12 Aralık 2012 Çarşamba

Fennesz. AUN. Ash (minima)


Ne yapsa hassasiyetle kulak kabartmak ve hatta edinip arşive katmak gerekir statüsüne çoktan erişmiş olan üstad Fennesz’in bu son çalışması aslında bir film müziği projesi. Albümde yer alan 15 parçanın üçü Fennesz’in daha önce Ryuichi Sakamoto ile birlikte yayınladıkları Cendre albümünde de yeralmış. Bu üç parçada Sakamoto’nun piyano tuşeleri ara ara nefeslenmemizi sağlasa da, albümün genelinde gitarın bir adım daha arka plana alındığı parçalarda Fennesz’in o çok geniş ve zengin ses yelpazesinden çıkan başdöndürücü renklerle örülen apokaliptik ve karanlık bir atmosfer sizi karşılıyor. Albüm kartonetinde yeralan “ebedi kanunların ihmal ve inkarı yokolmayı getirecektir” notu bir anlamda film ve müziklerinin ruhunu oldukça iyi özetliyor. Zaten yönetmenliğini Elgar Honetschlager’in üstlendiği filmin de ana temaları geçmiş, gelecek ve kıyamet gibi kavramlar üzerine kurulu. Yarını dizayn etmeye çalışan insanoğlunun geleceğine verdiği tahribat ve çıkar yol için yüzünü döndüğü inanç ve dinler dünyası. Fennesz’in müzikleri ise sizi buradan alıp başka bir yere götürmüyor, adeta adım adım o evreni etrafınıza inşa ediyor. Böylelikle siz de farkında olmadan o evrenin bir parçası haline geliyorsunuz. Özetle; “Fennesz mi ? Koy sepete...”

B. Fleischmann. I’m Not Ready For The Grave Yet. Morr Music (minima)


90’lı yılların sonundan bu yana önce Charhizma sonrasında da Morr Music etiketiyle çıkardığı çalışmalarla aklımıza kazınan B. Fleischmann’ın son çalışması adeta bir ustalık dönemi eseri. Albümün en önemli özelliği bugüne dek farklı isimlerin vokallerine yer veren Fleischmann’ın bu defa tüm vokalleri kendisinin yapmış olması. Baştan sona hızlıca akıp giden ve kulaklarımızda nefis lezzetler bırakan albüm özellikle son dönemde elektronikle, folk ve indie tarzlarının birbirine maharetle harmanlandığı çalışmalara kataloğunda daha yoğun şekilde yer veren Morr Music’in tarzını kavrayabilmek için de çok doğru bir örnek. Güçlü melodik yapılar, naif vokaller ve minik perküsyon ve gitar darbeleri arasında yolunu bulan albüm tüm coşkusuna rağmen özünde sade bir çizgide ilerlese de, şarkı sözlerinde varoluşu ve zaman kavramını sorgulayan bir içeriğe de sahip. Zaten “Henüz mezar için hazır değilim” anlamındaki albüm adı da bu konseptin bir yansıması. Hızlı temposuyla dikkat çeken ve açılışı yapan “Don’t Follow” ile hüzünlü sözleri ( yesterday we taught / tomorrow we would / today we say / tomorrow we should ) ve sağlam altyapısıyla dikkat çeken “Tomorrow” bu albümden ilk tavsiye edeceğimiz parçalar.

Mika Vainio. Magnetite. Touch (minima)


90’lı yılların başında İlpo Vaisanen ile birlikte kurdukları unutulmaz ikili Pan Sonic’in yarısı olan Mika Vainio kendi kişisel üretimlerine Magnetite ile devam ediyor. Vainio’nun Touch etiketiyle yayınladığı beşinci solo albümü yine soyut seslerle örülü, ambient / drone arasında gidip gelen ama minimal ve analog tınıların sıcaklığını da bir şekilde vermeyi başaran ortanın üstü bir çalışma. Elektronik müziğin mihenk taşlarından sayılabilecek bir grubun elemanı olarak Mika Vainio’nun solo işlerine genel bir bakış fırlattığımızda, bunların her birinde öz olarak bazı ortak yapıların olduğunu ama buna rağmen her bir çalışmada ana omurgaya eklemlenen farklı yapı taşları olduğunu da görüyoruz. Bu defa Vainio oldukça minimal, ara ara sessiz pasajların kullanıldığı, özenli bir dinleme olmadığında kendini unutturan bir çalışmaya imza atmış. Gürültüyle sessizlik arasındaki uzun eksende oldukça steril, dengeli ve kendinden emin bir şekilde akıp giden albümü Vainio’nun önceki çalışmalarına yakınlık duyanlar için salık verirken, ilk denemesini yapacak olanlara öncesinde birkaç doz 90’lar dönemi Pan Sonic albümü tavsiye ediyoruz. Son olarak Vainio’nun Fin olmasına rağmen uzunca züredir Berlin’de yaşadığını ve bu albümdeki parçaları da 2010-2011 döneminde kaydettiğini de not düşelim.

Staer. Staer. Gaffer Records (minima)


Staer’i en kısasından Norveçli bir power trio olarak tanımlamak olası. Klasik davul, gitar ve bastan oluşan üçlü 40 dakikalık albüm boyunca bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle sizi hababam bir duvardan diğerine sallamayı başarıyor. Tahmin edilebileceği üzere vokallerin olmadığı parçalar oldukça deneysel, doğaçlamaya açık ve hiddetli bir şekilde gümbürdüyor hoparlörlerde. Thore Warland ( davul ), Markus Hagen ( bas ) ve Kristoffer Riis’ten ( gitar ) kurulu kadro belki formasyon olarak basit görünen bu oluşumdan müthiş bir enerji ve yenilikçi bir dil çıkarmayı beceriyor. Kaotik bir evrene teğet geçen parçaların en kuvvetli yanı hipnotik döngüler arasına serpiştirilmiş melodik zenginlik. Zira bu tip çalışmalarda zaman zaman karşımıza çıkan “aşırı kontrolszülük” hali dinleyicinin albüme tutunmasını zorlaştırabiliyor. Staer’de ise tam aksine albümün her saniyesine pür dikkat kesilmenizi sağlayan bir süreklilik ve heyecan hali var. Albümün kayıtları ise Röyksopp ve Kings Of Convenience gibi isimlerin de kayıtlarını yaptığı Duper stüdyolarında yapılmış; prodüksiyon da iyi yani. Sadece iki yıllık bir geçmişi olan bu genç ekibi sonraki çalışmaları için yakından takibe almakta mutlak suretle fayda var.

Rudi Zygadlo. Tragicomedies. Planet Mu (minima)


Rudi Zygadlo ismi ajandalarımıza 2010 yılında yine Planet Mu etiketiyle çıkan ilk albümü “Great Western Laymen” sonrasında düşmüştü. Dubstep’i değişik formlarla buluşturan bu zihin açıcı çalışmanın ardından doğduğu yer olan Glasgow’u terkederek Berlin’e yerleşen Zygadlo burada beklentilerden farklı bir süreç yaşamış aslına bakarsanız. Elektronik müziğin mabedlerinden biri olsa da Zygadlo Berlin’deki vaktinin çoğunu klasik müzik konserlerinde ve minik resitallerde geçirmiş. Elimizdeki albümün düzenlemelerinde de bu sürecin doğal yansımalarını yakalamak olası. Minimalist ekolü anımsatan piyano tuşelerinin eşliğinde şarkıcı-ozan geleneğine yaslanan kompozisyonlarda elbette yine elektronik altyapılar mevcut. Farklı müzikal yaklaşımların harmanlandığı albüm, zaman zaman dubstep etkileşimli aksak ritmlerle örülü halinin ve bol miktarda kullanılan editlerin de etkisiyle ilk dinlemede kolay hazmedilemiyor. Zygadlo’nun kendi kişisel müzikal dilini yakalamak için önce biraz sabır, sonrasında da açık bir kulak gerekiyor gibi. Planet Mu’nun ana kimliğinden biraz uzakta, coşturmaktan ziyade oturup sakince dinlenmesi için yapılan bir albüm olarak Tragicomedies özünde zor bir albüm. Parçalar arasındaki değişkenliklere alışmak, tutunup gidebileceğiniz minik melodileri yakalamak bahsettiğimiz zorluklara iki minik örnek.

Peter Adriaansz. Three Vertical Swells. Unsounds (minima)


Babylon dergiye albüm kritiğini yazmaya karar verdiğim andan itibaren bir türlü elimden düşüremediğim bu çalışma aslında canlı bir performans kaydı. Çağdaş bir besteci olarak tanımlayabileceğimiz Peter Adriaansz’ın kompozisyonları ilk andan itibaren yarattıkları farklı dünyanın içine sizi kolaylıkla çekmeyi başarıyor. Ambient bir arka plan dahilinde, matematiksel formüller ve ziyadesiyle detaylı bir ses işçiliğinin kılavuzluğunda adım attığınız bu evrendeki tınılar ağır ağır ama güvenli bir şekilde kulaklarınızı ve daha da önemlisi ruhunuzu sarmalıyor. Kağıt üstündeki notalardansa sesin özgürlükçü yapısına adanmış bu yaklaşım, aynı zamanda sistematik bir güzergahtan ilerleyerek araştırmacı müzik namına da etkileyici bir örnek olarak karşımıza çıkıveriyor. İlk bölümde Hammond orgun, ikinci bölümde ise ses dalgalarının başat figür olduğu çalışma özellikle Deaf Center, Max Richter gibi isimlere yakınlık duyanlar için kenara not edilmesi gereken oldukça etkileyici bir albüm. Yükseltilmiş ( amplified ) seslerin esnek ve geçişken formlar dahilinde oluşturdukları bu kompozisyonlarda sesin mekanla olan ilişkisi de kavramsal olarak işleniyor. Bu vesileyle albüme ev sahipliği yapan Unsounds ( http://www.unsounds.com ) plak şirketini de bu tarz işlere yakınlık duyan okuyucularımız için tekrar anımsatabilmiş olmanın huzuruyla...

