10 Ağustos 2010 Salı

Loscil. Endless Falls. Kranky. 2010 (minima)

Kranky etiketinin gedikli isimlerinden biri olan Loscil’in (Scott Morgan) son albümü bahçesinde kaydettiği yağmur sesleri eşliğinde açılan, duygusal titreşimleri yüksek ve ambient janrına dâhil edebileceğimiz bir çalışma. Loscil’in önceki işlerine kıyasla daha organik bir yapının hâkim olduğu albümde, özellikle ilk parçadan itibaren ağırlıklı bir rol kapan yaylıların etkisi büyük. Uzayıp giden drone etkileşimli notaların güzergâhına karışan minik piyano dokunuşları, detaylıca işlenmiş ses öbekleriyle birlikte huzurlu bir rota çiziyorlar dinleyici için. Sessiz ortamlarda ve yüksek ses seviyelerinde dinlenmesini salık verebileceğimiz parçalar ziyadesiyle dingin atmosferiyle gevşetici/sakinleştirici bir etkiye de sahip. Özellikle piyanonun ön planda olduğu “Estuarine”, dub vurgusu güçlü “Dub for Cascadia” ve açılışı yapan “Endless Falls” albümün öne çıkan parçaları. Kapanışı yapan “The Making of Grief Point” ise Scott Morgan’ın zaman zaman davulda yer aldığı grubu Destroyer’dan önemli bir misafiri ağırlıyor. Bu parçada vokallerde The New Pornographers grubunun da bir üyesi olan Daniel Bejar etkileyici bir işitsel yolculuğa sesiyle hayat veriyor. Endless Falls, Loscil diskografisinde bir sıçramayı/açılımı ifade etmese de keyifli bir dinleti sunmayı beceriyor ve bizden geçer not alıyor.

Bu yazı Babylon derginin 2010 yaz sayısında yayınlanmıştır.

Minamo. Duree. 12k. 2010 (minima)

Uzun yıllardır Amerika kıtasının en hayranlıkla takip ettiğimiz etiketlerinden biri olan 12k, kendi içindeki farklı oluşumlarla da (Line ve Term) minimal ve deneysel elektronik müziğe yön veren mabetlerden biri olmayı başarıyla devam ettiriyor. Özellikle akustik yanı kuvvetli bu çalışmalar, elektronik müziğe ruh katmak gibi çokça yorum getirilen bir hususta hassas bir işlev yükleniyorlar. Albüm kapaklarından grafik tasarımlarına incelikli işlere ev sahipliği yapan etiketin yayımladığı son çalışmalardan biri de, daha önce Cubic Music ve Apestaartje gibi etiketlerden albümler yayımlayan ve dört Japon müzisyenden oluşan Minamo. Gitarist Keiichi Sugimoto’nun (Fonica’nın has elemanı) başını çektiği grup akustik ve elektronik arasında, mikroskobik seslerle işlenmiş, dinamik ve benzersiz bir sonik dünya yaratıyorlar. Ambient vurgusu oldukça üst seviyedeki bu gizemli gezinti boyunca önümüze çıkıveren melodi kırıntıları dijital seslerden örülü narin bir yapının içine yerleştiriliyor. Her dinlemede farklı bir yolculuğun izini sürebileceğiniz albümde abartısız, kendinden emin bir anlatımın yansımalarını görmek mümkün. Çalışmanın en büyük artısı durağan temposuna rağmen kendi iç hareketliliğini ve zenginliğini ustalıkla sağlamış olması. İncelikli işlere kulak kabartmak isteyenler için güçlü bir tavsiye niteliğinde.

Bu yazı Babylon derginin 2010 yaz sayısında yayınlanmıştır.

Fenn O'Berg. In Stereo. Editions Mego. 2010. (minima)

