymak olası. Ziller, su sesleri, boğuk trompet üflemeleri ve cızırtılar arasında kaybolmamak ve bir orta yol tutturabilmek hala bir haylü güç. Son pasaj ise trompetin biraz geri plana çekilip sahneyi doğaçlama perküsyon tınılarına bıraktığı bir bölümden oluşuyor.

Kapanış trompetin liderliğinde “The Lonely Fisherman” ile yapılıyor. Davuldaki minik dokunmalar ve metalik sesler arasında kendi yolunu net bir şekilde çiziyor trompet. “The Lonely Fisherman” ikili arasındaki paslaşmaların en yoğun ve topu ileri hatta taşıyan nitelikte olanlarına ev sahipliği yapıyor aslında. İkinci bölümde parça katmanlı bir sakinliğin içine adım adım kümeleniyor ve uzayıp giden ses yankıları arasında perdeyi yavaşça indiriyor.

Farklı jenerasyondan iki usta müzisyenin doğaçlamanın ve deneyselliğin uçlarında umarsızca gezindiği bu ayrıksı ve maceraperest yolculuk, kendimizi ister istemez daha rahat ve konforlu hissettiğimiz bildik kalıplarla arşınlanmaya kalkıldığında engebelerle dolu ve çıkar yolu olmayan ormanlık bir alanda çaresiz ve bir başımıza bırakıveriyor bizleri. Satır aralarına odaklanan, detaycı ve bir anlamda zihnimizi özgür bırakmayı becerebildiğimiz farklı bir pencereden bakabildiğimiz anlarda ise, adeta yeni bir dili öğrenmiş olmanın keyfini bizlere sunan zorlu ve zevkli bir bilmece aslında “Creak Above 33”. Şifresi deforme edilmiş, belki de şifresizleştirilmiş bir bakış açısıyla müziğin en saf halinden kotarılan albüm, çoklu melodik bir yapının yerine anlık seslenişlerle dile gelen bir yakarış niteliğinde. Cümlelere değil kelimelere ve hatta hecelere yönelen, şekil ve desenlere değil renklere yer açan ve kendini farklı bir yere konumlandıran bir albüm. Bu denli periferik bir konumlandırmayı ilk bakışta net bir kavrayışın içine dahil etmek zor olsa da, bu çaba getirisi yüksek bir ön yatırım niteliğinde.

10 Ağustos 2010 Salı

Loscil. Endless Falls. Kranky. 2010 (minima)

Kranky etiketinin gedikli isimlerinden biri olan Loscil’in (Scott Morgan) son albümü bahçesinde kaydettiği yağmur sesleri eşliğinde açılan, duygusal titreşimleri yüksek ve ambient janrına dâhil edebileceğimiz bir çalışma. Loscil’in önceki işlerine kıyasla daha organik bir yapının hâkim olduğu albümde, özellikle ilk parçadan itibaren ağırlıklı bir rol kapan yaylıların etkisi büyük. Uzayıp giden drone etkileşimli notaların güzergâhına karışan minik piyano dokunuşları, detaylıca işlenmiş ses öbekleriyle birlikte huzurlu bir rota çiziyorlar dinleyici için. Sessiz ortamlarda ve yüksek ses seviyelerinde dinlenmesini salık verebileceğimiz parçalar ziyadesiyle dingin atmosferiyle gevşetici/sakinleştirici bir etkiye de sahip. Özellikle piyanonun ön planda olduğu “Estuarine”, dub vurgusu güçlü “Dub for Cascadia” ve açılışı yapan “Endless Falls” albümün öne çıkan parçaları. Kapanışı yapan “The Making of Grief Point” ise Scott Morgan’ın zaman zaman davulda yer aldığı grubu Destroyer’dan önemli bir misafiri ağırlıyor. Bu parçada vokallerde The New Pornographers grubunun da bir üyesi olan Daniel Bejar etkileyici bir işitsel yolculuğa sesiyle hayat veriyor. Endless Falls, Loscil diskografisinde bir sıçramayı/açılımı ifade etmese de keyifli bir dinleti sunmayı beceriyor ve bizden geçer not alıyor.

Bu yazı Babylon derginin 2010 yaz sayısında yayınlanmıştır.

Minamo. Duree. 12k. 2010 (minima)

Uzun yıllardır Amerika kıtasının en hayranlıkla takip ettiğimiz etiketlerinden biri olan 12k, kendi içindeki farklı oluşumlarla da (Line ve Term) minimal ve deneysel elektronik müziğe yön veren mabetlerden biri olmayı başarıyla devam ettiriyor. Özellikle akustik yanı kuvvetli bu çalışmalar, elektronik müziğe ruh katmak gibi çokça yorum getirilen bir hususta hassas bir işlev yükleniyorlar. Albüm kapaklarından grafik tasarımlarına incelikli işlere ev sahipliği yapan etiketin yayımladığı son çalışmalardan biri de, daha önce Cubic Music ve Apestaartje gibi etiketlerden albümler yayımlayan ve dört Japon müzisyenden oluşan Minamo. Gitarist Keiichi Sugimoto’nun (Fonica’nın has elemanı) başını çektiği grup akustik ve elektronik arasında, mikroskobik seslerle işlenmiş, dinamik ve benzersiz bir sonik dünya yaratıyorlar. Ambient vurgusu oldukça üst seviyedeki bu gizemli gezinti boyunca önümüze çıkıveren melodi kırıntıları dijital seslerden örülü narin bir yapının içine yerleştiriliyor. Her dinlemede farklı bir yolculuğun izini sürebileceğiniz albümde abartısız, kendinden emin bir anlatımın yansımalarını görmek mümkün. Çalışmanın en büyük artısı durağan temposuna rağmen kendi iç hareketliliğini ve zenginliğini ustalıkla sağlamış olması. İncelikli işlere kulak kabartmak isteyenler için güçlü bir tavsiye niteliğinde.

Bu yazı Babylon derginin 2010 yaz sayısında yayınlanmıştır.

Fenn O'Berg. In Stereo. Editions Mego. 2010. (minima)

Fenn O’Berg uzunca bir süredir sessizliğe bürünmüş üç önemli müzisyenin ilk stüdyo albümleri olma özelliğini taşıyan istisnaî bir çalışma. Üretimlerini takip etmekte ciddî güçlük çektiğimiz Jim O’Rourke, laptop elektronika ile gitarı eşsiz bir şekilde harmanlayan Christian Fennesz ve Mego etiketinin kurucusu Peter Rehberg’den (a.k.a. Pita) müteşekkil üçlü daha önceki çalışmalarında doğaçlama kayıtlar oluşturmasına rağmen, bu defa Tokyo’da yedi günlük bir stüdyo mesaisi harcamışlar. Altı uzunca bölümden oluşan albüm boyunca tekinsiz ses girdapları arasındaki atmosferik tınılar içinde esrarengiz bir yolculuğa çıkıyoruz. Herhangi bir melodinin olmadığı bu parçalar tam anlamıyla üç virtüözün kendilerine ait bir dil yarattıklarını ispatlar nitelikte. Albüm, adına nispet yaparcasına ses kolajlarının devamlı etrafımızda dolaştığı, birçok katmanın maharetle birbirine yedirildiği, zaman zaman kaotik bir evrene teğet geçen bir dokuyu içimize işliyor. Oldukça deneysel ve soyut bir çalışma olan albümü elbette ki bu tarza yakın duranlara şiddetle tavsiye ederken, ilk defa kulak kabartacaklara da baştan dikkatli olmaları gerektiği notunu düşmekte fayda var. Albümün eleştiri kaldırır tek yanı ise, stüdyo albümü olmanın nazar boncuğu diyebileceğimiz, önceki çalışmalara kıyasla biraz daha zayıflamış görünen organik hissiyatı.

Bu yazı Babylon derginin 2010 yaz sayısında yayınlanmıştır.

Fluxion. Perfused. Echocord. 2010 (minima)

90’ların sonundan bu yana Chain Reaction, Vibrant Music ve en son Resopal Schallware gibi kalburüstü etiketlerden çalışmalar yayımlayan Konstantinos Soublis, komşu ülke Yunanistan’dan bir isim. Müzisyenin Perfused albümü için seçtiği adresi ise dub teknonun son dönemdeki önemli referans etiketlerinden biri olan Danimarka menşeli Echocord. Albüm geneline belirli bir ses ve tempo aralığında, fazlaca kimlik değişikliklerine bürünmeyen sade ve akışkan bir hava hâkim. Derin ve alışageldik dub etkileşimli 4/4 tekno vuruşları albümün altyapılarında başrolü üstlenirken, minik efektler ve ana omurgaya eklemlenen narin dokunuşlarla parçalar biraz daha renkli hâle getirilmeye çalışılmış. Temiz bir işçilik eseri olan parçalar arasında “Horizons” ve “Wabbler” görece ağırkanlı halleriyle Berlinli Scape etiketi çalışmalarını anımsatan bir tempo içinde kendince akıp giderken; “Waves”, “Tantalizer” ve “Elation” ise dans pistlerine uygun, daha hareketli ve zengin bir içerik sunuyor bizlere. Fluxion bu albümde bugüne dek iyi yaptığı şeyi titizlikle ve vasatın üstünde bir beceri ile yapmaya devam etmesine rağmen, birkaç parça dışında kulaklarımıza yenilik fısıldayacak görkemli cümleler kurmayı pek de beceremediğinden albüm kulak kabartmaya değer ama peşinden koşmaya gerek olmayan bir çalışma olarak sınıflanabilir.