Sven Kacirek. Scarlet Pitch Dreams. Pingipung (minima)


2011 yılında yayınladığı “The Kenya Sessions” çalışmasıyla ismini kenara not ettiğimiz Sven Kacirek ilk eğitimini caz davulcusu olarak almış çok yönlü bir müzisyen aslında. Yeni albümündeki tüm kayıt ve prodüksiyonun yanı sıra, enstrümanların ardında da kendi imzası var. İlk anda sakin, huzurlu ve akışkan bir caz dinletisini anımsatan albüm boyunca kenarda köşede gizlenmiş minik sürprizler de bizleri bekliyor. Bu hoş sürprizler zaman zaman yumuşak ve ayarında elektronik kullanımları olarak karşımıza çıkarken, bazen de Afrika davullarıyla bezenmiş kabile müziklerine bürünüyor. Kacirek tüm bu geniş coğrafyada yarattığı çok katmanlı ve dengeli müzikal dili zaman zaman da minik vokallerle süslemiş. Biteviye tekrar eden döngülerin çok uzağında, her anında detaylı bir gayretin yansımalarını görebileceğimiz albümde özellikle açılışı yapan “This Album Is Not”, elektroniklerin kullanımıyla dikkati çeken “About Me And You”, albüme adını veren “Scarlet Pitch Dreams” bir adım öne çıkanlar. Bu arada albümde yer alan tüm parçaların adlarını arka arkaya okuduğunuzda ise albüme ilişkin farklı bir notun daha dinleyiciye aktarıldığını da not düşelim.  

Laurel Halo. Quarantine. Hyperdub (minima)


Hippos In Tanks etiketiyle çıkardığı EP’lerle dikkat çeken Laurel Halo’nun ( gerçek adıyla Ina Cube ) bir süredir beklenen ilk uzun çaları, son dönemin en parlak plak şirketlerinden biri olan Hyperdub etiketini taşımakta. Açıkçası Quarantine ilk dinlemede içine nüfuz etmesi oldukça güç olan, dolayısıyla da keyfine varması da biraz vakit alan bir albüm. Öncelikle Halo’nun vokal tekniği ve ses rengiyle harmanlayarak yarattığı kendine özgü sesler evrenindeki atmosfer içinde belli bir süre nefes almanız ve yaşamanız gerekiyor. Ancak ondan sonra adeta elinizde beliriveren bir şifre çözücü ile parçalardan değişik tatlar almaya başlıyorsunuz. Bu anlamda oldukça soyut, derin, kompleks  ve kapalı bir albüm Halo’nun çalışması. Tüm albümü baştan sona dinlediğinizde tek bir uzun parçayı dinliyormuş hissine de kapılabileceğiniz; soğuk ve karanlık synth dokunuşları, elektronik bezemeler, arka planda yankılanan vurmalılar arasında çıkılan bu kozmik yolculukta Halo’nun çoğu zaman renksiz denebilecek, bazen keskinleşen vokaline de alışmak biraz zaman alıyor. Ancak bu kabuk kırma sürecini başarıyla geçenler ve eşiği aşanlar içinse şimdiden 2012’nin en iyi elektronik müzik albümlerinden birinin beklediğini söylemek mümkün. Çabaya değer !

Erdem Helvacıoğlu. Timeless Waves. Sub Rosa (minima)


Belçika orjinli Sub Rosa etiketinin “Concrete Electronics Noise” serisinin bir uzantısı olan ve Erdem Helvacıoğlu’ndan önce Daniel Menche, Cristian Vogel, Philippe Petit ve Francisco Lopez gibi mühim isimlere de evsahipliği yapan “New Series Framework” albümlerinin 12.si ve şimdilik sonuncusu olan bu çalışma; 2010 Mayıs ayında Eminönü Meydanı’nda prömiyeri yapılan “The Morning Line” isimli ses enstalasyonunun CD versiyonu aslında. Korku, aşk, öfke ve üzüntü gibi temel insan duygularından yola çıkarak oluşturulan projede zengin bir ses paleti karşılıyor bizleri. Helvacıoğlu’nun artık kanıksadığımız yüksek prodüksiyon kalitesi, maharetli ses işçiliği ve gitarla olan ilişkisi albümü baştan sona nefis bir dinleti haline getiriyor. Minimal bir omurganın etrafında şekillenen bu parçalarda söz konusu duyguların sesler dünyasındaki yansımalarını görüyoruz. Örneğin “Anger” isimli parçada endüstriyel ve deforme edilmiş ses kümeleri arasında soluklanmaya çalışırken, “Love” isimli parçada gitarın yumuşak dokunuşları içinde sakinliği buluyoruz. Albüm elektroakustik vurgusu kuvvetli bir güzergahta ilerlerken ambient, noise gibi kulvarlara da ara ara yanaşmaktan çekinmiyor. Helvacıoğlu tüm yetkinliğiyle bizi sesler evreninin metruk yerlerinde cesaretle dolaştırıp, zihnimizde yeni ufuklar açmaya devam ediyor özetle.

Trapist. The Golden Years. Staubgold (minima)


2002 ve 2004 yıllarında yayınlanan ( bir hatOLOGY biri de Thrill Jockey etiketi taşıyan ) iki albüm sonrası uzun süren sessizliklerini üçüncü albümleri “The Golden Years” ile bozan Trapist üç kişilik bir ekip : Davulda Martin Brandlmayr, gitar ve elektroniklerde Martin Siewert ve basta Joe Williamson. Formattan da anlaşılacağı üzere ekip caz ve elektroniklerin deneysel bir yolla harmanlandığı bir kurguya sahip. Her biri pek çok mühim isimle ortak çalışmalar yapmış olan bu üç isim ayrıca birçok grubun da aktif üyeleri : Eugene Chadbourne, Steve Beresford , Wayne Horvitz, Kammerflimmer Kollektief, Fennesz, Kevin Drumm, Otomo Yoshihide, Polwechsel, Autistic Daughters ve David Sylvian bu isim ve gruplardan sadece birkaçı. Görece uzun süreli dört parçadan oluşan albüm boyunca doğaçlamanın ön planda olduğu minimalist bir bakış açısından bahsetmek mümkün. Ara pasajlarda space rock, folk, caz ve elektroniklerin saykodelik bir ambiyans içinde birbirine yedirildiği çalışma her anında üç ismin ustalıklarından ve tecrübelerinden beslendiğini gösteriyor bizlere. Tüm albüme yayılan sakinlik ve huzur hissiyatı da belli ki bunun bir yansıması. Şiddetle tavsiye ediyoruz !

DAT Politics. Blitz Gazer. Sub Rosa (minima)


90’lar sonundan bu yana electro sahnesinin önemli aktörlerinden biri olan DAT Politics’in son çalışması ilk saniyesinden itibaren tam anlamıyla bir enerji patlaması yaşatıyor kulaklarımıza. Bir an olsun dinmeyen coşkulu bir dinamizmin hakim olduğu albüm, kuvvetli ve akılda kalıcı ritimler üzerinde gezinen keskin synth melodileri ve kendine usturublu bir şekilde yer bulan vokallerle alkışı fazlasıyla hakediyor. Bol miktarda kullanılan davul makinası ritimleri üzerinde şekillenen melodik kurgulardaki ses paleti zenginliği ise albümün başka bir artısı. Kurulduktan sonra uzunca bir süre trio formatında yoluna devam eden ve son yıllarda Chicks On Speed etiketinden albümler çıkaran Fransız ekip bu çalışmada ilk defa bir ikili olarak karşımıza çıkıyor.  12 parçadan oluşan albümde sizi yerinizden kaldıracak ve ister istemez dans pistine doğru savuracak oldukça nitelikli anlar bolca mevcut. Bizim favorilerimiz görkemli bir şekilde açılışı yapan ve 80’leri anımsatan melodik yapısıyla dikkat şeken “Yes Way”,  vokallerin ön planda olduğu yüksek tempolu “Between Us” ve ardından gelen “Corpsicle”.  Canlı performanslarıyla da adından sözettiren bu ekibi önümüzdeki dönemde bir yaz festivalinde konuk olarak görsek keşke.