Fenn O’Berg uzunca bir süredir sessizliğe bürünmüş üç önemli müzisyenin ilk stüdyo albümleri olma özelliğini taşıyan istisnaî bir çalışma. Üretimlerini takip etmekte ciddî güçlük çektiğimiz Jim O’Rourke, laptop elektronika ile gitarı eşsiz bir şekilde harmanlayan Christian Fennesz ve Mego etiketinin kurucusu Peter Rehberg’den (a.k.a. Pita) müteşekkil üçlü daha önceki çalışmalarında doğaçlama kayıtlar oluşturmasına rağmen, bu defa Tokyo’da yedi günlük bir stüdyo mesaisi harcamışlar. Altı uzunca bölümden oluşan albüm boyunca tekinsiz ses girdapları arasındaki atmosferik tınılar içinde esrarengiz bir yolculuğa çıkıyoruz. Herhangi bir melodinin olmadığı bu parçalar tam anlamıyla üç virtüözün kendilerine ait bir dil yarattıklarını ispatlar nitelikte. Albüm, adına nispet yaparcasına ses kolajlarının devamlı etrafımızda dolaştığı, birçok katmanın maharetle birbirine yedirildiği, zaman zaman kaotik bir evrene teğet geçen bir dokuyu içimize işliyor. Oldukça deneysel ve soyut bir çalışma olan albümü elbette ki bu tarza yakın duranlara şiddetle tavsiye ederken, ilk defa kulak kabartacaklara da baştan dikkatli olmaları gerektiği notunu düşmekte fayda var. Albümün eleştiri kaldırır tek yanı ise, stüdyo albümü olmanın nazar boncuğu diyebileceğimiz, önceki çalışmalara kıyasla biraz daha zayıflamış görünen organik hissiyatı.

Bu yazı Babylon derginin 2010 yaz sayısında yayınlanmıştır.

Fluxion. Perfused. Echocord. 2010 (minima)

90’ların sonundan bu yana Chain Reaction, Vibrant Music ve en son Resopal Schallware gibi kalburüstü etiketlerden çalışmalar yayımlayan Konstantinos Soublis, komşu ülke Yunanistan’dan bir isim. Müzisyenin Perfused albümü için seçtiği adresi ise dub teknonun son dönemdeki önemli referans etiketlerinden biri olan Danimarka menşeli Echocord. Albüm geneline belirli bir ses ve tempo aralığında, fazlaca kimlik değişikliklerine bürünmeyen sade ve akışkan bir hava hâkim. Derin ve alışageldik dub etkileşimli 4/4 tekno vuruşları albümün altyapılarında başrolü üstlenirken, minik efektler ve ana omurgaya eklemlenen narin dokunuşlarla parçalar biraz daha renkli hâle getirilmeye çalışılmış. Temiz bir işçilik eseri olan parçalar arasında “Horizons” ve “Wabbler” görece ağırkanlı halleriyle Berlinli Scape etiketi çalışmalarını anımsatan bir tempo içinde kendince akıp giderken; “Waves”, “Tantalizer” ve “Elation” ise dans pistlerine uygun, daha hareketli ve zengin bir içerik sunuyor bizlere. Fluxion bu albümde bugüne dek iyi yaptığı şeyi titizlikle ve vasatın üstünde bir beceri ile yapmaya devam etmesine rağmen, birkaç parça dışında kulaklarımıza yenilik fısıldayacak görkemli cümleler kurmayı pek de beceremediğinden albüm kulak kabartmaya değer ama peşinden koşmaya gerek olmayan bir çalışma olarak sınıflanabilir.

Bu yazı Babylon derginin 2010 yaz sayısında yayınlanmıştır.

Midlake. The Courage of Others. Bella Union. 2010 (minima)

Daha ilk saniyesinden itibaren hafızalarda geçmişin perdelerini aralayan Midlake’in bu son çalışması Magna Carta’nın unutulmaz Lord of the Ages albümünü anımsatarak yaptığı güçlü girişin etkisini son âna dek taşımayı beceren etkileyici bir albüm. İkonik grup Cocteau Twins’den tanıdığımız Robin Guthrie ve Simon Raymonde’un kurdukları Bella Union, 90’ların sonundan bu yana müzikal algılarımıza farklı yorumlamalar getiren, sadeliğin içinden bezenmiş nefis melodilerin eşliğinde türlü hikâyelerin anlatıldığı onlarca albüme ev sahipliği yapmış ve alternatif rock/folk rock takipçileri için olmazsa olmaz adreslerden biri hâline gelmiş bir etiket. Tüm kariyerini Bella Union şemsiyesi altında geçiren Midlake ise özellikle Tim Smith’in karizmatik vokali ve enfes ses rengiyle, bizi âdeta ruhumuzun orta yerinden yakalayıp kopkoyu bir ataletin içine savuşturuyor. Bir köşeye sinip kendi içinize baktığınız, belki hayatı sorguladığınız bir yalnızlaşma süreci bu. Midlake samimî bir müziği en direkt yolla tam adresine yolluyor aslında. Akustik gitar arpejlerinin içinde kendi yolunu çizen eşsiz bir vokalin peşisıra sürüklendiğimiz bu serüven ruhumuzda derinden bir arınma etkisi yaratıyor. “Acts of Man” ve “Children of the Grounds” ise favorilerimiz.

