26 Eylül 2011 Pazartesi

Lou Rhodes Üzerine...

Eski çağ felsefecileri insanlığın temel sorunlarına odaklanarak evrenin doğası hakkında sorular sormuşlardır. Oysa ‘bilgelik sevgisi’ anlamına gelen felsefenin içine insan olgusunun girişi, felsefenin gelişim yönünü insanın kendisinin irdelenmesine çeviren sofistlerle olmuştur. İnsana tutulan bu aynada görünen tekillik anlayışı, sanatsal arenaya bireysel yaratıcılığın sürüklediği ve kendine ait bir ses oluşturma güdüsünün tetiklediği bir gayret olarak yansımıştır. 90’lı yılların ortalarında gündemimize giren elektronik müzik ikilisi Lamb’in güçlü sesi Lou Rhodes’un üçüncü solo albümüyle artık iyice belirginleştirdiği müzikal yol da, paralel şekilde ‘sadece kendini anlatma’ hassasiyetinden beslenen bir çalışma özelliği taşıyor.

Kısaca Manchester orijinli İngiliz ozan şarkıcı olarak tanımlayabileceğimiz Lou Rhodes’un solo macerası, elektronik müziğin geniş skalasında her daim kendine ait bir dilimde kayda değer nitelikli işler üretmeyi becermiş ve ardında dört albümlük değerli bir hazine bırakmış olan Lamb ikilisinin vokalden sorumlu üyesiyken, grubun diğer üyesi Andrew Barlow’dan ayrılarak ilk adımı atmasıyla başlar. 2006 yılında yayımlanan çıkış çalışması Beloved One beklentilerin çok üstünde olumlu bir tepki alır ve adanın Grammy’sine denk gelen Mercury Ödülleri’nde yılın en iyi 12 albüm adayından biri olarak listelenir. Aralarında Muse, Editors, Hot Chip, Arctic Monkeys, Scritti Politti ve Thom Yorke gibi güçlü isimlerin olduğu bu listeden sıyrılıp ödülü alamasa da, bu adaylık solo kariyeri açısından önemli bir başarı olarak not edilecektir. (Bu arada 2006 yılındaki ödül Arctic Monkeys’in Whatever People Say I Am, That's What I'm Not albümüne verildi.)

Bu ilk albüm aslında Rhodes’un kendisini fazlaca zorlamadan, o ana kadarki geniş müzikal birikim ve düşüncelerini yansıttığı bir çalışma olarak şekillenmiştir. Özünde folk müzik kategorisine dâhil edilebilecek olan bu çalışma şatafatsız, içten ve derinlikli bir zarla örülmüş hüzünlü bir dünyanın akustik yansımaları eşliğinde, Rhodes’un dinleyeni büyüleyen eşsiz vokallerini içermektedir (aslında Lou Rhodes’un tüm albümleri için benzer ifadeler kullanmak mümkündür). Albüm Lamb çalışmaları için sıklıkla başvurulan trip hop, drum’n bass ve jazzy gibi – Lou Rhodes’un bu yorumlara katılmadığı – tanımlamaların tamamen dışında, sıklıkla sadece gitarın Rhodes’un muhteşem sesine eşlik ettiği ve zaman zaman zarif piyano dokunuşları ve yaylılarla zenginleşen bir çerçeveye sahiptir.

Lamb’in müziğinde ara pasajlarda karşımıza çıkan ve bir anlamda ipuçları Lamb parçalarına da gizlenmiş olan bir çerçevedir bu. Ek bir parantez dahilinde Lamb’in müziğine baktığımızda onu bu denli farklı kılan unsurların Rhodes’un etkileyici sesinin yanısıra, altyapılarda farklı janrların köşetaşlarının maharetle kullanılması ve bazı parçalarda bunlara canlı enstrümanların eşlik etmesi olduğu görülecektir. Lamb bir anlamda birçok farklı janrdan beslenerek kendi müzikal dilini yaratabilmiş ve özel bir ikili olamayı başarmıştır. Elbetteki bu unsurlar yanyana getirilip bir şeyler anlatma gayretiyle eritildiğinde, ortaya müzikal anlamda zengin, dinamik ve duygu vurgusu yüksek çalışmalar çıkmıştır. Özetle Lou Rhodes’un sadelik, Andrew Barlow’un kompleksite eksenleri üzerinden biçimlenen eşsiz bir formülasyondur Lamb’inki.