Orcas. Orcas. Morr Music (minima)


Bugüne değin Kranky, Touch, Miasmah, Room40 ve Ghostly International gibi hatırı sayılır plak şirketlerinden solo albümler çıkaran iki ismin ( Benoit Pioulard ve Rafael Anton Irisarri ) biraraya gelmesinden oluşan Orcas, kendi adlarını taşıyan ve Morr Music etiketiyle yayınlanan ilk ortak çalışmalarında oldukça kayda değer bir müzikal çizgi yakalamışlar. Her dinlemede kendini biraz daha açığa çıkaran bu çok katmanlı yapının merkezinde ambient ve folk vurguları yeralıyor. Yumuşak vokallerle bezenen albüm her anında iyi bir prodüksiyon olarak tınlıyor. Ambient – drone çalışmalarda sıklıkla görülebilen “uyku getirir gevşeklikteki” ruh halinden ustalıkla sıyrılan albüm, klasik şarkı formatı içine başarıyla yedirilmiş zengin kompozisyonlardan oluşuyor. Naif ve durgun sularda gezinen ve parçaların arka planına işlenen ambient ses kurguları ise ekstra kulak kabartmayı hakeder detayda bir işçiliği barındırıyor. Bu haliyle de kendi içinde gitgelleri olan, beklenenden daha dinamik ve akışkan bir yapı karşımıza çıkıyor. Her ikisi de David Lynch hayranı olduğunu belirten ekibin müziğinde oldukça kuvvetli bir sinematografik bir dil olması da sürpriz değil. Tüm albümü belli bir ses seviyesinin üzerinde dinlemenin alacağınız keyfi de artıracağını belirtmeden geçmeyelim tabii.

Diagrams. Black Light. Full Time Hobby (minima)


Tunng ve The Accidental projelerinden aşina olduğumuz Sam Genders’in solo projesi Diagrams’ın debut çalışması en kestirmesinden söyleyecek olursak baştan sona ritmini ve havasını kaybetmeden gayet keyifli bir dinleti vadediyor bizlere. İlk anda Genders’in çarpıcı vokaliyle dinleyeni kavrayıp içine çeken albüm boyunca hemen hemen tüm parçalarda aynı pozitif elektriği, sıcak melodileri ve samimi tınıları bulmak mümkün. Abartıya kaçmadan (hatta hafiften Peter Gabriel‘i anımsatan) ve bağırıp çağırmadan minik oynamalarla şekillenen vokale eşlik eden orkestrasyon zaman zaman indie rock ve alternatif güzergahlara yelken açsa da, albümün genelini kıvrak baslardan ve yumuşak synth vuruşlarından beslenen nitelikli bir elektronik pop çalışması olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Öte yandan 30 dakikayı ancak bulan kısa süresiyle adeta tadımlık bir lezzet barındıran albümde, özellikle açılışı yapan “Ghost Lit”, “Appetite”, “Mils” ve ”Antelope” nitelikli melodik kurguları ile bir adım öne çıkanlar. Her anında insan elinin değdiği içtenlik hissiyatını yaşatan albüm ayrıksı varyasyonlara girişmeden, kendi bildiği doğrunun üzerinde kurgulanmış basit örgüsüyle içimize bir ılıklık bırakmasına bırakıyor elbette, ama daha fazlasını değil!

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Roskilde Festivali Yaşam Rehberi


Birkaç yıl evvel Barselona’daki Primavera festivaline gitme kararım sonrası açılan yolda bu yılki durağım Danimarka’da 42.si düzenlenen Roskilde Festivali oldu. Kabaca bir yıllık geçmişi olan AVEA Blogger Fikir Takımı’nın üyelerinden biri olarak minik bir ekiple gerçekleştirdiğimiz Roskilde Festivali maceramı iki ayrı bölüm halinde blog sayfalarına taşımak niyetindeyim. Ayrı bir başlık dahilinde kısa zaman içinde yazıp bloga ekleyeceğim genel konser izlenimlerine ek olarak, şimdilik ( önden ) önümüzdeki yıllarda Roskilde’ye yolu düşebilecekler için belki de minik bir rehber görevi üstlenebilecek bir karışık notlar silsilesiyle başlamak istiyorum.

*Öğrendiğime göre Roskilde’ye minik bir havaalanı inşa edilmiş ama buradan uçuş yok. Adresimiz Kopenhag havaalanı ve sonrasında tren ya da araba ile yaklaşık 35-40 dakikalık bir yolculuk. Yani Roskilde - Kopenhag merkez arası pek uzak değil diyelim. Elbette bisikletle gelen de bol...

*Tahmin edilebileceği üzere Roskilde minik ve muhtemelen festival harici zamanlarda ( hatta kısmen festival esnasında da ) ölü denebilecek durgunlukta küçük bir kasaba. Öyle volta atılacak falan pek bir yeri yok. İşte klasik bir meydan, birkaç orta çapta restaurant ( elbette El Turco kebap house falan burada da var ) ve market diyelim özetle.

*Roskilde merkez ile festival alanı arasında ring yapan otobüslere binilebileceği gibi ( 20 kuron ) sıcaktan ve terden pişmiş Danimarka gençlerinden kendinizi sıyırıp yaklaşık 20 dakikalık tempolu bir yürüyüşle Roskilde merkez – festival arası erişimi sağlamanız da mümkün. Yürüyüş yolunun ortalarında denk geleceğiniz kocaman çimenlik alanda minik bir piknik lezzeti yakalamak da olası. Elbette piknik tüp ve kendin pişir kendin ye olayına girmeden.

*TIGER isimli zincir mağazalar her derde deva ürün yelpazesi ve ucuz fiyatlarıyla son dakika eksiklerini kapamak için birebir. Bir su alana bir su bedava kampanyası umarım her festival dönemi devam ediyordur.

*Festival 5-8 Temmuz arası dört gün sürse de, 30 Haziran-4 Temmuz arasında da bir warm up session var. Özetle Danimarkalı gençler bir haftayı aşkın süre Roskilde festival alanını evleri belliyorlar. Ye iç yat sı... stayla!

*Her daim yağmur yağma riskine karşı bir adet balıkçı çizmesi, sabah çadırda bel ağrılarıyla uyanmamak için bir adet mat ve üşümemek için de bir minik battaniye olmazsa olmazlar listesine eklenmeli derim, hatta yazarım da. Bolca yağmur sonrası çamur olan yollara anında dökülen samanların çok işe yaradığını da belirtelim bu arada.

*Biraz da basına dağıtılan dökümandan Roskilde’ye rakamlarla bakalım :

-2012’de 77.500 kombine ve 20.000 tek günlük bilet satılmış.
-Festivalde 30.000’den fazla gönüllü görev almış.
-Ortalama yaş 23. Ve şimdi sıkı durun bu ortalama 23 yaşındaki İskandinav öğrenci festival boyunca yine ortalama 630 euro para harcıyormuş. NO COMMENT!
-Roskilde’ye yurtdışından katılım % 8 civarında.
-60 yaş üstü ve 10 yaş altı ücretsiz girebiliyor festivale.

*Festival alanı biraz büyükçe : En en en ama en toplamda festival alanı 215 futbol sahası büyüklüğünde, ki bu da 1,5 milyon metrekare ediyor. Kabaca dağılım da şöyle :

-Festival alanı : 166.000 m2
-Kapalı alanlar : 200.000 m2
-Kamp alanları : 940.000 m2
-Park alanları : 270.000 m2

*Kurulan çadır sayısı da 50.000 adet.

*Festivali 42 yıldır yapıyor olmanın getirdiği pek çok artı mevcut. Bunları da kolay okunsun diye maddeler halinde yazayım dedim :

-Etrafta boğucu bir güvenlik yok. Sadece her kapı geçişinde bileklikler devamlı kontrol ediliyor ( direk elle ). Öyle elli çeşit bileklik de yok ( gibi geldi bana ).

-Tuvalet sırası genel anlamda yok. Farklı tipte ve alanın her yerine dağılmış çokça tuvalet var. Evet, doğru tahmin ettiniz, elimde tuvalet sayısı da var. Tam 1.700 adet ( 500 adeti sifonlu, 1.200 adeti eko tuvalet ). Tuvalet konusu ekstra birkaç notu hakediyor aslında. Bir kere ortalama Danimarka genci ( erkeği – kadını ) her an her yere küçük ( ve hatta zaman zaman büyük ) tuvaletini yapabilir, buna dikkat etmek lazım. Giderim, dört gün çadırda kalırım diyenleri kesif bir ürinal kokunun ve göz yoran bir pisliğin ( evet, kamp alanları ziyadesiyle pis her şeye rağmen ! ) beklediğini not edelim. Bundan kaçış yolu sizi çadır taşıma zahmetinden de kurtaracak olan “get a tent” alanı. Hem daha temiz, hem de festival sonunda sizin için önceden kurulmuş olan çadırı paketleyip eve getirebiliyorsunuz.

-Adamlar her şeyi topluyor. Bardaktan tut, kamp alanında kırılan dökülen alet edavata ya da bir daha giymeyeceğiniz kıyafetlere kadar. Sonra bunları da ihtiyacı olanlara paslıyorlar. Bir de DONATE YOUR REFUND olayı var. Yani bardağı geri götürüp parasını almıyorsun, ya da oraya buraya başkası toplasın diye bırakmıyorsun ama bu kutuya atıp bağışta bulunuyorsun gibi.

-Festival alanında kocaman bir plakçı var. Festivale gelen kim varsa plağını CDsini satıyor. Güzel hareket. Hatta kitapçık bile bastırmışlar özel olarak.