Bu yazı Babylon derginin 2010 yaz sayısında yayınlanmıştır.

The Go Find. Everybody Knows It’s Gonna Happen, Only Not Tonight. Morr Music. 2010 (minima)

Thomas Morr’un Berlin’de yerleşik etiketi Morr Music uzunca bir süredir sadece Berlin elektronik müzik sahnesinin değil, giderek genişleyen bir etki alanı dâhilinde Almanya ve oradan hareketle Avrupa elektronik müzik sahnesinin de mühim adreslerinden biri hâline geldi. Indie rock, post rock, pop ve elektronikanın enfes karışımlarını harmanlayan etiketin sakinlerinden biri de Styrofoam grubundan tanıdığımız Belçikalı Dieter Sermeus’un solo projesi olan The Go Find. Geçtiğimiz aylarda İzlanda’daki volkanın gazabına uğradığı için İstanbul konseri iptal edilmek zorunda kalan sanatçının bu yıl içinde tekrar ülkemize gelme ihtimalinin olması sevindirici. 40 dakikanın altında kalan albüm, bu kısa zaman içinde keyifli tınılar, hisli vokaller, ritmik akustik gitar ve davul vuruşları arasında romantik bir atmosfer yaratıyor. Tek bir bütünün benzeş parçaları hissini veren kısa çalışmaların her biri ortalama kalitenin üstünde olsa da, buradan beslenerek kendine farklı bir çıkış yolu arayan bir katman eksikliği de mevcut. Albümü bir kademe daha yukarı çekebilecek bu yaratıcı dokunuş eksikliği nedeniyle, bu lezzetli albümü özellikle Tarwater ve To Rococo Rot hayranlarına şiddetle tavsiye etmekle beraber, minik muhalefet şerhimizi de koymak isteriz.

Bu yazı Babylon derginin 2010 yaz sayısında yayınlanmıştır.

Kihnoua. Unauthorized Caprices. Nottwo. 2010

Bu değerlendirme Cazkolik web sitesi için yazılmıştır...( www.cazkolik.com )

AKsi-isTİKAMET satırları için yapılan dinleme pratikleri sıklıkla keşfedilmemiş bakir tınıların rehberliğinde gizemli yolculuklara çıkarıyor bizleri. Böylesi maceraperest bir kapı aralamanın ardından karşılaşıverdiğimiz Kihnoua’nun “Unauthorized Caprices” albümü de alışageldik rutinlerin uzaklarında, basmakalıp anlayışların ötesinde, tekinsiz köşeleri aydınlığa çıkarmak gibi cesaretli ve detaycı bir arayışa giren; dolayısıyla da bu satırlarda bahsi konusunda içimizi ziyadesiyle kıpır kıpır ettiren bir albüm olmayı başaran bir çalışma.

Her zaman olduğu gibi aperatif tadında ilk bakacağımız yer albümün yayımlandığı etiket: yani “Not Two” (www.nottwo.com). Müzik her ne kadar özünde dinleme edimi üzerinden hayatlarımıza giriyor olsa da, sadece “çalma/dinleme” pratiğinin bir adım ötesine geçerek merkezde olanın daha geniş kadraj bir fotoğrafını çekebilmek için bunu zaruri bir bakış açısı olarak değerlendiriyoruz. Not Two etiketi Polonya menşeili bir etiket ve en özetinde caz albümleri yayımlıyor. Ama bu geniş yelpazede kendisini konumlandırdığı yerde doğaçlama ve özgür cazın başını çektiği daha deneysel işler var. Bugüne değin 120’nin üzerinden albüme ev sahipliği yapan etiketin kataloğu gerçekten kayda değer isimleri barındırıyor. Ken Vandermark, Joe McPhee, Peter Brötzmann, Mats Gustafsson, Franz Hautzinger, Henry Grimes, Fred Frith, Anthony Braxton gibi isimler solo yada farklı proje gruplarının birer üyesi olarak Not Two ile yolu bir şekilde kesişmiş isimlerden sadece birkaçı.