Bu yazı Babylon derginin 2010 yaz sayısında yayınlanmıştır.

Midlake. The Courage of Others. Bella Union. 2010 (minima)

Daha ilk saniyesinden itibaren hafızalarda geçmişin perdelerini aralayan Midlake’in bu son çalışması Magna Carta’nın unutulmaz Lord of the Ages albümünü anımsatarak yaptığı güçlü girişin etkisini son âna dek taşımayı beceren etkileyici bir albüm. İkonik grup Cocteau Twins’den tanıdığımız Robin Guthrie ve Simon Raymonde’un kurdukları Bella Union, 90’ların sonundan bu yana müzikal algılarımıza farklı yorumlamalar getiren, sadeliğin içinden bezenmiş nefis melodilerin eşliğinde türlü hikâyelerin anlatıldığı onlarca albüme ev sahipliği yapmış ve alternatif rock/folk rock takipçileri için olmazsa olmaz adreslerden biri hâline gelmiş bir etiket. Tüm kariyerini Bella Union şemsiyesi altında geçiren Midlake ise özellikle Tim Smith’in karizmatik vokali ve enfes ses rengiyle, bizi âdeta ruhumuzun orta yerinden yakalayıp kopkoyu bir ataletin içine savuşturuyor. Bir köşeye sinip kendi içinize baktığınız, belki hayatı sorguladığınız bir yalnızlaşma süreci bu. Midlake samimî bir müziği en direkt yolla tam adresine yolluyor aslında. Akustik gitar arpejlerinin içinde kendi yolunu çizen eşsiz bir vokalin peşisıra sürüklendiğimiz bu serüven ruhumuzda derinden bir arınma etkisi yaratıyor. “Acts of Man” ve “Children of the Grounds” ise favorilerimiz.

Bu yazı Babylon derginin 2010 yaz sayısında yayınlanmıştır.

The Go Find. Everybody Knows It’s Gonna Happen, Only Not Tonight. Morr Music. 2010 (minima)

Thomas Morr’un Berlin’de yerleşik etiketi Morr Music uzunca bir süredir sadece Berlin elektronik müzik sahnesinin değil, giderek genişleyen bir etki alanı dâhilinde Almanya ve oradan hareketle Avrupa elektronik müzik sahnesinin de mühim adreslerinden biri hâline geldi. Indie rock, post rock, pop ve elektronikanın enfes karışımlarını harmanlayan etiketin sakinlerinden biri de Styrofoam grubundan tanıdığımız Belçikalı Dieter Sermeus’un solo projesi olan The Go Find. Geçtiğimiz aylarda İzlanda’daki volkanın gazabına uğradığı için İstanbul konseri iptal edilmek zorunda kalan sanatçının bu yıl içinde tekrar ülkemize gelme ihtimalinin olması sevindirici. 40 dakikanın altında kalan albüm, bu kısa zaman içinde keyifli tınılar, hisli vokaller, ritmik akustik gitar ve davul vuruşları arasında romantik bir atmosfer yaratıyor. Tek bir bütünün benzeş parçaları hissini veren kısa çalışmaların her biri ortalama kalitenin üstünde olsa da, buradan beslenerek kendine farklı bir çıkış yolu arayan bir katman eksikliği de mevcut. Albümü bir kademe daha yukarı çekebilecek bu yaratıcı dokunuş eksikliği nedeniyle, bu lezzetli albümü özellikle Tarwater ve To Rococo Rot hayranlarına şiddetle tavsiye etmekle beraber, minik muhalefet şerhimizi de koymak isteriz.

Bu yazı Babylon derginin 2010 yaz sayısında yayınlanmıştır.

Kihnoua. Unauthorized Caprices. Nottwo. 2010

Bu değerlendirme Cazkolik web sitesi için yazılmıştır...( www.cazkolik.com )

AKsi-isTİKAMET satırları için yapılan dinleme pratikleri sıklıkla keşfedilmemiş bakir tınıların rehberliğinde gizemli yolculuklara çıkarıyor bizleri. Böylesi maceraperest bir kapı aralamanın ardından karşılaşıverdiğimiz Kihnoua’nun “Unauthorized Caprices” albümü de alışageldik rutinlerin uzaklarında, basmakalıp anlayışların ötesinde, tekinsiz köşeleri aydınlığa çıkarmak gibi cesaretli ve detaycı bir arayışa giren; dolayısıyla da bu satırlarda bahsi konusunda içimizi ziyadesiyle kıpır kıpır ettiren bir albüm olmayı başaran bir çalışma.

Her zaman olduğu gibi aperatif tadında ilk bakacağımız yer albümün yayımlandığı etiket: yani “Not Two” (www.nottwo.com). Müzik her ne kadar özünde dinleme edimi üzerinden hayatlarımıza giriyor olsa da, sadece “çalma/dinleme” pratiğinin bir adım ötesine geçerek merkezde olanın daha geniş kadraj bir fotoğrafını çekebilmek için bunu zaruri bir bakış açısı olarak değerlendiriyoruz. Not Two etiketi Polonya menşeili bir etiket ve en özetinde caz albümleri yayımlıyor. Ama bu geniş yelpazede kendisini konumlandırdığı yerde doğaçlama ve özgür cazın başını çektiği daha deneysel işler var. Bugüne değin 120’nin üzerinden albüme ev sahipliği yapan etiketin kataloğu gerçekten kayda değer isimleri barındırıyor. Ken Vandermark, Joe McPhee, Peter Brötzmann, Mats Gustafsson, Franz Hautzinger, Henry Grimes, Fred Frith, Anthony Braxton gibi isimler solo yada farklı proje gruplarının birer üyesi olarak Not Two ile yolu bir şekilde kesişmiş isimlerden sadece birkaçı.

Kihnoua da aslında bir proje grubu; 1949 doğumlu Amerikalı tenor ve soprano saksafoncu Larry Ochs’un liderliğinde bir araya gelen grupta davul ve elektroniklerde Scott Amendola ve vokallerde Dohee Lee yeralıyor. Tüm parçalarda karşımıza çıkan bu üç isme ek olarak, gitarda Fred Frith, trompet ve elektroniklerde Liz Allbee ve çelloda Joan Jeanrenaud (eski bir Kronos üyesi) albüme bazı parçalarda katkıda bulunan diğer isimler.

Larry Ochs 30 civarı albümde ismi geçen yaşı 60’lara dayanmış değerli bir müzisyen. 1977 yılından bu yana aktif olarak devam eden Rova Saxophone Quartet müzisyenin diskografisindeki en ağırlıklı başlıklardan biri olmayı sürdürüyor. Uzun kariyeri boyunca Wadada Leo Smith, Anthony Braxton, Terry Riley, Alvin Curran, Butch Morris, Henry Kaiser, Steve Lacy, John Zorn ve Andrew Cyrille gibi sayısız efsane isimle beraber çalışan Larry Ochs’un Kihnoua projesinin ana omurgasını; batının klasik doğaçlama yapısını ve işitsel kimliğini yeni bir yolla iredelemek, bunu yaparken de Asya ve Afrika tandanslı folklorik öğeleri yepyeni bir süzgeçten geçirerek ilerici bir müzikal kimya oluşturma gayreti / süreci oluşturuyor.

Albüme bu ufuk açıcı zenginliği katan unsurların başında vokallerde yeralan Koreli müzisyen Dohee Lee geliyor. Lee, Kore geleneksel müziğinde önemli bir yer teşkil eden iki farklı gelenekten besleniyor: pansori ve sinawi. Geçmişi 19. yy’a dek uzanan pansori’de “pan” performans mekanını, "sori” ise sesi ifade ediyor. Genellikle iki kişiden oluşan performans ekibinde bir kişi perküsyon çalarken diğer kişi de vokal yapıyor. Sıklıkla elinde bir mendil yada yelpaze tutan şarkıcı, bugün klasik anlamda bildiğimiz 4-5 dakikalık performasnların çok ötesinde, folklorik bir hikaye anlatıcı konumunda bazen saatlerce süren bir performans gerçekleştiriyor. Vokalse başlıca üç ana unsuru bir araya getiriyor; şarkı söyleme, vücut hareketleri ve anlatı. Sinawi de yine geleneksel Kore müziğinin doğaçlamaya ve grup performansına dayalı öğelerinden biri. Bu kısa açıklamalar eşliğinde albüm dinlendiğinde Dohee Lee’nin zaman zaman Diamanda Galas’ı anımsatan eşsiz vokalinin aslında basit bir “şarkı söyleme”nin çok ötesinde, sesin sadece bir bileşeni olduğu çok daha geniş bir alana yayılan bir performans olduğunu görmek mümkün.