-Yeme içme olayında başınız pek ağrımaz. Pek çok stand ve pek çok çeşit mevcut. Fiyatlar ortanın üstü diyelim. Ortalama makarna, sandviç ya da fish and chips gibi yiyecekler 50-60 kuron ( 15-20 tl arası ) fiyatlara alınabiliyor. Makarnacı 30+ yıldır oradaymış. Gece yarısı enerji düşerse birebir.

-Bira fiyatı 36 kuron ( 12 tl gibi ). ANCAK kamp alanına vesaire dilediğiniz kadar alkollü / alkolsüz içeçek sokabiliyorsunuz. Festival müdavimi Danimarka gençlerinin önemli sportif aktivitelerinden biri koli koli birayı hababam oradan oraya taşımak diyebiliriz. Ayrıca bir de sürahide bira olayı var.

Haydin festival notlarına devam edelim :

*Tamam adamlar sağa sola tuvaletini yapıyor belki ama sabah bir kalkıyorsun, diş fırçalamak için onlarca adam kuyrukta bekliyor. Buyur buna ne diyeceksin ? Bilinç...

*Danimarka gençleri klasik “güzel insan” tarifimize uyan endamdalar, değildir diyen özelden gelsin. Sanırım o yüzden kendi içlerinde farklılaşmak için iki ana yol bulmuşlar; saç ve gözlük. Erkeği kızı envai çeşit saç modeli ve gözlük çeşidiyle festival alanı bu anlamda bir moda şovu andırıyor.

*Festivalin ana ve tek sponsoru Tuborg. Ana sahnede branding ve her yerde Tuborg satılması dışında diğer alanlarda reklamları yok. Benzer bir tespiti Barcelona / Primavera fstivalinde de yapmıştım. Memleket hudutlarında bu olaya bakış biraz daha farklı ( elbette ki haklı gerekçelerle ).

*Tüm konserlerde sahne önünde gönüllü çalışanlar dinleyicilere ücretsiz su dağıtıyor. Hem sıcaktan hem de alkolden oluşabilecek riskleri minimize etmek için. Evet evet içilebilen sular bunlar.

*Ana ekranlarda en çok güvenlikle ilgili görseller dönüyor. Güvenlik senden başlar, yanındakine dikkat et, sorun görürsen güvenliğe haber ver şeklindeki üç basit uyarı cümlesi ciddi bir bilinç uyandırmış olacak ki üç-dört defa bir kenarda köşede az biraz dinleneyim dediğimde hemen biri omuzuma tıklayıp arkadaşım iyi misini çekiverdi.

*Alkolün bolca tüketilmesine rağmen minnacık dahi olsa bir gerginlik, itiş kakış görmediğimi de not olarak geçmek isterim dört gün boyunca. Aşırı derecede uçmuş bir arkadaşın dört görevli tarafından el bebek gül bebek taşınmasını sizlerin de görmesini isterdim açıkçası.

*Ana ekranlarda çıkan videolardan biri “Speak Your Mind, Not Someone Else’s” diyordu. Güzel mesaj !

*Bir diğer videoda ise “Talk Less” mesajı vardı. Ah ah diye içgeçiriverdim sadece...

*Bu arada Roskilde’de hava ancak 23:00 gibi kararıyor ve 03:30 – 04:00 dedin mi komple aydınlanıyor. Bu da kabaca programın sonuna kadar alanda kalırsanız çadıra uyumak için gittiğinizde sizi aslında yeni kalkmışsınız gibi bir havanın karşılıyor olacağı gerçeği. Aklınızda bulunsun...

Konser notlarımızda buluşmak üzere efenim...


Mark Van Hoen. The Revenant Diary. Editions Mego (minima)


Peter Rehberg (Pita) kumandasındaki Editions Mego etiketi Seefeel’in kurucularından, Scala grubundan ve aynı zamanda Locust adıyla tanıdığımız Mark Van Hoen’in son çalışmasıyla arşivlik albümler serisine bir yenisini daha ekliyor. Ziyadesiyle zengin bir ses, ritm ve melodi dünyasında yoğrulan albümün her anında Van Hoen’in yaratıcı ruhunun ve usta maharetinin bileşkelerini görmek mümkün. Hatıralar, pişmanlıklar ve nostalji kavramları üzerinde şekillenen çalışma Van Hoen’in kabaca 30 yıl öncesindeki kayıtlarına geri dönmesiyle tetiklenen bir süreçte ortaya çıkarılmış. Başdöndüren perküsyon darbeleri, yoğrulmamış analog synthler, kesik drone yankılanmaları ve katmanlar halinde incelikle işlenmiş hışırtılı ve pürüzlü melodiler eşliğinde vücut bulan parçalar, klasik şarkı formasyonundan uzak bir ambiyansa sahip. Basit yapısına rağmen bir şekilde tekrarlayan vokal kullanımının yarattığı hipnotik etkiyle ruhunuzu sarmalayan “Don’t Look Back”, IDM vurgusu yüksek ama yenilikçi bir dille yorumlanan “Where Were You” ve “No Distance” ile, kapanışı yapan uzunca “Holy Me” ilk anda yanına yıldız koyduğumuz parçalar. Şimdiden yılın en iyi çalışmalarından biri olacağının sinyalini güçlü bir şekilde barındıran bu albümü özellikle elektronik müzikseverlere hararetle önermekte bir beis görmüyoruz. Hem de hiç!

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Felix Kubin. TXRF. It’s (minima)


Elektronik müzik coğrafyasının değişkenlikte ve üretkenlikte sınır tanımayan “dahi” isimlerinden biri olan Felix Kubin çizgidışı son çalışmasıyla müziğe ilişkin algılama ve dinleme pratiklerimize farklı bir boyut katıyor. Albüme adını veren TXRF aslında bir kısaltmadan geliyor : Total Reflection X-Ray Fluorescence. X ışınlarının çeşitli materyallerin yüzeylerine uygulanması olarak özetlenebilecek bu yöntem aynı zamanda daha sonradan patentli bir test olarak literatüre de girmiş bir yöntem. Kubin’in bir deney ortamında synthesizer, sequencer ve çeşitli filtreler kullanarak ürettiği ses öbeklerinden ve bunların harmanlanmasından oluşturduğu çalışma, özellikle Raster Noton ekolü olarak da adlandırılabileceğimiz dijital minimalizme oldukça yakın duruyor. Öte yandan Alva Noto ve Ryoji Ikeda’nın had safhada steril çalışmalarına kıyasla daha “kirli” seslerle örülü bu yapıda, belirsizlik kavramımın ve ucu açık olma halinin de hatırı sayılır bir rolü olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Üretilen seslerden ve bunların ritmik tekrarlarından oluşturulan yapılar belli formlar dahilinde dinleyiciye ulaştırılıyor. Bir parçada kendimizi kozmik bir evrende hissederken, bir başkasında endüstriyel bir kargaşa ya da bir başkasında analog ve primitif synth melodileriyle örülmüş bir kurgu karşımıza çıkabiliyor. Her daim deneysel işlere mercek tutanlar için tavsiyemizdir.    

Christina Vantzou. No 1 Remixes. Kranky (minima)


Geçtiğimiz yılın son çeyreğinde Kranky etiketiyle ilk albümünü “No 1” adıyla yayınlayan Vantzou’nun bu çalışması videolarla da desteklenen remikslerden oluşuyor. Çağdaş klasik müzik kategorisine dahil edilebilecek bu kompozisyonların omurgasında ambient kurgular var. Robert Lippok (To Rococo Rot), Koen Holtkamp (Mountains), ISAN, White Rainbow, Ben Vida ve Loscil gibi isimlerin de imzasını taşıyan remiks albümü, parçaların birbirine görsel ve işitsel olarak bağlandığı dingin bir atmosfere sahip. Uzayıp giden ses kümeleri üzerine serpiştirilmiş minimal yapılandırmalar, alışılageldik remiks çalışmalarının ötesinde oldukça durağan ve ağırkanlı bir doku ortaya çıkarıyor. İlk aşamada müziğin içine girmekte zorlansak da, adım adım bu ince zarı delip albümün kendi işitsel evreninde soluklanmaya başladığımız an parçaların zihnimizi kavrayıcı nitelikleri de aktif hale geçiyor. Özellikle ISAN’ın “11:11” isimli remiksi ve albümün kimyasını bozmadan kendi müzikal tarzını ustalıkla yorumlayan Robert Lippok’un “Your Changes Have Been Submitted” çalışmaları ekstra dikkate değer nitelikte. 2000’lerin başında Brüksel’e taşındıktan sonra müzikal kariyeri hareketlenen Kansas doğumlu Vantzou’nun aynı zamanda çizim, baskı, video ve animasyon işleriyle ilgilendiğini de belirtelim. 