Kihnoua da aslında bir proje grubu; 1949 doğumlu Amerikalı tenor ve soprano saksafoncu Larry Ochs’un liderliğinde bir araya gelen grupta davul ve elektroniklerde Scott Amendola ve vokallerde Dohee Lee yeralıyor. Tüm parçalarda karşımıza çıkan bu üç isme ek olarak, gitarda Fred Frith, trompet ve elektroniklerde Liz Allbee ve çelloda Joan Jeanrenaud (eski bir Kronos üyesi) albüme bazı parçalarda katkıda bulunan diğer isimler.

Larry Ochs 30 civarı albümde ismi geçen yaşı 60’lara dayanmış değerli bir müzisyen. 1977 yılından bu yana aktif olarak devam eden Rova Saxophone Quartet müzisyenin diskografisindeki en ağırlıklı başlıklardan biri olmayı sürdürüyor. Uzun kariyeri boyunca Wadada Leo Smith, Anthony Braxton, Terry Riley, Alvin Curran, Butch Morris, Henry Kaiser, Steve Lacy, John Zorn ve Andrew Cyrille gibi sayısız efsane isimle beraber çalışan Larry Ochs’un Kihnoua projesinin ana omurgasını; batının klasik doğaçlama yapısını ve işitsel kimliğini yeni bir yolla iredelemek, bunu yaparken de Asya ve Afrika tandanslı folklorik öğeleri yepyeni bir süzgeçten geçirerek ilerici bir müzikal kimya oluşturma gayreti / süreci oluşturuyor.

Albüme bu ufuk açıcı zenginliği katan unsurların başında vokallerde yeralan Koreli müzisyen Dohee Lee geliyor. Lee, Kore geleneksel müziğinde önemli bir yer teşkil eden iki farklı gelenekten besleniyor: pansori ve sinawi. Geçmişi 19. yy’a dek uzanan pansori’de “pan” performans mekanını, "sori” ise sesi ifade ediyor. Genellikle iki kişiden oluşan performans ekibinde bir kişi perküsyon çalarken diğer kişi de vokal yapıyor. Sıklıkla elinde bir mendil yada yelpaze tutan şarkıcı, bugün klasik anlamda bildiğimiz 4-5 dakikalık performasnların çok ötesinde, folklorik bir hikaye anlatıcı konumunda bazen saatlerce süren bir performans gerçekleştiriyor. Vokalse başlıca üç ana unsuru bir araya getiriyor; şarkı söyleme, vücut hareketleri ve anlatı. Sinawi de yine geleneksel Kore müziğinin doğaçlamaya ve grup performansına dayalı öğelerinden biri. Bu kısa açıklamalar eşliğinde albüm dinlendiğinde Dohee Lee’nin zaman zaman Diamanda Galas’ı anımsatan eşsiz vokalinin aslında basit bir “şarkı söyleme”nin çok ötesinde, sesin sadece bir bileşeni olduğu çok daha geniş bir alana yayılan bir performans olduğunu görmek mümkün.

Scott Amendola ise davulların yanısıra albümün farklı içeriğine ciddi katkı yapan elektroniklerden de sorumlu grup üyesi. Bill Frisell, Charlie Hunter, John Zorn, Wadada Leo Smith, Wayne Horvitz gibi isimlerle birlikte çalışan Amendola’nın ayrıca 90’ların egzantrik grubu Primus ve ünlü Alman şarkıcı Nina Hagen’la da birliktelikleri var.

Proje grubunun adı olarak seçilen “Kihnoua” aslında eski Yunan’da “fark” anlamına gelen bir kelime. Bahsettiğimiz farkın müzikal kimliğe net bir şekilde yansıdığını rahatlıkla görebiliyoruz tüm albüm boyunca. Açılışı 14 dakikalık uzun süresiyle “Salt” yapıyor. İlk saniyelerdeki saksafonun ardında Lee’nin kesik, genizden gelen, yakıcı, karanlık vokaliyle farklı bir ortama girmek üzere yola çıkma hazırlığında olduğumuzu anlıyoruz. Akabinde saksafonun aksak ritimleri üzerine davulun sıkı takibi ve Lee’nin araya serpiştirdiği vokaller var. Davulun sessiz kaldığı yerlerde elektroniklerle Lee’nin atışmaları gerçekten soluk kesici. Hangisinin daha derinden ve daha etkili olduğunu kestirmek bir hayli güç. Neticede elektronikler de insan yapımı diyerek burada oyumu Lee’nin vokalinden yana kullanıyorum. Gerçekten eşsiz bir nitelikte…Parçanın ortalarına yaklaşırken tempo, heyecan ve gerilim artıyor. Davulun koşarcasına çaldığı ritim girdapları içinde elektroniklerden gelen sesler, saksafonun minik pasajları ve en çok da adeta birkaç adım öne fırlayan Lee’nin sesi var. Bu parçanın son zamanlarda en etkilenerek dinlediğim, sıradışı bir yapıt olduğunu da belirterekten bir sonraki parçaya geçiyoruz.