Scott Amendola ise davulların yanısıra albümün farklı içeriğine ciddi katkı yapan elektroniklerden de sorumlu grup üyesi. Bill Frisell, Charlie Hunter, John Zorn, Wadada Leo Smith, Wayne Horvitz gibi isimlerle birlikte çalışan Amendola’nın ayrıca 90’ların egzantrik grubu Primus ve ünlü Alman şarkıcı Nina Hagen’la da birliktelikleri var.

Proje grubunun adı olarak seçilen “Kihnoua” aslında eski Yunan’da “fark” anlamına gelen bir kelime. Bahsettiğimiz farkın müzikal kimliğe net bir şekilde yansıdığını rahatlıkla görebiliyoruz tüm albüm boyunca. Açılışı 14 dakikalık uzun süresiyle “Salt” yapıyor. İlk saniyelerdeki saksafonun ardında Lee’nin kesik, genizden gelen, yakıcı, karanlık vokaliyle farklı bir ortama girmek üzere yola çıkma hazırlığında olduğumuzu anlıyoruz. Akabinde saksafonun aksak ritimleri üzerine davulun sıkı takibi ve Lee’nin araya serpiştirdiği vokaller var. Davulun sessiz kaldığı yerlerde elektroniklerle Lee’nin atışmaları gerçekten soluk kesici. Hangisinin daha derinden ve daha etkili olduğunu kestirmek bir hayli güç. Neticede elektronikler de insan yapımı diyerek burada oyumu Lee’nin vokalinden yana kullanıyorum. Gerçekten eşsiz bir nitelikte…Parçanın ortalarına yaklaşırken tempo, heyecan ve gerilim artıyor. Davulun koşarcasına çaldığı ritim girdapları içinde elektroniklerden gelen sesler, saksafonun minik pasajları ve en çok da adeta birkaç adım öne fırlayan Lee’nin sesi var. Bu parçanın son zamanlarda en etkilenerek dinlediğim, sıradışı bir yapıt olduğunu da belirterekten bir sonraki parçaya geçiyoruz.

“Nothing Stopped But A Future” 19 dakikayı aşan süresiyle albümdeki en uzun parça. “Salt”ın bıraktığı yerden sözü devralan parça adeta final gibi bir açılışa sahip. Tüm enstrümanlar üst bir perdeden adeta son sözlerini haykırırıcasına uzatılarak çalınırken, kulaklarda ciddi bir tedirginlik ve gerginlik hissi yaratmayı başarıyorlar. Birkaç dakika süren bu hafiften asab bozucu giriş sonrası parça daha dingin bir tempoya kavuşuyor. Özellikle Lary Ochs’un farklı bir stil yaratmayı başardığı saksafonu burada biraz kulak kabartmayı hakediyor. Kısaca tariflemek gerekirse çok fazla akıcı olmayan ama yol göstericiliği tartışmasız bir stil bu. Parçanın ortalarına yaklaşırken paslaşmaların yerini davulun tek başına sürüklediği bir akın alıyor. Sonrasında çello kendine belirgin bir rol kapıyor ve davulla restleşmelerin ön planda olduğu birkaç dakika ilk başlarda Lee’nin vokalinin yarattığı yorgunluğu bir nebze olsun dengeliyor. Tüm bu süreçte ritmik / melodik yapıların dışında, anlık sezgilerle çizilen kurgular parçaların alt yapısını oluşturuyor. “Nothing Stopped But A Future”ın ikinci yarısıysa daha farklı bir kimlikle devam ediyor. Burada yine Lee’nin büyüleyici performansının altını çizmek gerekiyor. Bu bölümde vokaldeki renkliliği, derinliği ve Lee’nin parçaya kattığı zenginliğe tanıklık ediyoruz.

Albümün görece kısa parçalarından olan “DeeHyak” sakin bir atmosfere sahip. Ochs’un kesik ve amansız üflemelerinin arasına katılan Lee’nin karanlık vokalleri Diamanda Galas’ın “Litanies Of Satan” albümünü anımsatıyor. Parçanın genelinde adeta Lee’nin fısıltılı çığlıklarıyla Ochs’un saksafonu dans ediyor.

“Weightless” standart caz formatına referansları daha kuvvetlice olan bir parça. Uzunca bir süre davulun tiz dokunuşlarıyla vokaller arasındaki geçişlerle giden parça ortalarına doğru daha dinamik, sabırsız ve uçarı bir hal alıyor. Saksafonun eşlik etmesiyle birlikte de daha akışkan bir hale geliyor.

Kapanış ise “Less Than A Wind” ile yapılıyor. Çellonun depresif, koyu ve keyifli melodileri ile birlikte bir an için Lee’nin apokaliptik vokalinden sıyrılarak uzaktaki naif bir evrene adım atıyoruz. Arka planda hafiften işleyen elektronikler parçanın organik vurgusunu bir nebze azaltsa da keyif verici. Parçanın sonlarına doğru saksafonun da minik katkısıyla bu benzersiz yolculuğun sonuna geliyorsunuz.

“Unauthorized Caprices” gerçekten bir ormanda aniden dönüverdiğiniz sapa yollardan birinde karşınıza çıkan bambaşka bir bitki örtüsü gibi binbir çeşit renkle bezenmiş, akıl çelen, klişe ifadeyle ezber bozan bir çalışma. Doğaçlama cazın içine yedirilmiş elektroniklerin yanı sıra albümü bu denli farklı kılan vokal kullanımlarıyla birlikte, sıradışı bir müzikal yolculuğun rehberi oluyor “Unauthorized Caprices”. Bazen yorucu girdapların arasında umarsızca ilerleyen, bazen yıkıcı bir anlayışla algılarımızı yerle bir eden ama en çok da kulaklarımızın ayarlarını yeniden kurma ihtiyacı bırakacak denli kategori dışı bileşimiyle bizi içine çeken muhteşem bir albüm.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Live At Cafe Oto...

Bu değerlendirme Cazkolik web sitesi için yazılmıştır...
( www.cazkolik.com )

AKsi-isTİKAMET’in yeni sayfasını 2008 yılında gerçekleştirilmiş bir performansın 2009yılında yayınlanan canlı kaydını içeren özel bir çalışmayla açıyoruz. İngiltere serbest / özgür caz sahnesinin geçkin yaşlarına rağmen son dönemdeki dikkate değer üç usta müzisyenini bir araya getiren çalışmanın adı “Live At Café Oto”. Söz konusu üç isim ise Alan Wilkinson, Steve Noble ve John Ewdards.

Nazar-ı dikkatimizi ilk aşamada müzikten önce müzisyenlere yoğunlaştırarak (kendilerini biraz daha yakından tanımanın faydalı olacağından hareketle) sizler için biriktirdiğimiz notları aktarmaya çalışalım. Bu gayretin albüme ilişkin edeceğimiz kelamlara ayrı bir değer katacağının da altını çizelim.

Alan Wilkinson 55’ doğumlu İngiliz bir müzisyen. Güzel Sanatlar alanında resim üzerine eğitim almış olmasına rağmen, yönünü müzik eksenli çizmeye karar verip alto ve bariton saksafonda karar kılan Wilkinson 20’li yaşlarında ilk grubunu trio olarak Art, Bart & Fargo adıyla kuruyor. Bu trio içerisinde farklı enstrümanlar çalsa da ana enstrüman saksafon, yörünge ise doğaçlama üzerine şekilleniyor. 80’li yılların başında doğaçlama müzik üzerine çalışmalarına devam eden Wilkinson bu dönemde hatırı sayılır kıymette isimlerle tanışma fırsatı yakalıyor. Bu isimler arasında Peter Brötzmann, Keith Tippett ve Radu Malfatti gibilerini anmakta fayda var. Bu dönemde birçok farklı projede yeralan Wilkinson, özünde doğaçlama kulvarında deneysel çalışmalara imza atarken, sıklıkla konser verdikleri ülkeler Belçika, Hollanda, İngiltere ve Danimarka olarak ön plana çıkıyor. 80’li yılların ikinci yarısında ise “Live At Café Oto” çalışmasında da birlikte çaldıkları Steve Noble’ın da dahil olduğu bir trio ile yoluna devam ediyor Wilkinson. Daha geniş toplulukların da (The Ubiquity Orchestra, Cat o’Nine Tails, Feet Packets gibi) aktif bir üyesi olmayı sürdürürürken, 80’lerin sonunda Derek Bailey gibi bir ustayla beraber çalışma fırsatını da yakalar Alan Wilkinson.