22 Temmuz 2012 Pazar

Oren Ambarchi. Audience Of One. Touch (minima)


Bugüne dek imza attığı onlarca albüm ve ortak çalışmayı tek bir müzikal kulvara sokmamızın imkanı olmayan bir isim olarak Ambarchi, guitarist ve perküsyoncu kimliğinin çok daha ötesinde bir “araştırmacı müzisyen” tavrıyla sese ilişkin algılarımızın ufkunu genişletmeye ve zorlamaya devam ediyor. Fennesz’den Sachiko M’e, Jim o’Rourke’dan John Zorn’a onlarca isimle birlikte çalışan Ambarchi’nin son albümü biri yarım saati aşan dört parçadan oluşuyor. Giriş parçası “Salt” Paul Duncan’ın yumuşak vokali ve arka plandaki piyano dokunuşlarıyla bünyemizi iyice sakinleştiriyor. Ardından gelen “Knots” adeta bir başyapıt kıvamındaki kurgusuyla bir yandan Eyvind Kang’ın yaylı partisyonları ve bir yandan da Joe Talia’nın hipnotik ve başdöndüren davuluyla olgunlaşırken, Ambarchi’ye de gitarıyla uçsuz bir evrende gönlünce dolaşması için de etkileyici bir arka plan yaratıyor. Bu uzun parçanın ikinci yarısında kaotik bir boyuta aralanan kapılar, albümün kalan kısmında deneysel tınılarla ve Kang’ın çarpıcı melodileriyle renklendirilen sakin ve keyifli bir yolculuğa evriliyor. Özellikle gitarın ana formundan uzaklaştırılıp başka kimlikleriyle beslediği parçalarda Ambarchi’nin müziğinin farklı yönlerinin en parlak yansımalarını görmek mümkün. Albümün Ambarchi’nin zengin diskografyasındaki önemli köşetaşlarından biri olduğu muhakkak.

The Boats. Ballads Of The Research Department. 12k ( minima )


Taylor Deupree’nin New York çıkışlı 12k etiketi elektronik müziğin daha duru, dingin ve naif kıyılarına yakın duranlar için vazgeçilmez adreslerden biri. Elimizdeki albümse süreleri 10-12 dakika aralığında değişen dört uzun parçadan oluşan elektroakustik, ambient ve downtempo sularında gezinen bir atmosfere sahip. Çalışma hem 2000’lerin ortasından bu yana Moteer, Flau, Home Normal ve (kendi plak şirketleri olan) Our Small Ideas’dan sayısı 10’a varan albüm yayınlayan üç kişilik The Boats ekibi için, hem de 12k etiketi için farklı bir güzergahın ipuçlarını da içeriyor aslında. İlk dönem çalışmalarında daha keskin, zaman zaman hareketli ve ağırlıkla IDM referanslı işler kotaran ekip; bu defa iyice ön planda olan çellonun, iki parçada kullanılan vokallerin ve daha kuvvetli formların başat olduğu kompozisyonların etkisiyle çok daha organik, sıcak ve içten bir tını yaratmışlar. Akustik yapıların bir adım daha görünür olduğu bu kurgu 12k etiketi açısından da bir yenilik. Belli bir konsept bütünlüğü de sunan albüm için grup üyeleri “balad” kavramına farklı bir boyuttan bakarak hikayelerini anlatmak için söz ve sese eşdeğer önem verdiklerinden bahsediyorlar. Özetle kulak kabartmaya değer! 

20 Temmuz 2012 Cuma

Olmaz Olmaz Deme, Olmaz Olmaz !!!

Sanırım ortaokuldaydım bu garip söz etrafında şekillenen bir kompozisyon yazmamız istendiğinde. 14 Temmuz günü öğle saatlerinde “ajanslardan” önce sosyal mecralara düşen bir haber, bir yandan ortalığı çalkala(ndır)maya başlarken, diğer yandan da başka bir ifadeyi en hızlısından ajandalarımızın ilk satırına taşıyordu adeta : “yetmez ama evet”. Omurgasız demokrasi tarihimize kilometre taşı olarak geçen kısa tanımlamalardan biri olan bu birkaç kelimenin, gün gelip de toplumun çekirdeğinde meydana ge(tiri)len ciddi bir ayrışmanın, kutuplaşmanın ve birbirinin halinden anlamama halinin somut yansılarından biri olacağını pek çok kişi tahmin etmemişti muhtemelen. Malumunuz olduğu üzere bu yıl 11. kez düzenlenen Efes Pilsen One Love Festival’inde önce sponsor firma olan Efes Pilsen’in adı minik bir budama operasyonuyla festivalin isim hanesinden çıkarılmış, hemen ardından da genellikle kısa ve alengirli açıklamalarla herkesin bombayı bir diğerinin kucağına bıraktığı bir dizi pek de anlaşılmaz açıklama ve gelişme ışığında festival alanı içinde alkol satışı yapılamayacağı ilan edilmişti.

İstanbul’da neresinden tutsanız elinizde kalacak bu gelişmeler yaşanırken, yurdun bir diğer ucunda yapılan ( daha doğrusu yapılmaya çalışılan ) gösterilerde devlet bir kez daha “dövlet” kimliğiyle ortaya çıkıp ortalığı kasıp kavuruyordu. Elbetteki özünde bir müzik bloğu olan bu sayfalara politik angajmanlı bir yazı yazma niyetinde değilim. Bunu sadece yazıma konu etmek istediğim “medyanın çözülmüşlüğüne” sıçramak için bir basamak olarak kullanacağım. Geçtiğimiz haftasonu medar-ı iftiharımız, nazar boncuğu metropolumuz İstanbul hudutları dahilinde ayan beyan 18+ bir kesimin yaşam hakkına doğrudan müdahale edilerek türlü oyunlarla alkol içmeleri engellendi ve maalesef bu konuda Tolga Akyıldız ( http://tinyurl.com/d65z7vh ), Mehmet Tez 
( http://tinyurl.com/cakutfd ), Cem Erciyes 
( http://tinyurl.com/782tfv5 ve http://tinyurl.com/6spk3no ), birkaç blog yazarı ve belki bizim gözümüzden kaçmış olabilecek bir iki yazı dışında ciddi hiç bir tepki gelmedi, yazılmadı. TV’ler hak getire, haber bile olmadı, olAmadı. Tıpkı Diyarbakır’da olanların çok az bir kısmının yankı bulması gibi. 

İyimser bir bakış açısıyla Efes Pilsen ( inatla Efes Pilsen ) One Love Festival’de bu haftasonu başımıza gelenler en azından bazı gerçeklerin anlaşılması, resmin biraz daha net görülmesi için turnusol kağıdı işlevi görür diye ümit eder gibi olsam da, medyanın büyük kısmının içine düştüğü körlük ve sessizlik çukuru bu konuda pozitif düşünebilmemin önüne ciddi engeller koyuyor. Bu üç maymun oyununun sonunda çok daha vahim ve karanlık bir kuytuya doğru iteklendiğimizi gördüklerinde geri dönüş yolculuğu sanıldığı kadar çabuk ve “rahat” olmayacaktır. Bugün görünen o ki toplum katmanları içindeki her türlü çıkıklık en haşin darbeyle adeta baş verdiğine pişman edilmekte ve ortada sadece tek bir koltuğun olduğu anlamsız bir köşe kapmaca oynanmaktadır. Kendi içindeki farklılıkları tolere edemeyen, tınısı farklı her sese bizden değil diye bozuk atan, dünya ve hayat görüşleri dar kalıplar arasında sıkışıp kalmış cahillikten dahi uzak kesimler gemi azıya almışçasına kendi doğrularını başkalarının özgürlüklerinin göbeğine bodoslama bir şekilde arsızca kusmaktalar.

Biri çıkıp festivali “Bira Festivali” diye etiketledi diye hep beraber bir sanrı içinde etkinliğin aslında bira festivali olmadığını ispata girişiyoruz. Niye ? Memlekette başkaca şeylere de sirayet etmiş ruh hali buraya da yansıyor zira ve maalesef temiz olduğumuzu ispat edene kadar suçlu damgasını kıçımıza basıveriyorlar. Anlat dur derdini ! Reşit olmanın anlamını mı sorgulayacağız bu yaştan sonra ? İşim gücüm yok da festivale ne amaçla gittiğimi mi izah edeceğim sana ? İster bira içerim, ister sağa sola kesik atarım, ister çimenlikte yatar güneşlenirim, ister müzik dinlerim. Bunların kararını ben kendim verebileyim diye yaşamıyor muyum ben burada ? O zaman bu arkadaşlar günlük aktivite listesi yayınlasınlar, ona göre atalım adımlarımızı... Açık hava hapishanesi... Bir de içeride prezervatif dağıtmıyorlar mı diyenler var. NO COMMENT!

Festivale gidiyorsun; kapıda kolluk kuvvetleri, zabıta, sivil polis... BIG BROTHER IS WATCHING ME. Seyretse eyvallah, bir de ikinci gün bira satanları pataklamak ne demek. Şanı yürüsün diye başımızda Demokles’in kılıcı bile dolaşsa yeri var, ama bu hoyrat cehaletin nobran saçmalığının değil kendisine, gölgesine bile itirazım var benim. Eyüp’te Batı Tarzı yaşam istenmiyormuş. Ama gel gör ki kapı önünde fahiş fiyatla bira satıp eve ekmek götüren yine Eyüp esnafı. Haydi onu da geçtim mesela Eyüp’te oturup Efes Pilsen fabrikalarında çalışan hiç yok mudur ? Ya da işsiz Eyüp gençlerinden birine Efes fabrikalarında iş pozisyonu çıksa red mi edecek. Eden de çıkabilir tabii. Altını çizmek istediğim ifratla tefrit arasında gidip gelen, ortalarda / gri tonlarda kendine ait renk bulamayan herkes bir diğerini ya kendi köşesine çekme ya da diğer köşeden alaşağı etme derdinde. Yazık kere yazık !