“Nothing Stopped But A Future” 19 dakikayı aşan süresiyle albümdeki en uzun parça. “Salt”ın bıraktığı yerden sözü devralan parça adeta final gibi bir açılışa sahip. Tüm enstrümanlar üst bir perdeden adeta son sözlerini haykırırıcasına uzatılarak çalınırken, kulaklarda ciddi bir tedirginlik ve gerginlik hissi yaratmayı başarıyorlar. Birkaç dakika süren bu hafiften asab bozucu giriş sonrası parça daha dingin bir tempoya kavuşuyor. Özellikle Lary Ochs’un farklı bir stil yaratmayı başardığı saksafonu burada biraz kulak kabartmayı hakediyor. Kısaca tariflemek gerekirse çok fazla akıcı olmayan ama yol göstericiliği tartışmasız bir stil bu. Parçanın ortalarına yaklaşırken paslaşmaların yerini davulun tek başına sürüklediği bir akın alıyor. Sonrasında çello kendine belirgin bir rol kapıyor ve davulla restleşmelerin ön planda olduğu birkaç dakika ilk başlarda Lee’nin vokalinin yarattığı yorgunluğu bir nebze olsun dengeliyor. Tüm bu süreçte ritmik / melodik yapıların dışında, anlık sezgilerle çizilen kurgular parçaların alt yapısını oluşturuyor. “Nothing Stopped But A Future”ın ikinci yarısıysa daha farklı bir kimlikle devam ediyor. Burada yine Lee’nin büyüleyici performansının altını çizmek gerekiyor. Bu bölümde vokaldeki renkliliği, derinliği ve Lee’nin parçaya kattığı zenginliğe tanıklık ediyoruz.

Albümün görece kısa parçalarından olan “DeeHyak” sakin bir atmosfere sahip. Ochs’un kesik ve amansız üflemelerinin arasına katılan Lee’nin karanlık vokalleri Diamanda Galas’ın “Litanies Of Satan” albümünü anımsatıyor. Parçanın genelinde adeta Lee’nin fısıltılı çığlıklarıyla Ochs’un saksafonu dans ediyor.

“Weightless” standart caz formatına referansları daha kuvvetlice olan bir parça. Uzunca bir süre davulun tiz dokunuşlarıyla vokaller arasındaki geçişlerle giden parça ortalarına doğru daha dinamik, sabırsız ve uçarı bir hal alıyor. Saksafonun eşlik etmesiyle birlikte de daha akışkan bir hale geliyor.

Kapanış ise “Less Than A Wind” ile yapılıyor. Çellonun depresif, koyu ve keyifli melodileri ile birlikte bir an için Lee’nin apokaliptik vokalinden sıyrılarak uzaktaki naif bir evrene adım atıyoruz. Arka planda hafiften işleyen elektronikler parçanın organik vurgusunu bir nebze azaltsa da keyif verici. Parçanın sonlarına doğru saksafonun da minik katkısıyla bu benzersiz yolculuğun sonuna geliyorsunuz.

“Unauthorized Caprices” gerçekten bir ormanda aniden dönüverdiğiniz sapa yollardan birinde karşınıza çıkan bambaşka bir bitki örtüsü gibi binbir çeşit renkle bezenmiş, akıl çelen, klişe ifadeyle ezber bozan bir çalışma. Doğaçlama cazın içine yedirilmiş elektroniklerin yanı sıra albümü bu denli farklı kılan vokal kullanımlarıyla birlikte, sıradışı bir müzikal yolculuğun rehberi oluyor “Unauthorized Caprices”. Bazen yorucu girdapların arasında umarsızca ilerleyen, bazen yıkıcı bir anlayışla algılarımızı yerle bir eden ama en çok da kulaklarımızın ayarlarını yeniden kurma ihtiyacı bırakacak denli kategori dışı bileşimiyle bizi içine çeken muhteşem bir albüm.