Davul ve perküsyonda (hatta zaman zaman pikaplarda!) karşımıza yine maharetli bir isim çıkıyor; Steve Noble. Özellikle 80’li yıllarda oldukça aktif bir görüntü çizen Noble, tıpkı Wilkinson gibi Derek Bailey’s Company ekibinde yer almış ve özellikle doğaçlama üzerine ustalaşmış bir müzisyen. Uzun bir süre Nijerya orijinli davulcu Elkan Ogunde ile beraber çalışan Noble, ziyadesiyle üretken bir isim olmasının yanı sıra Ping Pong Productions isimli etiketin de sahibi.

“Live At Café Oto” çalışmasında kontrbas çalan John Edwards da yine doğaçlama müzik üzerine oldukça nam salmış isimlerden biri. Özellikle 90’ların ilk yarısında üyesi olduğu B-Shops For The Poor, The Honkies ve GOD gruplarının bir üyesi olarak Avrupa’nın birçok ülkesinde sahne alan Edwards’ın hemen hemen beraber çalmadığı müzisyen kalmamış durumda: Evan Parker’dan Simon H. Fell’e, Phil Minton’dan Lol Coxhill’e, Derek Bailey’den Eddie Prevost’a kadar onlarca isim. Edwards’ın ortalama her yıl 4-5 albümde yeraldığını belirtmemiz kanımca anlatmaya çalıştıklarımızı daha da bir anlamlandıracak kıymette.

“Live At Café Oto” esasında biri yarım saati aşan “Spellbound” ve diğeri de 7 dakikalık bir süreye yaklaşan “Recoil” isimli iki parçadan oluşan bir canlı performans kaydı. Her iki parçanın sonundaki seyirci tepkisi, ıslıklar ve haykırışlar üçlünün 40 dakikalık performans esnasında dinleyicileri müzikleri ile bambaşka bir boyuta taşıdıklarının en açık göstergesi. Doğaçlama yada serbest / özgür caz ekseninde düşündüğümüzde en kritik nokta, kaos ve kontrol arasındaki dengeye gösterilen hassasiyet olarak belirtilebilir. Ya da başka bir açıdan Miles Davis’in de söylediği gibi “ortada olanı değil, olmayanı çalmakla” (don’t play what is there, play what isn’t there) alakalı bir yaklaşımdan da bahis açılabilir. Aksi halde John Cage’in piyanonun başında oturup hiç bir tuşa basmadan kalkmasıyla bir anlamda müzik tarihinde bambaşka bir sayfa açtığı ünlü eseri 4’33’’ bambaşka anlamlar taşıyabilirdi.

Sınırları tanımayan, ortalık yerdeki rutinin içinde sıkışıp kalmaktansa müzikal bir periferinin çeperlerini zorlayan bu adımlar elbetteki, kontrol elden kaçtığı anda geri dönülemez bir başağrısının da yaratıcısı olabilir. Ancak yılların emeğiyle biçimlendirdiğiniz ustalık size elinizden kaçıp gider gibi görünen güvercinlerin tekrar yuvaya döneceğinin güvenini verebilir. Tüm bu tasvirleri elbetteki bir noktada elimizdeki işitsel malzemenin kulaklarımızdan içeri doğru zuhur ettiğinde bize yaşattıkları üzerinden kurgulamaya çalışıyoruz. Wilkinson / Noble / Edwards üçlüsü bu iki parçalık enfes performans esnasında adım adım daha geniş bir çemberin sınırlarında dolanarak ortaya çıkardıkları ambiyansın kaotik görüntüsünün ardında, bir yandan da ustalıkla her uç noktayı belli bir ahenk ve kontrol içinde sunmayı da beceriyorlar.

Üç müzisyenin yine aynı etiket altında (Bo’Weavil) 2008 yılında yayımladıkları “Obliquity” isimli albümde de benzer bir tarzın / tadın olduğunu görsek de bu iki çalışma arasında bir - iki vites tempo farkı olduğunun da altını çizmeliyiz. Obliquity dinamik, coşkulu ve deneysel katmanı derin bir çalışma olmasına rağmen müzisyenlerin bahsettiğimiz genişleyen çemberi bir ölçüde sınırladıkları, çok aşırı uçlara gitmeden ama tempoyu ve deneysel çizgisini kaybetmeden ortaya çıkardıkları bir çalışma. “Live At Café Oto” ise adeta bir test ortamında olasılıkların, sınırların zorlandığı ve deneysel açılımların ritim tuttuğu bir atmosfer yaratıyor.

“Spellbound” parçası oldukça güçlü ve insanı yerinden eden bir saksafon / kontrbas atışmasıyla başlıyor. Kısa bir süre sonra devereye giren davulun ihtişamı önümüzdeki yarım saatlik sürecin bir hayli zorlayıcı olacağını kesinler nitelikte. Parçanın ilk bölümü bir koşuşturmaca içinde, dizginlerinden boşalmış üç enstrümanın devamlı burun farkıyla birbirlerinin üstüne binmesiyle yüksek bir devinim içinde gelişiyor. Ara pasajlardaki sololar klasik anlamda sadece parça sonlarında şahit olabileceğimiz bir yoğunlaşmayı daha ilk dakikalardan itibaren bizlere sunuyor.

Enerjisini bir an olsun kaybetmeyen parçada saksafonun yırtıcı haykırışların yanında arada boğuk seslere de kucak açarak çok farklı ve zengin bir palet üzerinde dolandığını görüyoruz. 7 dakika ayrımında ilk görece sakin anlarını yakalayabildiğimiz parçanın bu kısmı adeta ilk bölümü sindirmemiz için basit bir egzersiz niteliğinde. Bu bölümde özellikle vurmalılar ve Wilkinson’un enerjiyi etrafa dağıtan minik çığlıkları oldukça etkileyici. Zillerin arasından kendi yolunu bulan kontrbas da adeta kendi varlığını duyurmak istercesine parçanın ana omurgasına iyice yerleşiyor.

Soluk kesici saksafon soloları 10. dakikaya doğru giderek tempoyu yükseltirken bu bölümde davulun performansı gerçekten etkileyici. Parçanın ortalarına yaklaştığımızda bu canlı performansı yerinde görmenin “nasıl bir keyif” olacağına dair ufaktan düşünceler zihninizde salınmaya başlasa da, davulun ritmik vuruşları üzerinde adeta dansedercesine uçuşan saksafon ve bu çizgi üstü tempoyu başarıyla yakalayan kontrbas bizi yine de olduğumuz yere mıhlıyor.

Üçlü adeta enstrümanlarından oluşturdukları ses kolajında birbiri üstüne attıkları doğaçlama sololarla rengarenk bir resim ortaya çıkarıyorlar. Yarım saatlik bir süreçte çalışma, özellikle 20. dakika civarı mıhlandığımız yerde dahi bizi sarsmaya devam ediyor. Wilkinson’ın canhıraş minik çığlıkları, saksafonundan çıkan oktavsız ses öbekleri ve arka plandaki etkileyici ses oyunları dinleyeni kendinden geçirecek nitelikte. Bunun ardından tekrar bir dinlenme sekansıyla birlikte parça sona doğru enerjisini giderek yükseltiyor ve seyircilerden de hakettiği alkışı topluyor.

30 dakikayı aşan süresine rağmen “Spellbound” tekrara düşmeyen, her köşeye sıkışır gibi olduğunda yeni bir sürprizle kendi yolunu bulan ve üçlünün çalmaktan bizim de takip etmekten yorulduğumuz enfes bir yolculuk sunuyor. Bu elbette ki iki noktanın altını çizilmesini gerektiriyor : Birincisi müzisyenlerin enstrümanlarına olan hakimiyeti ve buna paralel olarak gelişen kendi içlerindeki denge. Diğeri ise tüm bu delicesine tempo içinde mutlak suretle tutunacak bir dal bulmaları ve ayağı yere basar bir şekilde tüm yaratıcılıklarını sergilemelerindeki maharetleri. “Live At Café Oto” kaydını bu kadar özel ve dinlenesi yapan farklı lezzetin de bu olduğunu belirtmek mümkün.