Bu ortamda kime kızacağımızın da pek bir önemi yok. Ne Efes niye adını hemen çekti, niye içeriye alkol sokmayı serbest bırakmadı ya da niye bedava içki dağıtmadı diye kızabiliriz; ne Tamirane / Otto şu bu ruhsatlara son dakika ambargosu koydu diye kızabiliriz, ne Pozitif’e kem küm edebiliriz. Bence etmemeliyiz. Asıl sorgulanması ve üzerine gidilmesi gereken küçük, orta ve büyük tüm bu firmaların hakla değil de güçle sindirilmiş olmaları gerçeğidir maalesef. Yani elinizde hangi belgenin olduğunun, neyi yapıp yapmamaya hakkınız olup olmadığının önemini yitirdiği; sadece ve sadece güçlü olanın diğerine ne yapması gerektiğini dikte ettiği ve duyumlara göre bunu tehditkar bir ifadeyle yaptırmasıdır asıl bakmamız gereken yer. Bu ayan beyan yaratılan “korku toplumu”nun net bir şekilde sokağa, günlük yaşama yansımasıdır, dokunmaktan da öte içimize işlemesidir.

Mesela aynı mekanda Eylül başı Red Hot Chili Peppers konseri var. Emin miyiz alkol satışı olacağından ? Hayır. Mesela Pozitif bilet fiyatlarını belirlerken bir gelir gider hesabı yaptı değil mi, şimdi bundan sonraki işlerinde aynı formülleri kullanabilir mi ? Muhtemelen hayır. Efes sponsor olup belli bir bütçe veriyor değil mi ? Adını kullanamaz, içkisini satamaz, az biraz reklamını yapamazsa aynı miktarda bütçe ayırır mı ? Sanmam. Belki inadına artırır, kim bilir... Ancak bu soru cevap silsilesi farkında olmadan bizi çok daha tehlikeli bir yere götürebilir bu arada. Bak festivale müzik için değil bira için gidiyormuşsun, bak müziğe değil reklama para ayırıyormuşsun, bak o değil bu diye liste uzar gider...Hep bir aklanma ihtiyacı duyan “öteki”ler...

Özetle “olmaz olmaz deme, olmaz olmaz” denenler olmaya başlamıştır. Zamanında ürkenlerin haklı çıkması bir yana, ileriye ilişkin daha karamsar ve kötücül bir senaryo beklentisi pek çoğumuzun içine işlemiştir. Ve bugüne dek yapıldığı üzere yine toplum katmanları arasına her an tutuşmaya, alevlenmeye, tetiklenmeye hazır “bombacıklar” aşkedilmiştir. Şu an twitter’a Eyüp’lü bir grup elinde bira olan iki genci dövmeye kalkmış diye yazsa biri sonu ne olur acaba ? Yazımızı veciz sözlerden biriyle bitirelim : Demokrasinin  kötü olan bir yönü çoğunluğun tiranlığına dönüşmesidir...

3 Nisan 2012 Salı

Hayalet Adam John Foxx, Nam-ı Diğer “The Quiet Man”

Ultravox’un kurucusu ve ilk üç albümünün başmimarı john Foxx ( gerçek adıyla Dennis Leigh ) 30 yılı aşan kariyerine müzik adamlığından çok fazlasını sığdırmış bir üstad. 70’lerin başında henüz Ultravox sadece fikirken başlayan bu etkileyici ve bir anlamda gizemli yolculuk, zaman içinde müzikal esler verse de, Foxx bir yandan fotoğraf sanatçısı olarak bir yandan da akademik kariyerine devam eden bir profil olarak gündemini hep yoğun tuttu. Synth pop’un öncülerinden biri olmanın şöhretine takılı kalmayıp her daim araştırmacı bir müzisyen olarak onlarca solo albüme ve ortak projeye imza attı. Ambient müziğin yapıtaşlarından Harold Budd, Cocteau Twins’in ikonik gitaristi Robin Guthrie, elektronik müzik sahnesinin kendine has isimlerinden Benge bu isimlerden sadece birkaçı. Kabaca dönemdaşı diyebileceğimiz Gary Numan’ın dahi bir röportajında hiçbirimiz John Foxx kadar entellektüel değildik dediği Foxx ile, Benge’yle ortak projeleri olan John Foxx And The Maths’in ikinci albümü “The Shape Of Things” sonrasında bir nevi daldan dala dolanan ama her satırında çokça derin mesajların olduğu keyifli bir röportaj gerçekleşirdik. Buyrunuz...
Birçok röportajınızı okudum ama asıl adınız olan Dennis Leigh yerine neden John Foxx sahne adını aldığınıza dair bir not bulamadım ?

Başka birini tasarlamam gerekiyordu, gerekenleri yapma konusunda daha becerikli olan biri. “Dennis Leigh” bunun için tam olarak uygun değildi. Fena birisi sayılmazdı belki ama etrafta görünmekten, turnelerin ve rock müzikle uğraşmanın getireceği özel yaşam alanının daralmasından da pek hazetmeyen biriydi. John Foxx ise daha zeki, dikkatli ve baskılarla “benden” çok daha kolay başedebilecek biri. Özetle “Foxx”, “Dennis Leigh”ye sakin yaşamını sürdürme şansı verdi; ki bunun için de kendisine müteşekkir.

Kurucusu olduğunuz Ultravox’un ilk albümün prodüktörü olan Brian Eno bu albümü davul makinası ve gerçek bir davulcunun birlikte kullanıldığı ilk çalışmalardan biri olarak anıyor. Bir röportajınızda ise ressam Degas’ya atfen, bize anlık olarak çizilmiş hissi veren bir figürün ardında, sanatçının defalarca tekrar ettiği eskizlerin olduğundan bahsediyorsunuz. Buradan hareketle analog-reel ve dijital-replika arasındaki dengeden konuşalım istiyorum.

Analog, dijital teknolojiler yardımıyla yeniden keşfedildi. Dijital bir süreliğine analogun yerini alsa da, analogun aslında dijitalin yapamadığı pek çok şeyi yapabileceği farkedildi ve analog tekrar değer kazandı. Daha yolun başında bunun ayırdında olanlar için sevindirici bir gelişmeydi bu. Öte yandan her teknoloji eşsizdir ve basitçe söylersek aslında “dijitalin” nasıl bir sesi olduğunu hala bilmiyoruz. Örneğin Benge ile olan projemizde dijitali, anlık ortaya çıkan analog parçacıklarını birarada tutmak ve sonrasında da bir editing aracı olarak kullanıyoruz. Dijital “tahmin edilebilir” ve “itaatkar” bir yapıya sahiptir. Ama analog synthesizerlar için aynısını söyleyemeyiz. Dijitalden alacağımız yanıtı bilmemize rağmen, analog her daim niyetlerimiz dışında tınlamak konusunda oldukça arsızdır; bu da onun gerçek değerini ortaya koyar aslında.

Teknolojik gelişmeler geçmişe farklı bir açıdan bakmamızı sağlıyor. Sizin geçmişle ilişkiniz nasıl ? Geçmiş sizi nasıl besliyor ?

Geriye bakıp genç halinin neler yaptığını görmek ilginç. Gençken tam olarak ne yaptığını bilmediğinde; bazen bugunkü sana imkansız gibi görünen ve asla denemeyeceğin bazı konularda adım atıp başarı yakalayabildiğini görüyorsun. Bu adımlar hayatının akışını dahi değiştirebilir. Ama sonradan geriye dönüp baktığında bunların naif bir bilinçsizlik halinde ve tam manasıyla “cahil cesaretiyle” yapıldığını görürsün.


“Stüdyoların en iyi yanı imkansız müzikleri mümkün kılmasıdır” diyen biri olarak stüdyonuzu satmak zor bir karar mıydı ? Aslında o dönemi merak ediyorum, herşeyi bıraktığınız ve birkaç yıl sessizliğe gömülüp tekrar geri döndüğünüz dönem. Londra’da bir hayalet olarak yaşadım dediğiniz dönem.
Aslında stüdyomu satmayı hiç düşünmedim. Birçok müzisyen hoşlandıkları için stüdyomu kullandılar. Londra’da o dönemde “imkansız müzik” yapmak isteyen çok insan vardı. Sonra birden her şey değişti ve 80’lerin ortasında müzik tekdüze ve sıradan hale geldi. Belki de değişen bendim. Sebebi ne olursa olsun, birkaç yıllığına geri çekilmek ve unutulmak iyi bir fikirdi. Elinizin altında olanları tekrar değerlendirmenizi ve farketmenizi sağlayan bir mola. Öte yandan her şeyin döngüsel olduğunu, ama her döngünün farklı olduğunu ve birçok insanın aslında hiç geçmişe dönemediğini farketmem de çarpıcıydı. Sonrasında gelişen Acid House sahnesi ve Detroit’teki hareketlilik tekrar çalışmaya başlamak için cesaret verici oldu. Afro-Amerikan ritimleriyle beslenen ama 70’lerin sonunun ruhunu taşıyan bir müzik vardı ve mükemmeldi. Yani gelecek için ümit vadeden harika bir DNA vardı ortada.