2007 yılına gelindiğinde Lou Rhodes bir insanın yaşayabileceği en derin üzüntülerden birini yaşar ve kız kardeşinin ölümü nedeniyle herkesçe beklenen İngiltere konser programını iptal etmek zorunda kalır. Bu dönem adeta hayatın türlü zorluklarla Rhodes’u test ettiği ve kişiliğinde derin izler/yaralar bırakan bir süreç olarak geçecektir. Tüm bu zorluklara rağmen Rhodes, daha önce 2005’te de gittiği Glastonburry’de 2007’de ikinci defa sahne alır. Yılın sonlarına doğru da ikinci solo albümü Bloom’dan çıkan olan ilk single “The Rain” piyasaya verilir.

İlkine oranla daha fazla efor sarfettiğini belirttiği ikinci albüm adeta Rhodes için zaman zaman dile getirdiği, bir daha elektronik müzik yapmayacağına dair düşünceleri ispatlar niteliktedir. Ana omurgayı akustik gitar ve vokalin oluşturduğu albümde keman, kontrbas ve perküsyon eşliğinde işlenmiş romantik, duygusal ve kişisel vurgusu yüksek hikâyeler, Rhodes’un büyüleyici sesinden damıtılarak anlatılmaktadır.

Bahsi geçen “yeni ve farklı hikayeler yaratma/anlatma güdüsü” aslında Lamb projesinin sona erişindeki giz perdesinin baş aktörüdür. Rhodes bir açıklamasında bu tip bir projenin sürekliliği için devamlı güncel bir dil yaratmak ve farklı açılımlar getirmek gerektiğinden bahsederek, son Lamb albümünün ardından kendilerine bir sonraki adımın ne olacağını sorduklarında somut bir yanıt üretemediklerini ve bu yüzden “her daim yaratıcı ve farklı olmak” olarak ifade ettikleri var olma nedenlerinin ortadan kalktığını belirtecektir.

Müziğinde oldukça kişisel bir dil yaratmış olan Rhodes’un hikâyelerinin özünde insana ait yaşantılar, duygular ve ilişkiler vardır: sevinç ve kederin bir anlamda sırt sırta durduğu, hayal kırıklıklarının da gülümsemeler kadar yakınımızda olduğu, bazen bir anın/bakışın bile yaşamaya/yaşatmaya değer olduğu zarif, kırılgan ve duygu yüklü sade hikâyeler. Sonuçta iki çocuk sahibi bir anne için bu sadelik kıyafetinin Rhodes’a çok yakıştığını da belirtmek gerek. Klişelerden uzak, gerçekliğin peşinde, samimî bir var olma gayretiyle çıkılan bir müzikal yolculuktur bu aslında. Rhodes’un da çeşitli eşiklerden/evrelerden oluştuğunu, belli bir dönemde bir eşikten/evreden diğerine geçilerek her şeyin bir anlamda tekrar sıfırlandığını belirttiği bir yolculuk.

Rhodes’un müziğinde basit olmasına rağmen sersemletici etkisi yüksek sözler ve içimizi titreten sıcak akustik tınılar, dokusuna işlemiş olan puslu ve derin sesinin eşliğinde, her ânı ustalıkla nakışlanmış bir kurguyla tamamlanmış parçalar olarak karşımıza çıkar. Bu parçaların her birinde bizleri hayaller ve sorgulamalarla donatılmış içsel bir yolculuğun beklediğini de söylemek mümkün. Her ne kadar kişisel öyküler anlatılıyor olsa da bu yolculuk esnasında, dinleyici üzerinde akıldan çıkmayan, hipnotik ve ruhanî bir etki bırakan Lou Rhodes, bizlere bir anlamda kılavuzluk yapar. Kaygan bir zeminde hayata sıkıca tutunmak, zorluklar içinden yeşeren güzellikleri görebilmek, acıyı da sevinç kadar rahatlıkla kabullenmek ve kendimize ait bir güzergâhı oluşturabileceğimiz bir ussal yolculuktur bu, ve o yüzden aslında içinde yoğun bir ‘felsefe’ vardır. Büyük ozan şarkıcı Leonard Cohen’in dediği gibi:

There is a crack in everything,
That’s how the light gets in.