“Recoil” parçası bir anlamda ufak bir moladan sonra “Spellbound”un devamı niteliğinde. Wilkinson’un ıslıkları, haykırışları ve Noble’ın davul üzerindeki seri vuruşlarıyla benzersiz bir girişe sahip olan “Recoil” ardından minik kontrbas dokunuşları ve ritmik bir davul melodisiyle kendi yolunu çizmeye başlıyor. Parçanın ortaları yine muhteşem bir saksafon / davul kapışmasına sahne oluyor. Tükenmek bilmeyen bir enerji ile basılan her bir nota karmaşık bir labirentin içinde önümüzde açılan yollar gibi bizi bambaşka yerlere sürüklüyor ve sonunda, ne nerede olduğumuz ne de oraya nasıl geldiğimizle ilgili herhangi bir bilgi kırıntısı dahi kalmıyor. Bir nevi ruhsal bir sterilizasyona eşlik ediyor müzik.

Kısa olarak değerlendirilebilecek bu 40 dakikalık süre boyunca bir anlamda boyut değiştiren bir müzik, aynı kişi olmasına rağmen sürekli farklı kıyafetlerle / rollerle önümüze çıkan bir oyuncu gibi bizi binbir değişik duyusal lezzetin peşine takıp sürüklüyor. Müzik de bizimle birlikte nefes alıyor ve evriliyor. Sanırım gözlerimiz kapalı bir şekilde performansın gerçekleştiği ortamı hayal etmek istesek de, buradaki samimi, gerçek, yaratıcı ve araştırıcı tavır kayıt üzerinden de olsa kendi varlığını güçlü bir şekilde hissettiriyor. Kulak kabartmaya değer nitelikte enfes bir 40 dakikanın bu albümde sizleri beklediğini belirterekten sözlerimizi sonlandıralım...

Oğuz Büyükberber. Ara. AK Müzik. 2009.

Bu değerlendirme Cazkolik web sitesi için yazılmıştır... ( www. cazkolik.com )

AKsi-isTİKAMET’in Cazkolik çatısı altında yola çıkış manifestosunun en hatırı sayılır ifade kümeciği “bilinçli bir alternatif güzergah oluşturma gayreti” olarak özetlenince, eleğimize takılacak çalışmaları belirlerken bu kıstası ön planda tutmak da birincil bir görev haline geliyor. Bu kulak keskinliğini elbetteki piyasaya sürülen tüm çalışmalara hakkaniyetli bir şekilde dağıtmak oldukça güç. O yüzden de öncelikli amacımız en güncel olanı vermektense çizmeye çalıştığımız çerçeveye uygun düşen çalışmaları ön plana çıkarmak olduğu için, zaman zaman geriye dönüşlerle derdimize deva olmuş albümlere de bu sayfalarda yer verme çabasında olacağız.

Yeni yazımıza konuk edeceğimiz çalışma bu açıdan 2009 yılının ortalarında piyasaya verilmiş bir albüm olmasına rağmen, adete bu köşenin mihenk taşlarını belirleyen kurgusal yapının etkileyici bir izdüşümü niteliğinde. O yüzden geç kalmış olsak da söz konusu albümden bahsi açarak payeyi verelim ve albümün hakettiği şekilde bu satırlarda kalemimiz el verdiğince bir anlatıcı / aktarıcı olalım isteriz. Değerlendirme gayretine girişeceğimiz çalışmamızın bir diğer dikkat çekici özelliği, en azından AKsi-isTİKAMET köşesi için, ilk defa bir Türk müzisyenin albümüne odaklanıyor olması. Daha fazla uatmadan mercek altındaki albümün Oğuz Büyükberber’in 2009 yılında AK Müzik etiketiyle piyasaya sunduğu çalışması “Ara” olduğunu belirtelim.

Tahmin ediyorum ki, Cazkolik takipçileri bu ismi ziyadesiyle yakından tanıyor ve biliyor. Halihazırda “Ara” albümü ilk yayınlandığında da Cazkolik satırlarında kendine yer bulmuş bir çalışma. Bu nedenle yazının içerik ağırlığı biraz daha parçalara ilişkin yorumlara kayacak olsa da, Türk cazının bu önemli isminden en azından hatırlatıcı mahiyette birkaç cümleyle dahi olsa bahsetmek kalemimizin ve boynumuzun borcu olsa gerek.

Büyükberber 1994 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Akademisi İç Tasarım Bölümü'nden mezun olduktan sonra 2000’li yıllarda uzunca bir süreyi Hollanda’da geçirerek, Amsterdam Konservatuarı’nda basklarnet eğitimine devam etmiş bir müzisyenimiz. 90’ların başından bu yana müzik üreten bir isim olarak 30’un üzerinde eserde adı geçen Büyükberber’in, sadece kendi adıyla yayımladığı çalışmaları da var (Ada Müzik etiketiyle yayımlanan "Velvele" ve "Canlı" gibi). Katıldığı özel projeleri, festivalleri listeye şimdilik dahil etmiyoruz. Nasıl olur diyerek detayını okumak isteyenleri etraflica hazırlanmış bir okuma seansı için Büyükberber’in sitesine davet ediyoruz (http://www.oguzbuyukberber.net/Site_1/music.html). Aynı zamanda görsel sanatlarla da uğraşan üstadın videolarına da göz atmakta fayda var (http://vimeo.com/channels/obbvisualart). Kişisel favorim uĞURth3 b ve 1000 isimli çalışmalar.

Oğuz Büyükberber’in her satırında önemli işlere imzasını attığı çalışmalar ve projeler arasında bazılarını anımsatmakta yarar var. Hatta bunu geniş bir perspektif dahilinde bir şekilde farklı rollerle de olsa içinde yeraldığı çalışmalar olarak açımlarsak profilin etkileyiciliğini daha net kavramak mümkün. Örneğin Laço Tayfa’nın Bergama Gaydası çalışmasında ünlü isim Butch Morris’in yardımcısı rolünde. Craig Harris’i Barbaros Erköse ile, Brooklyn Funk Essentials’ı Laço Tayfa’yla biraraya getiren projelerde koordinator rolünde. Festival ayağını saymakla bitmez ama birkaç anımsatma: 1993 yılında 4. Efes Pilsen Blues Festivali’nde, 1996’da 1. ODTU Jazz Festivali’nde, 1996’da 6. Akbank Caz Festivali’nde, 1997’de İstanbul Müzik Günleri’nde, 1998’de Parliament Superband Jazz Festivali’nde (ve elbetteki çoğunda ilerleyen yıllarda tekrardan farklı projelerle) yeralmış Büyükberber. Bu uzun listede bizim biraz daha fazla gözümüze çarpanlar arasında ise 2009 yılında Porto Klarnet Festivali, 2006 yılında Londra Caz Festivali ve 2004 yılında Berlin’deki Club Transmediale Festivali ile North Sea Jazz Festivali var. Bir de zamanında ziyadesiyle etkisinde kaldığımız ctrl_alt_del projesinin DVD olarak piyasaya çıkan versiyonunda “Ara” albümünde de yanında yeralan Robert Van Heumen ile birlikte ortak ürettikleri bir parça da var Büyükberber’in diyerek biraz da albümden bahsedelim.

Albümün açılışı ardı ardına gelen iki solo basklarnet parçasıyla yapılıyor. “açış” ve “kenarlar”. Her iki parça da cümle alemce zor bir enstrüman olarak tanımlanmış basklarnetin maharetle geniş bir skala üzerinde çizdiği renkli kompozisyonlarla derinlikli bir altyapıyı içimize işliyor. Özellikle “açış”ta parmak dokunuşlarının çıkardığı seslerin uyandırdığı samimiyet ve yakınlık, tınılarla beraber çıktığınız egzantrik bir yolculukta size eşlik ediyor. Büyükberber enstrümanıyla birkaç dakikalık kısa bir sürede neler yapabileceğini sergilerken, farklı ses renklerinden bezediği parçalar, bir yandan basklarnetin sesini kulaklarımıza daha bir aşina kılarken bir yandan da ara pasajlarda hüzünlü dokunuşlarla gönül tellerimizi titretmeyi beceriyor.

“açış” başlangıçta hızlı bir tonda akarken ikinci bölüme doğru dinginleşerek sahneyi “kenarlar”a bırakıyor. Bu defa daha değişken bir kurguyla karşılıyor Büyükberber bizi. Arayışın ilk soru işaretlerini ikinci parçayla birlikte hissetmeye başlıyoruz. Adeta basklarnet birşeyleri sorguluyor ve ardı ardına gelen sekanslarla orta yoldan çıkmaya başlıyor. Parçanın ortaları gerçekten ekstra bir kulak kabartmayı hakeder nitelikte zengin bir içeriğe sahip. Sesler arasındaki geçişler ve sanatçının hakimiyet alanında yeşeren bir doğaçlama, bizi biraz daha albümün içine çekmeye başarıyor; sonraki parçalar için de daha bir dikkatli olmamız gerektiğini net bir şekilde hissettiriyor. Velhasıl “kenarlar”ın bu derinlikli ve değişken yapısıyla oldukça etkileyici bir parça olduğunun altını çizelim ve devam edelim.