Antonioni’nin bir filmine müzik yaptınız. Birçok kitap için de kapaklar ( örn. Salman Rüşdi ) tasarladınız. Nasıl bir çalışma süreciniz var ? Örneğin önceden söz konusu filmi seyrediyor ya da kitapları okuyor musunuz ?

Sipariş üzerine iş üretmediğimden yaptığım çalışmaların çoğunda işin kendisiyle zaten başlamış olan bir ilişkim vardır, halihazırda üzerine çalıştığım projelerdir. Sesler, kelimeler, imajlar ya da görüntüler... Hepsi temel prensiplere sahiptir. Her birinin kendi özgünlükleri olsa da, bu alanlardan birinde elde ettiğiniz deneyimi rahatlıkla diğerine taşıyabilirsiniz. Beni gerçekten etkileyen de bu geçişler esnasında deneyimlediğim benzerlikler ve farklılıklar aslında.

Benge ile gerçekleştirdiğiniz “Interplay” ve “The Shape Of Things”i retro-fütürist albümler olarak görmek mümkün, katılır mısınız ? Siberpunk edebiyatıyla bu çalışmalarınız arasında benzerlikler var mı ?

Sanırım retro-fütür kendi içinde bir estetik yarattı ve başlı başına bir janr oldu. Benge ile olan çalışma buna tam uyuyor mu emin değilim. Siberpunk bugün olanların olası sonuçlarını yorumlayarak bizi bekleyen gelecek senaryolarını analiz ediyordu. Bu bilimkurgunun en önemli fonksiyonlarından biridir ve diğer kurgusal alanlara kıyasla da en belirleyici yanı. Sanırım yapmaya çalıştığım biraz daha farklı. Daha içsel, öznel ve aynı zamanda bağımsız. Ben “şu an” olanlar ve buna karşılık olarak verdiğim duygusal reaksiyonlar hakkında yazıyorum. Bunlar çoğu zaman yarı-bilinçli oluyor. Tam olarak ne ile meşgul olduğumu idrak etmem dahi belli bir süre alıyor. Bazı parçalarımı yaptıktan birkaç yıl sonra anlamaya başlıyorum örneğin. Bu da bilinçaltının aslında bilinçten bir adım önde gittiğini gösteriyor. Bu yüzden bilincin asli görevinin de bilinçaltının yaptığı seçimleri akla uygun hale getirmek olduğuna inanıyorum.

The Quiet Man” projesindeki görsel çalışmalar; silinen yüzler, şehirde kaybolma duygusu, içinde insan olmayan bir takım elbise, aşırı derecede büyümüş şehir imajları, izole olmuş yalnız insan manzaraları gibi...Asıl gelmek istediğim bu “hayalet olma” fikri ya da hali. Sanırım bunun doğaüstü değil de ezoterik bir yanı var, şarkı sözlerinize de yansıyan.

Doğal olanla doğaüstü arasında bir sınır olduğunu ya da varsa nerede olduğunu gerçekten bilmiyorum. Doğal olanı düşünüş şeklimiz bile yanıltıcı olabilir. Doğaüstü derken “üstü” tanımlayan ne ? Ben farkına varılan ve varılmayan olarak bir ayrım yapıyorum, ya da bilenen ve bilinmeyen şeklinde. Çok daha akılcı ve pratik yeni bir bakış açısına ihtiyacımız var. Tanımları bir yana bırakacak olursak, bunların yazdıklarımı çok etkilediği bir gerçek. Öte yandan klişeler, samimiyetsizlikler ve keskin bir şarlatanlıkla da ilişkilendirilebilecek ve bu çerçevede beni fırsatçı biri olarak görebileceklerle tartışmaya çok heveskar da değilim.

Kafa yormamız ve anlamamız gereken çokça şey var hala. Sürrealistler bu sorgulamayı başlattılar. Borges, Ballard, Burroughs ve sitüasyonistler de devam ettirdi. Gidilecek yol hala uzun. Ve bilim bunun çok az bir kısmıyla başedebilir. Sanat ise minik baskınlar düzenledi bu alana. Ama hala bu geniş havzanın kıyısında bir yerlerdeyiz.

Öte yandan farkında olmasak da önceki medeniyetlerin hepsinden daha fazla “hayalet”e sahibiz. Marylin Monroe, Charlie Chaplin, Robert Kennedy, Stalin, Temerküz Kampları, Dünya Savaşları gibi... Hepsi bizi ziyaret ediyorlar ve onları devamlı görüyoruz – tüm bu yokolan insanlar hala yürüyor, gülüyor, yıkıntı ve bahçeler arasında dolaşıyorlar – Eğer hayalet değilse nedirler ? Ölmüş olmalarına rağmen hareket ediyor ve konuşuyorlar. Ve sayıları binlerce, onbinlerce... Özellikle geceleri bizi ziyaret eden yokolmuş sokaklar, sesler, şehirler ve şarkılar var. Sanırım medyanın yaptıklarından biri de birlikte yaşamak zorunda olduğumuz milyonlarca hayalet üretmesi.

Bir zamanlar hata olarak gördüklerimiz bugün vasıf olmaya başladılar notunuz var, buna katılıyorum. “İçten” bir müziği “sistematik” olarak üretmeye çalışan biri olarak elektronik müziğin “duygusal” yönüne ilişkin neler söylersiniz ? Kraftwerk benzeri ya da Ultravox’un öncülerinden olduğu synth pop tınılarından, 90’lardaki glitch ve IDM janrlarına doğru geldiğimizde bu yönde bir değişim oldu mu sizce ? Oval, Aphex Twin, Autechre gibi isimleri andığımızda mesela...

Müzik hala tam olarak anlayamadığımız ve bilemediğimiz bir alan. Örneğin, yıllardır “melodi”nin iyi bir tanımını arıyorum. Bunu tatminkar bir şekilde yapanı bulamadım henüz. Melodi belki de müziğe ilişkin en basit noktalardan biri, herkes anlayabilir ve anında farkına varabilir, ama gel gör ki hala tanımlayabilen birileri yok. Müziğin geri kalanı teknik terimlerle açıklanabilir olsa da kompleks, duygusal, içsel ve incelikli yanlarına denk düşecek bir kelime haznemiz yok. Ama tüm bunları müziği dinlediğimiz her an algılıyor ve anlıyoruz.  Bu da müziğin doğrusal ve sözel kısıtlamaların ötesinde işleyen farklı bir dil olduğunu gösteriyor.

 “Yaşayan” müzik her yeni parçanın kendinden öncekine cevaben söylendiği bir konuşmadır aslında. Bu konuşmanın modu çok hızlı değişir ve müziğin kendisinin müthiş bir temposu vardır. Eski müzikler “ölü” gibi görünseler de – bu noktada konuşma durmuştur ama yine de işitmeye değer şeyler vardır – her okunduğunda ayrı lezzetler bırakan güzel hikayeler gibidirler, zira zamanla deneyimleriniz çoğaldıkça vereceğiniz tepkiler değişmiştir.

Duygusal yana gelirsek, ya da sistemlere ve enstrümanlara; aslında bir keman ya da nota parçası da, bilgisayar ya da bir klavye kadar hareketsizdir. Bunlar en basitinden müzik yapmak ve kaydetmek için araçtırlar. Enstrümanlar elbette ki sonucun şeklini değiştirecektir ama yine de tek başlarına duygu barındırmazlar, kağıda yazılmış bir kelime kadar bile. Bu dinleyenin kendi deneyimleri üzerinden kuracağı ilişkilerle ortaya çıkar. Böylelikle dinleyende bir “his” uyanır ve sanat da bu bağlantıyı harekete geçirme işidir bir noktada.

Müziğin, anlağın ( intellect ) ona vereceği tepkiyi kontrol etmesinden çok önce işini görüyor olması önemlidir. Anlak ( ya da zeka ) ussallaştırmak, açıklamak ve ahlaki yola sokmak için için gelen bilgiyi kısıtlayabilir. Ama ne mutlu ki müzik çok daha yumuşaktır ve siz onu ussallaştırmadan etkisini anında gösterir. Başka bir ifadeyle aşırı gelişmiş insanın kendi iç benliğiyle tekrar ilişki kurmasını sağlayan bir sanat formudur müzik. Bu tepkiler kararlarınızı dahi tekrar gözden geçirmeye itebilir. Böylelikle müzik içsel ve entellektüel zevklerimizi de geliştirir.

Biraz da çok ilgili olduğunuz psiko-coğrafyadan ( psychogeography ) bahsedelim istiyorum. Mekanların, oranların, ışığın ve hatta gölgenin davranışlarımızı farkına varmadan etkilediğini belirtiyorsunuz. “Cathedral Oceans” bu bakış açısından etkiler taşıyor. Bu proje devam edecek mi ?