-------------------------------röportaj---------------------------------

Andrew Barlow’la birlikte oluşturduğunuz elektronik müzik ikilisi Lamb projesinde geçirdiğiniz yaklaşık 10 yılın ardından gelen ilk solo çalışmanız aslında bir meydan okuma içeriyordu. İkinci albümde daha az soru ve sorunla karşılaştığınızı düşünüyorum. Üçüncü albüm sonrası kendinizi olgunlaşmış bir ozan-şair olarak konumlandırıyor musunuz ? Ya da hâlâ çıkılacak basamaklar var mı önünüzde ?
Her zaman için çıkılacak basamaklar vardır. Bir sanatçının asla ürettiği işten tam anlamıyla memnun olacağını sanmıyorum. Şarkı yazma konusunda azımsanmayacak bir tecrübem var elbette – yaklaşık 16 yıl kadar – ancak hâlâ yeni birşeyler öğrendiğimi hissedebiliyorum. Belki biraz garip gelecek ama aslında ilk albümüm Beloved One çok daha rahat ortaya çıkardığım bir çalışma olurken, ikinci albümüm Bloom beni biraz daha zorladı.

Tam anlamıyla son çalışmanızı diğer ikisinden ayıracak olan tema yada öz nedir diye sorsam ?
Son çalışmam olan One Good Thing’in bugün için bulunduğum yeri en layıkıyla temsil eden, dolayısıyla da çalışmalarım arasındaki en gerçekçi albüm olarak görüyorum. Albümdeki parçalar hayatımdaki oldukça zorlu bir dönemi ve benim oradan çıkışımı anlatıyor. Çalışmalar esnasında olabildiğince az elektronik kullandık. Oldukça sade, basit ve zamansız bir albüm yaratmaya çalıştım. Bu yüzden de kayıt aşamasında işin ruhunu zedelediğine inandığım dijital teknolojilerden kendimi sakındım ve sıklıkla canlı çalınmış hissiyatı verecek bir kayıt ortaya çıkarmaya çalıştım.

Bahsettiğiniz gibi elektronik müzik sıklıkla duygusal olamamakla eleştiriliyor. Bir elektronik müzik grubu olsa da Lamb projesinde belli bir duygusallıktan bahsetmek mümkün. Keza sizin solo çalışmalarınızda da bu vurgu başat bir figür. Duyguları aktarmak konusunda akustik ve elektronik yapılar hakkında ne düşünüyorsunuz ?
Akustik seslerle müzik yapmaya kıyasla elektronik seslerle aynı duyguları hissettirmenin oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Neticede elektronik müzik dediğimiz tüm yapı onlarca ikili koddan meydana gelen bir ürün. Oysa akustik müzik insanoğlunun bizzat ürettiği sesler için kendisi tarafından yaptığı ve bir anlamda yüzleştiği – çoğunlukla ağaçtan yapılan – enstrümanların kullanımından ortaya çıkan bir ürün. Bu anlamda elektronikle kıyaslanamaz gibi geliyor bana. Lamb projesindeki duygular genellikle şarkıların kendi iç gücünden ve canlı enstrümanların – özellikle yaylıların – kullanımından geliyordu. Andrew Barlow’un ev stüdyosunda son çalışmamı kaydederken bir parçada aradaki farkın çok az olacağını düşünerek vokali analog ve dijital olarak iki farklı şekilde kaydettik. Aradaki farkı gördüğümüzde çok şaşırdık açıkçası. Analog kayıt çok daha samimî ve sıcaktı. Özetle dijital teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin hâlâ dolduramayacağı bazı boşluklar var sanırım.

Duygulardan bahsetmişken aşkla, hüzün ve melankoli arasında sürekli bir bağın olduğuna inanıyor musunuz ?
Değişik bir soru bu. Bugünlerde sıklıkla ve artarak bir sanatçının rolünün devamlı olarak sınırları zorlaması olduğunu düşünüyorum. Bana öyle geliyor ki kendimi o boşluğun/alanın içinde hissettiğimde çok daha fazla yaratıcı olabiliyorum. Melankoli sanırım mutlulukla mutsuzluk arasında bir yerlerde salınma hâli. Ama bu yine de sınırlayıcı bir tanımlama elbette.

Bir defasında kendinizi tanımlarken duygu bağımlısı (emotional junkie) olduğunuzu belirtmişsiniz. Aşk dışında hangi kavram yada duygular çalışmalarınızı şekillendiriyor ?
Evet, bir defasında böyle tanımlamıştım ama hâlâ geçerli mi tam emin değilim. Son birkaç yıl bu bakımdan üzerimde arındırıcı bir etki yaptı diyebilirim. Oldukça uzun zaman tek başıma kaldım ve bir sure sonra aşk adına, aşka bağımlı olma hissiyatından sıyrılmış gibi hissediyorum. Tüm duyguların yaratıcılığı tetikleyebileceğine inanıyorum. Ama yine de sanırım beni en çok besleyeni az önce bahsettiğim, mutlulukla mutsuzluk arasındaki alan. Oralarda bir yerde olmanın beni insan olarak hayata bağladığını hissediyorum.