Bir sonraki parçayla birlikte albümün bu satırlara konu olmasına bir şekilde vesile olan canlı elektronikler de ciddi ciddi rol kapmaya başlıyor. “….. altında” isimli parçada Oğuz Büyükberber basklarnetin yanısıra elektronik ses dünyasının da derinliklerine doğru etkileyici bir keşif gezisine çıkarıyor bizleri. Adeta su altından gelen bir ses öbeği ile açılan parça dört dakikalık süre boyunca basklarnetle nefessiz bir yarışa girişiyor. Gergin ve haşin bir atmosfer yaratan elektronik kurgunun arka planına deneysel dokunuşlarla farklı bir katman ekleyen basklarnet, bu parça ile birlikte albümde adeta bambaşka bir sayfa “ara”lıyor. Basklarnetin acılı haykırışları ile bütünleşen elektroniklerden gelen kozmik sesler gerçek anlamda bir öte dünyanın perdesini de “ara”lamayı başarıyor. Tek kelimeyle anlat derseniz nefes kesici der bir kelime daha çalarız sözlükten…

Dördüncü parça albümde ilk defa Büyükberber dışında bir ismin de katkısının olduğu “duo”. Büyükberber klarnet ve canlı elektroniklerde başroldeyken, Creative Sources etiketinden çıkardığı çalışmalarına aşina olduğumuz Robert Van Heumen de yine canlı elektroniklerde kendisine eşlik ediyor. Bir test odası ortamı yaratılan çalışmada klarnet fazla ön plana çıkmadan kendine bir figüran rolü alırken, canlı elektronikler sert tonlarla kulaklarımızı bir kademe daha zorluyor. Bu defa daha metalik, daha köşeli ve rahatsız edici bir ses kümesi çıkıyor karşımıza. Klarnet ara ara ön plana çıkmak için birkaç adım atsa da elektronikler yavaş yavaş ele geçirmeye başladıkları başrol oyunculuğunu hemen teslim etmemekte direniyor.

“içine su dolmuş” parçasında yine sadece Büyükberber’i görüyoruz. Canlı elektronikler ve basklarnet. Bu defa her iki taraf da biraz daha sakinleşmiş, kendi aralarında bir denge yakalamaya çalışıyor gibi. Karşılıklı uzayıp giden bu başat koşturmacada özellikle basklarnet kendi ağırlığını hissettirmeye çalışsa da elektronikler de hiç aşağı kalmıyor. Parça ortalarında bir hiddetlenme, göğüs kabartma halleri var ki gerçekten çok etkileyici. Son sözü basklarnet söylüyor ve elektronikler rücu ediyor.

“duo 2-I” ve “duo 2-II” de ise Büyükberber’e Tobias Klein (basklarnet ve canlı elektronikler) eşlik ediyor. Özellikle ilk bölümde elektronikler biraz daha bastırılmış bir şekilde arka plana gömülmüşken, ilerleyen dakikalarda klarnetin dürtüklemesiyle ortam tekrar kızışıyor. Bu bölümdeki kurgularda rahat takip edilebilir melodilerden ziyade minik / doğaçlama ses kümecikleri var. İkinci bölümde tempo daha yüksek, daha kesik ve süratli atışmalar var. Bir adım ötesi kaos olacakken tam sınırda durulan bir nokta. Sanatçının doğaçlamada kendini kaybetmemesi, enstrümana hakimiyetin getirdiği içgörüyle baştan zaten rotasını belirlemiş olması diye açımlanabilecek bir nokta bu.

“indim” albümün sonlarına yaklaşırken canlı elektroniklerin de yeraldığı bu uzunca bölümün son parçası olma özelliği taşıyor. Basklarnet ve elektroniklerin elele dinleyene kılavuzluk ettiği bu birkaç dakikalık süreçte Büyükberber yine bize farklı bir ses yelpazesinin muhteşem çeşitliliğini sunuyor.

Sonraki iki parça “kağıt kesici eşliğinde” ve “teğet” görece sakin bir ortamda bizi finale doğru yaklaştıran adımları atıyor. Bu parçalarda klarnet ve basklarnette yine Büyükberber solo çalıyor. Özellikle “kağıt kesici eşliğinde” yaratmayı başardığı değişik atmosfer ve albümün genelindeki çizgiden farklı bir skalada yeralan omurgasıyla elimizdeki çalışmanın değerini biraz daha artıran olumlu bir katkı yapıyor.

Kapanış 16 dakikalık oldukça uzun bir parçayla geliyor. “le dechirement des petales”. Bu parçada Büyükberber’e basklarnet ve canlı elektroniklerde Tolga Tüzün eşlik ediyor. İtiraf etmeliyim ki bu uzunca parça albümün genelinde olduğu gibi yüksek seviyeden bir alkışı hakediyor. Her anında alışılmadık bir renge bürünen albümün adeta bir özeti niteliğinde olan parçada daha steril bir ortam karşılıyor bizi. Karşılıkla atışmalarla yükselen ateşli bir ortamdan ziyade bir kapalılık hissi ile adım adım gelişiyor parça. Bu bölümlerde enstrümana olan hakimiyete had safhada yakından şahitlik ediyoruz.

Virtüözite, yaratıcılık, cesaret, deneysellik, sorgulama. Kısacası bir çalışmayı farklılaştırabilecek her türlü malzemenin maharetle karıştırıldığı / arandığı ve enfes lezzetler sunan bir albüm “Ara”. Büyükberber’in sıklıkla belirttiği gibi bir arayış albümü olan çalışma gerçekten birçok keşfi içinde barındırıyor. Özgün bir dille ortaya çıkarılan albümü bir janra dahil etmek zor olsa da elektroakustik bir çalışma olarak tanımlamak hatalı olmayacaktır.

Büyükberber’in bu çalışması farklı bakışlar, yorumlar, algılamalar arasındaki ikili dünyanın ters yüz edilip sanatçının kendi perspektifinden süzülmüş bir halini özetliyor. Doğaçlama da var, beste de var, solo da var duo da var, hem akustik hem elektronik. Birçok iki kutuplu geniş düzlemin içiçe geçirildiği, yakınlaştırıldığı, her iki tarafı da çözümleyici bir üçüncü okuma dilinin yaratılmaya çalışıldığı etkileyici bir albüm “Ara”.

Son sözleri Büyükberber’in albüme ilişkin röportajlarındaki (sanatçının web sitesinden bu yazıları okumak mümkün) birkaç ifadesine bırakalım: “Beni bugüne kadar etkilemiş olan birçok müziğin farkında olarak geliştirilmiş özgün bir anlatım dili kullanarak icra edilmiş, çoğunluğu solo klarnet müziğinden oluşan elektroakustik bir müzik”. “Arayış sonucu ulaştım Ara'ya... Bu isim farklı kavramlar arasında gidip gelmeye, arada bağlantı kurmayı işaret ediyor. Ülkeler, kültürler, diller, görüntüyle sesler, Türk Müziği'nden klasiğe farklı ses evrenleri, akustikle elektronik, doğaçlamayla kompozisyon arasında gidip geliyor. Arada olmak benim tercihim değil, ancak merakımı çeken, aşık olduğum sesler, renkler kavramlar, beni bu noktaya getirdi. Kimilerinin eklektik dediği bu noktada olmaktan şikayetçi değilim. Başa gelen çekilir. Ancak arada kalmak, Araf'ta olmak ya da tereddüt hali gibi değerlendirilmemeli. Farklı ögelerin olumlu yönlerini bir araya getiren bir tercih, bir arayış.”

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Lou Rhodes Özel


Maalesef Lou Rhodes İzlanda'daki volkanın azizliğine uğradı ve Babylon'a gelemedi. Babylon dergide de yayımlanan Lou Rhodes yazı ve röportajının tam versiyonu...

‘Bilgelik sevgisi’ anlamına gelen felsefenin içine insan olgusunun girişi, felsefenin gelişim yönünü insanın irdelenmesine çeviren sofistlerle başlar. İnsana tutulan bu aynada görünen tekillik, sanatsal arenaya bireysel yaratıcılığın sürüklediği ve kendine ait bir ses oluşturma güdüsünün tetiklediği bir gayret olarak yansır. 90’lı yılların ortalarında gündemimize giren elektronik müzik ikilisi Lamb’in güçlü sesi Lou Rhodes’un üçüncü solo albümüyle artık iyice belirginleştirdiği müzikal yol da, ‘sadece kendini anlatma’ hassasiyetinden beslenen bir çalışma özelliği taşıyor.