Çok doğru, niyetlerimden biri de buydu. İlk fikirler “The Quiet Man” hikayelerini yazarken oluşmaya başlamıştı. Ana tema kısmen harabolmuş ve aşırı büyümüş şehir kavramıyla ilintiliydi ve kastedilen “The Quiet Man”in yaşadığı Londra’ydı. Yayınlanan üç albüm ve DVD sonrası “Cathedral Oceans” serisi tamamlandı diye düşünüyorum. Bu proje aynı zamanda insanın mimariyle olan ilişkisi sonucu geliştiğine inandığım eski müzik formlarının bir devamlılığı ve yansıması olarak da tasarlandı. Aynı şeyi kuramsal düzlemde, yeni bir dijital mimari olarak yaratmaya çalıştım. Küçücük bir kutuya kocaman katedrali koymak gibi bir şey. Ses vermeyi bekleyen uçsuz bucaksız mimari boşluklar... Şu an üzerinde çalıştığım yeni bir proje daha var aslında; “Architectural Music”. Ancak daha soyut ve farklı bir format üzerinde hareket eden, müziğin eski formlarından daha bağımsız bir çalışma.

Mimari ile hala çok yakından ilgileniyor olsam da çoğu çalışmamın ana teması aslında bir kadın, bir erkek ve bir şehir olarak özetlenebilir. Her gün her an değişen bu kimlikler bana hiç tükenmeyecekmiş gibi geliyor. Sokaklar asla aynı değil. İnsanlar değişiyor, ben de değişiyorum. İnsanları derinden etkilemesi, bilinçli ya da bilinçsiz olarak davranışlarını etkilemesi ve taşıdığı çeşitli mesajlar nedeniyle müzik de aslında mimariye benzerlik gösteriyor. Tek farkla; hoşunuza gitmediği an müziği kapatabilirsiniz ama mimaride bunu yapma şansınız yok. Benim tercihim yine de müzikten yana ama.

“Cathedral Oceans”daki müzikleri herkesin canlı olarak uygun ortamlarda dinleme şansı olmayacağından bu bir çelişki yaratmıyor mu ? Başka bir ortam için hazırlanan bir müziği evde dinlemek...Belki de farklı bir ilişki düzlemi yaratılıyor ?

Dijital teknolojideki son gelişmelerden ve büyük ölçekli projeksiyon yöntemlerinden faydalanan bu projede asıl amaçlanan elbette ki devasa alanlar; yani katedraller ya da çok büyük, geniş alanlar, atriyumlar... Böyle olmasını tercih ediyorum, çünkü bu yolla aslında kalıcı olan mimari yapının içinde geçici olarak hareket eden bir başkalaşım yaratılıyor ve ölçek farkı bu vurguyu kuvvetlendiriyor. Öte yandan bu müziği evde dinlemek de farklı bir deneyim. Umarım müzik ve eşlik eden imajlar büyük ölçekli projeksiyon olmadan da bir nebze işe yarıyordur.

İnsan – şehir ilişkisinden beslenerek birbiri üzerine eklenen anı katmanlarının belli bir noktada şehri insanın hafızasına dönüştürdüğü şeklinde bir yorumunuz var. Bu noktada kişi şehir tarafından asimile edilmiş ve özgün kimliğini kaybetmiş mi oluyor sizce ? Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” kitabında bahsettiği otantik sosyal yaşamın aslında replikası tarafından ele geçirildiği yorumuna referansla soruyorum bunu...

Aslında hayal ettiğimiz kadar “bireysel” değiliz. Sanırım “birey” dediğimiz felsefi, finansal ve ticari yapıların ortaya çıkardığı basit bir yan ürün sadece. Gerçek ne olursa olsun, içgüdüsel ve ( büyük ölçüde ) bilinçsiz bir şekilde şehirlerimizi ve dolayısıyla medeniyetimizi yaratma ve koruma çabasındayız. Bu bana henüz tam bilincine varamadığımız çok daha büyük bir yapının parçası olduğumuzu hissettiriyor. Bu mekanizmayı, üyelerin kendi kimlik, karar verme yeti ve sorumluluklarını daha büyük yapıya devrettikleri her organizmada görebilirsiniz. Medeniyet ya da insanlık dediğimiz şeyin basit, küçük ve görünen genel bir etkisi.

Şehirde rastgele atacağınız bir tur bu etkilerin ayırdına varmanızı sağlayacaktır. Zamanla yeni bir bakış açısı geliştiriyorsunuz - yapıların değişken görünümlerini bir bütün olarak görmenizi sağlayan bağımsız bir bakış açısı – ve böylelikle sokaklarda ya da odalarda akıp giden ritimlerin ve gelgitlerin farkına varabiliyorsunuz. Medyada yansıtılansa daima temsili bir öze sahip oluyor ve biliyoruz ki temsili olmak çoğu zaman bir gizlilik içerir. O nedenle en iyisi kendi kendine gidip görmektir. Bu doğrudan deneyimleme giderek azalıyor. Yürümek sağlıklıdır!

Edebiyat ve sanat sizin için kuvvetli tetikleyici alanlar. Burroughs, Duchamp, Ballard ya da Beat Kuşağı... Müziğe bakışınızı nasıl etkiledi bu isimler ? Şu an ilham aldığınız yeni isimler var mı ya da ?

Sanırım tüm bu isimler çevremde olan bitenlerin farkına varmam ve vereceğim tepkileri oluşturmam konusunda cesaretlendirici oldular. Anmak isteyeceğim diğer isimler Erik Satie, John Cheever, Alan Resnais, Paul Auster, George Orwell, Eugene Atget, J.M.W.Turner, Dennis Potter, Gerald Manley Hopkins, J. L. Borges.

Yeni müzik dinliyor musnuz ? Gary Numan bunu yapamadığını, zira dinlediği her şeye bir işmiş gibi bakmak zorunda hissettiğini ve stüdyo dışında bunu yapmaktan hoşlanmadığını belirtiyor mesela...

Olabildiğince çok dinliyorum. Daha önce de bahsettiğim gibi müzik devasa bir konuşma, ve sizin de bir kelime yada cümleyle buna dahil olabilmeniz harika bir durum. Son zamanlarda Matthew Dear, Xeno and Oaklander, Gazelle Twin, Soft Moon, Magnetic Fields, Tara Busch, Serafina Steer, Hannah Peel, Harold Budd, Robin Guthrie, Burial, The Knife, Robyn, The Horrors, Benge gibi isimleri dinliyorum. Hepsi de yaptığım işler üzerinde etki ediyorlar.

Birkaç tane de minik soru...

Ambient müzik ?
Ana yapısını ritimlerden ziyade diğer unsurların oluşturduğu müzik. Diğer müzikal formların tam olarak cevap veremediği alanlara dokunan müzikler, örneğin sakinlik, dinginlik, hareket etmeden seyahat etme hissi, ayrılma ya da bütünleşme gibi. Ayrıca zaman hissinizi de ayarlayabilen bir müzik.

Doğaçlama ?
Çokça yaptım. Doğaçlama bir sanatçının yapabileceği en değerli edimdir. Aslında müzik yapmak ya da parça yazmaktır doğaçlama. Bütün olasılıkları heyecanla araştırır, dener ve sonunda en ilginç ve uygun olanına bakıp onu sabit bir forma sokarsın ve bir şarkı oluşur. Ama bu süreç hep doğaçlama ile başlar.

Başka meşgaleleri de olan bir müzisyen mi, yoksa bir işi de müzik olan bir sanatçı mı ?
Sanırım müzik yapmaya karar kılmış bir sanatçıyım. Dediğim gibi her yapı / alan benzer prensiplere sahiptir. Bir yapının kendi dinamiğini anladığınızda, onu başka bir alana hemen uygulayabilirsiniz, elbette biraz yeteneğiniz olduğu sürece.


Müzik fragmante oldukça Kraftwerk ya da Roxy Music gibi çığır açmış yeni isimlerin gelebileceğine inanıyor musunuz ? Yoksa o devirler bitti mi ?Onlar zaten buradalar. Şu an olan üzerinde çok ciddi etkileri var. Bundan sonrasının müziğinin DNA’sında var bu isimler. Müzisyenler farkında olmasa bile...
Müzikal olarak en çok etkilendiğiniz üç isim ?
Erik Satie. Thomas Tallis. Howling Wolf.

Güncel projeler ?
“Electricity and Ghosts” birkaç kısa filmle birlikte piyano ve ev kayıtları...
Junior Boys, Ghost Box ve Jori Hulkkonen’le bazı yeni parçalar...
“Alice in the Cities”  The Smoke Fairies, Tara Busch, Serafina Steer, Hannah Peel ve Gazelle Twin’le birlikte...
“London Overgrown” isimli enstrümantal bir kayıt...
Benge ile yeni bir albüm...

Türkiye’ye gelme ihtimaliniz ? Bekleyenler var, benden söylemesi...
Çok isterim. Harika bir ülke. 60’ların ortasında genç bir hippiyken Istanbul hepimizin gitmek istediği bir yerdi. Batı’nın sona erip gizemli Doğu’nun başlangıç ve buluşma noktası... Ne zaman niyetlensem hep Yugoslavya civarlarında takılıp kaldım, bir türlü olmadı. Ama yakın dostum Arthur Sweeney bunu başardı, bana gönderdiği karlar altındaki minarelerin nefes kesen fotolarını hatırlıyorum. Umarım bir gün gelebilirim...

for full english version pls click : http://www.bantmag.com/mag/06/page/view/789#