Manchester orijinli İngiliz ozan şarkıcı Lou Rhodes’un solo macerası, elektronik müziğin geniş skalasında her daim kayda değer nitelikte işler üretmiş ve ardında dört albümlük değerli bir hazine bırakmış olan Lamb ikilisinin vokalden sorumlu üyesiyken, ekip arkadaşı Andrew Barlow’dan ayrılıp ilk adımı atmasıyla başlar. 2006 yılında yayımlanan çıkış çalışması Beloved One beklentilerin üstünde olumlu bir tepki alır ve adanın Grammy’sine denk gelen Mercury Ödülleri’nde yılın en iyi 12 albüm adayından biri olur. Aralarında Muse, Editors, Hot Chip, Scritti Politti ve Thom Yorke gibi güçlü isimlerin olduğu bu listeden sıyrılıp ödülü alan Arctic Monkeys olsa da, bu adaylık Rhodes’un solo kariyeri açısından önemli bir başarı olarak not edilecektir.

Bu albüm Rhodes’un kendini fazlaca zorlamadan geniş müzikal birikim ve düşüncelerini yansıttığı bir çalışma olarak şekillenmiştir. Özünde folk müzik olarak tanımlanabilecek çalışma şatafatsız, içten ve derinlikli bir zarla örülmüş hüzünlü bir dünyanın akustik yansımaları eşliğinde, Rhodes’un dinleyeni büyüleyen eşsiz vokallerini içermektedir ( Rhodes’un tüm albümleri için benzer ifadeler kullanmak mümkün). Albüm Lamb çalışmaları için sıklıkla başvurulan trip hop, drum’n bass ve jazzy gibi tanımlamaların dışında, sıklıkla sadece gitarın Rhodes’un muhteşem sesine eşlik ettiği, zaman zaman zarif piyano dokunuşları ve yaylılarla zenginleşen bir çerçeveye sahiptir.

Lamb’in müziğinde ara pasajlarda karşımıza çıkan ve ipuçları Lamb parçalarına da gizlenmiş bir çerçevedir bu. Aslında Lamb’in müziğine baktığımızda onu bu denli farklı kılan unsurların Rhodes’un etkileyici sesinin yanısıra, altyapılarda farklı janrların köşetaşlarının maharetle kullanılması ve bazı parçalarda bunlara canlı enstrümanların eşlik etmesi olduğu görülecektir. Lamb bir anlamda birçok janrdan beslenerek kendi müzikal dilini yaratmış ve özel bir ikili olmayı başarmıştır. Bu unsurlar yanyana getirilip samimi birşeyler anlatma gayretiyle eritildiğinde, ortaya müzikal anlamda zengin, dinamik ve duygu vurgusu yüksek çalışmalar çıkmıştır. Özetle Lou Rhodes’un sadelik, Andrew Barlow’un karmaşıklık eksenleri üzerinden biçimlenen eşsiz bir formülasyondur Lamb’inki.

2007 yılında Lou Rhodes bir insanın yaşayabileceği en derin üzüntülerden birini yaşar ve kız kardeşinin ölümünün ardından İngiltere konser programını iptal etmek zorunda kalır. Bu dönem adeta hayatın türlü zorlukla Rhodes’u test ettiği ve kişiliğinde derin izler bırakan bir süreç olarak geçecektir. Tüm bu zorluklara göğüs geren Rhodes Glastonburry’de 2007’de ikinci defa sahne alır. Yılın sonlarına doğru da ikinci solo albümü Bloom’dan çıkan ilk single “The Rain” piyasaya verilir.


İlkine oranla daha fazla efor sarfettiği bu albüm Rhodes için zaman zaman dile getirdiği, bir daha elektronik müzik yapmayacağına dair düşüncelerini ispatlar niteliktedir. Ana omurgayı akustik gitar ve vokalin oluşturduğu albümde keman, kontrbas ve perküsyon eşliğinde işlenmiş romantik, duygusal ve kişisel vurgusu yüksek hikâyeler, Rhodes’un büyüleyici sesinden damıtılarak anlatılmaktadır.

Bahsi geçen “yeni ve farklı hikayeler yaratma / anlatma güdüsü” aslında Lamb projesinin sona erişindeki giz perdesinin baş aktörüdür. Rhodes bu tip bir projenin sürekliliği için devamlı güncel bir dil yaratmak ve farklı açılımlar getirmek gerektiğinden bahsederek, son Lamb albümünün ardından kendilerine bir sonraki adımın ne olacağını sorduklarında somut bir yanıt üretemediklerini ve bu yüzden artık varolma nedenlerinin ortadan kalktığını belirtecektir.

Müziğinde kişisel bir dil yaratmış olan Rhodes’un hikâyelerinin özünde insana ait yaşantılar, duygular ve ilişkiler vardır: sevinç ve kederin bir anlamda sırt sırta durduğu, hayal kırıklıklarının da gülümsemeler kadar yakınımızda olduğu, bazen bir anın / bakışın bile yaşamaya / yaşatmaya değer olduğu zarif, kırılgan ve duygu yüklü sade hikâyeler. Sonuçta iki çocuklu bir anne için bu sadelik kıyafetinin Rhodes’a yakıştığını da belirtmek gerek. Klişelerden uzak, gerçekliğin peşinde, samimî bir varolma gayretiyle çıkılan, çeşitli eşiklerden / evrelerden oluşan ve belli bir dönemde bir eşikten / evreden diğerine geçilerek her şeyin bir anlamda tekrar sıfırlandığı bir yolculuk.

Basit ama sersemletici etkisi yüksek sözler ve içimizi titreten sıcak akustik tınılar, Rhodes’un puslu ve derin sesinin eşliğinde, her ânı ustalıkla nakışlanmış bir kurguyla tamamlanan parçalar olarak karşımıza çıkar. Her birinde hayaller ve sorgulamalarla donatılmış içsel bir yolculuğun bizleri beklediği bu parçalarda; üzerimizde akıldan çıkmayan, hipnotik ve ruhanî bir etki bırakan Lou Rhodes kılavuz rolündedir. Kaygan bir zeminde hayata sıkıca tutunmak, zorluklar içinden yeşeren güzellikleri görebilmek, acıyı da sevinç kadar rahatlıkla kabullenmek ve kendimize ait bir güzergâhı oluşturabileceğimiz bir ussal yolculuktur bu, ve o yüzden aslında içinde yoğun bir ‘felsefe’ vardır. Büyük ozan şarkıcı Leonard Cohen’in dediği gibi:

There is a crack in everything,

That’s how the light gets in.

-------------------------------röportaj---------------------------------

Lamb projesindeki 10 yılın ardından gelen ilk solo çalışmanız aslında bir meydan okuma içeriyordu. İkinci albümde daha az soru ve sorunla karşılaştığınızı düşünüyorum. Üçüncü albüm sonrası kendinizi olgunlaşmış bir ozan-şair olarak konumlandırıyor musunuz ? Hâlâ çıkılacak basamaklar var mı önünüzde ?

Her zaman için. Bir sanatçının asla ürettiği işten tam anlamıyla memnun olacağını sanmıyorum. Şarkı yazma konusunda azımsanmayacak bir tecrübem var elbette – yaklaşık 16 yıl– ancak hâlâ yeni birşeyler öğrendiğimi hissedebiliyorum. Belki garip gelecek ama aslında ilk albümüm Beloved One’a kıyasla ikinci albümüm Bloom beni daha çok zorladı.

Tam anlamıyla son çalışmanızı diğer ikisinden ayıracak olan tema yada öz nedir ?

Son çalışma One Good Thing bugün için bulunduğum yeri en layıkıyla temsil eden, dolayısıyla da çalışmalarım arasındaki en gerçekçi albüm. Albümdeki parçalar hayatımın oldukça zorlu bir dönemini ve oradan çıkışımı anlatıyor. Çalışmalar esnasında olabildiğince az elektronik kullandık. Oldukça sade, basit ve zamansız bir albüm yaratmaya çalıştım. Bu yüzden de kayıt aşamasında işin ruhunu zedelediğine inandığım dijital teknolojilerden kendimi sakındım.

Elektronik müzik sıklıkla duygusal olamamakla eleştiriliyor. Bir elektronik müzik grubu olsa da Lamb projesinde belli bir duygusallık vardı aslında. Keza solo çalışmalarınızda da bu vurgu kuvvetli. Duyguları aktarmak konusunda akustik ve elektronik yapılar hakkında ne düşünüyorsunuz ?

Akustik seslerle müzik yapmaya kıyasla elektronik seslerle aynı duyguları hissettirmenin oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Neticede elektronik müzik dediğimiz tüm yapı onlarca ikili koddan meydana gelen bir ürün. Oysa akustik müzik insanoğlunun bizzat ürettiği sesler için çoğunlukla ağaçtan kendisinin yaptığı enstrümanların kullanımından ortaya çıkıyor. Bu anlamda elektronikle kıyaslanamaz gibi geliyor bana. Lamb projesindeki duygular genellikle şarkıların kendi iç gücünden ve canlı enstrümanların – özellikle yaylıların – kullanımından geliyordu. Andrew Barlow’un ev stüdyosunda son çalışmamı kaydederken bir parçada aradaki farkın çok az olacağını düşünerek vokali analog ve dijital olarak iki farklı şekilde kaydettik. Ancak farkı gördüğümüzde çok şaşırdık. Analog kayıt çok daha samimî ve sıcaktı. Özetle dijital teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin hâlâ dolduramayacağı bazı boşluklar var.

Duygulardan bahsetmişken aşkla, hüzün ve melankoli arasında sürekli bir bağın olduğuna inanıyor musunuz ?

Değişik bir soru bu. Bugünlerde sıklıkla bir sanatçının rolünün devamlı olarak sınırları zorlaması olduğunu düşünüyorum. Öyle geliyor ki kendimi o boşluğun / alanın içinde hissettiğimde çok daha yaratıcı olabiliyorum. Melankoli sanırım mutlulukla mutsuzluk arasında bir yerlerde salınma hâli. Ama bu yine de sınırlayıcı bir tanımlama elbette.

Bir defasında kendinizi tanımlarken duygu bağımlısı (emotional junkie) olduğunuzu belirtmişsiniz. Aşk dışında hangi kavram yada duygular çalışmalarınızı şekillendiriyor ?

Evet, bir defasında böyle tanımlamıştım ama hâlâ geçerli mi emin değilim. Son birkaç yıl bu bakımdan üzerimde arındırıcı bir etki yaptı. Oldukça uzun zaman tek başıma kaldım ve bu süre sonunda “aşk adına aşka bağımlı olma” hissiyatından sıyrılmış gibi hissediyorum. Tüm duyguların yaratıcılığı tetikleyebileceğine inanıyorum. Ama yine de beni en çok besleyeni bahsettiğim, mutlulukla mutsuzluk arasındaki alan. Oralarda bir yerde olmanın beni insan olarak hayata bağladığını hissediyorum.

Sahnede söylemekten en çok keyif aldığınız üç Lamb ve solo parçanız ?

Lamb olarak Gabriel, Gorecki ve Trans Fatty Acid. Solo çalışmalarımdansa hepsi son albümde yer alan üç parça diyebilirim : “There for The Taking”, “One Good Thing” ve “Circles.”

Sahnede sana eşlik etmesini hayal edeceğin efsane grup kim olurdu ve neden ?

Efsane gruptan çok emin değilim; aslında bu efsane bir isim olurdu. Elliott Smith yada Nick Drake mesela. İkisinden biriyle sahnede olma fikrinin dahi beni yeteri derecede heyecanlandıracağını da belirtmeliyim.

Lou Rhodes yazarken aklıma düşenler listesi...

*Elizabeth Fraser / Moses

*Suzanne Vega / Solitude Standing

*Tear Garden / Tired Eyes Slowly Burning

*Cranes / Tomorrow’s Tears

*David Darling / Journal October

*Mazzy Star / So Tonight That I Might See

*David Sylvian / Gone To Earth

*Blue Skied An’ Clear / A Morr Music Compilation

*Dream City Film Club / Dream City Film Club

*Lisa Germano / Magic Neighbor

Nuearz. Saturation Point. Skam. 2010 (minima)

90’ların başından bu yana elektronik müzikseverlerin her daim kontrol listesinde olan Skam etiketi bugüne değin bizleri Gescom, Freeform, Bola, Boards Of Canada, Team Doyobi gibi çok önemli isimlerle tanıştırmış kült statüsündeki etiketlerden biri. İşte Skam’ın bizlere sunduğu yepyeni bir isim; ilk albümü Saturation Point’i çıkaran Japon müzisyen Kazuhiro Okuda, yani Nuearz. Elektronika, IDM ve breakbeat janrları arasında hop oturup hop kalkan, oldukça renkli ve dinamik bir albüm elimizdeki. Zengin bir melodik yapı içine fazlasıyla bol miktarda döşenmiş elektronik doku ve vuruşlar; yoğun ve çok katmanlı bir yapı ortaya çıkarsa da, zaman zaman yıpratıcı bir müzikal dil yaratıyor. Ardarda sıralanmış bu biçimlendirmeler arasındaki hızlı geçişler bazen baş döndürüyor. Albüm genelindeki sıcak ve parlak tonlarla bezenmiş parçaların birçoğu bir şekilde bizi yakalamayı beceriyor. Ancak bu kurgunun zayıfladığı bazı noktalarda albüm birçok malzemenin eş zamanlı işlenmesinden çıkan hafif dağınık bir görüntü sergiliyor. Ara pasajlarda denk gelinen bazı ucuza kaçan melodilerin yanısıra; dinleyene pek nefes alma şansı tanımayan kurgusuyla, keskin işitsel kimliğin albümün tamamına sirayet ettiğini, ve bunun da dinleyeni biraz yorduğunu belirtmek mümkün.



Bu yazı Babylon derginin 2010 bahar sayısında yayınlanmıştır.

Nikakoi. Selected. Laboratory Instinct. 2010 (minima)

Nikakoi yada asıl adıyla Nika Machaidze Gürcistan orijinli bir yönetmen ve film müziği bestecisi. Elektronik müzik camiasında zaman zaman Erast adıyla yaptığı çalışmalarla da adı duyulan müzisyenin, iki CD’den oluşan bu özel çalışması 2002 ve 2003 yıllarında yayımladığı “Sestrichka” ve “Shentimental” albümlerine ek olarak taptaze 10 yeni parçanın biraraya getirilmesinden oluşan 30 parçayı içeren etkileyici bir çalışma. Sade ama derinlikli, gösterişsiz ama iyi işlenmiş bir IDM külliyatı olarak değerlendirebileceğimiz albümde, Nikakoi’nin birbirinden tamamen farklı ses kümeleri arasında ahenkle dolaştığı ve her birinde bir şekilde içimizi titreten noktaları deşifre ettiği albüme kendimizi kaptırmamak pek mümkün değil. Yeri geldiğinde bu bir vokal oluyor, bazen bir piyano melodisi yada elektronik bir çıtırı. Ama albüm boyunca karşımıza çıkan parçaların tümü, sanki farklı kollardan tek bir bütünü besler nitelikte. Ana güzergahi çok fazla deforme etmeden, ancak binbir çeşit ses / renk kullanarak ve genelgeçer kalıplara yüzvermeden ortaya çıkarılan çalışma bu özelliğiyle IDM / glitch tarzlarına yakın duranlar için arşivlik bir döküman hüviyetinde. Deneysel dokunuşlar, steril ve dokunaklı minimal yapılandırmalar eşliğinde nefis bir elektronik müzik dinletisi vadediyor Nikakoi’nin çalışması.



Bu yazı Babylon derginin 2010 bahar sayısında yayınlanmıştır.

Çeşitli Sanatçılar. 2.Favourite Places. Audiobulb. 2010 (minima)

Audiobulb etiketinin Favourite Places ismi altında yayımladığı ve Taylor Deupree, Biosphere, Leafcutter John gibi müzisyenleri biraraya getiren ilk derleme çalışma 2007 yılında piyasa çıkmıştı. IDM, glitch, ambient ve saha kayıtlarından beslenen bir havzada yeşillenen bu derlemenin ikinci adımında yine önemli isimler karşımıza çıkıyor. Lawrence English, Sawako, Autistici ve Icarus bunlar arasında ilk dikkati çekenler. Audiobulb etiketi elektronik müziğin daha deneysel uçlarında konumlanmış olsa da duygusal vurgusu kuvvetli çalışmalara imza atan bir etiket. Projede yeralan müzisyenlere dijital / elektronik seslerden ve saha kayıtlarından yola çıkarak, en sevdikleri yerleri anlatmaları istenmiş. Böylelikle çeşitli ses kayıtlarıyla ana kurgusu belirlenen çalışmada dış dünyamızdan kendi içimize ulaşacak olan bir hikaye ortaya çıkarılmaya çalışılmış. Amaçlanan dinleyicilerin de kendi pasif konumlarından çıkıp, sevdikleri mekanları ( eviniz yada sayfiyede bir bahçe vb. ) sadece görsel olarak değil işitsel olarak da dikkatlice süzgeçten geçirip, sahiplenmelerini ( yada içselleştirmelerini ) tetiklemeyi hedefliyor. Bahsi geçen isimler dışında Yannick Franck, Michael Santos, Calika ve He Can Jog’un parçaları ambient / IDM arasında salınan, pastoral efektli süslemeleri ve naif kurgularıyla ekstra bir dikkati hakeder nitelikte.



Bu yazı Babylon derginin 2010 bahar sayısında yayınlanmıştır.