Sahnede söylemekten en çok keyif aldığınız üç Lamb ve solo parçanız ?
Lamb olarak Gabriel, Gorecki ve Trans Fatty Acid. Solo çalışmalarımdansa hepsi son albümde yer alan üç parça diyebilirim : “There for The Taking”, “One Good Thing” ve “Circles.”
Sahnede sana eşlik etmesini hayal edeceğin efsane grup kim olurdu ve neden ?
Efsane gruptan çok emin değilim; aslında bu efsane bir isim olurdu. Sanıyorum bu listenin başında Elliott Smith yada Nick Drake olurdu. Herhangi biriyle sahnede olmanın yeteri derecede beni heyecanlandıracağını da belirtmeliyim.

-------------------------------liste---------------------------------
Lou Rhodes yazarken aklıma düşenler...
*Elizabeth Fraser / Moses
*Suzanne Vega / Solitude Standing
*Tear Garden / Tired Eyes Slowly Burning
*Cranes / Tomorrow’s Tears
*David Darling / Journal October
*Mazzy Star / So Tonight That I Might See
*David Sylvian / Gone To Earth
*Blue Skied An’ Clear / A Morr Music Compilation
*Dream City Film Club / Dream City Film Club
*Lisa Germano / Magic Neighbor

19 Eylül 2011 Pazartesi

Vladislav Delay Quartet. Vladislav Delay Quartet.. Honest Jon's. 2011

Finlandiya’nın kıta Avrupası’na bahşettiği en yetkin ve üretken prodüktör - müzisyenlerden biri olan Vladislav Delay (Luomo, Sistol, Uusitalo, Conoco gibi farklı adlar da kullanan arkadaşımızın asıl adıysa Sasu Ripatti) kendisinin davul ve vurmalılarda yeraldığı dörtlüsünün ilk albümünü geçtiğimiz aylarda Honest Jon’s Records etiketiyle çıkardı. Doksanların sonundan bu yana farklı isimlerle elektronik müziğin geniş coğrafyasında hoş sadalar bırakan nitelikli ve el üstünde tutulası albümler yayınlayan Vladislav Delay’in bu projesinde kendisine taş yerinde ağırdır misali önemli isimler eşlik ediyor. Yine Finlandiya çıkışlı Pan Sonic ikilisinden Mika Vainio (elektronikler), avantgarde ekolün hatırı sayılır temsilcilerinden Lucio Capece (bas klarnet ve soprano saksafon) ve Derek Shirley (kontrbas) dörtlünün diğer üyeleri.

Alışılageldiği üzere albüme odaklanmadan biraz grup üyelerinin siciline gözatalım isteriz. Vladislav Delay adını ilk olarak 2000 ve 2001 yıllarında elektronik müziğin deneysel ve soyut kanadı için çok eskilerden bu yana en önemli referans noktalarından biri olan Mille Plateaux etiketiyle çıkardığı Entain ve Anima albümleriyle ajandamıza not etmiştik. Glitch, ambient ve minimal tarzlar arasında dolanan bu albümler Delay’in ses olgusuna yaklaşımı ve onun etrafında biçimlendirdiği benzersiz tınılar dünyasına ait önemli ipuçları barındırıyordu. Rutinin dışına sarkan, yenilikçi bir dilin arayışlarının izdüşümlerini gördüğümüz ve hepsinden önemlisi kendinden emin bir kurgusal yolculuğun betimlendiği bu kuvvetli çalışmaları, Staubgold etiketiyle çıkardığı arşivlere mutlak suretle dahil edilmesi gereken Naima izledi. İkibinli yıllar ise Huume etiketiyle çıkardığı üç albümü ve Leaf etiketinden yayınladığı nitelikli çalışması Tummaa’yı beraberinde getirdi. (Bu albüme ilişkin detaylı bir yazı için lütfen bkz.: http://tinyurl.com/3jbsrlo). Öte yandan yine aynı dönemde Almanya’nın ayrıksı kadın elektronik müzisyenlerinden (aynı zamanda şair) olan Antye-Greie Fuchs (ya da bildik adıyla AGF) ile iki albüm yayınlayan Delay, ayrıca farklı tarzlara da kucak açarak Moritz Von Oswald Trio’nun da aktif bir üyesi olarak çalışmalarına devam etti.

Dörtlünün diğer üyesi olan Mika Vainio elektronik müzik takipçilerinin (özellikle minimal ve ambient tarzlarına yakın duranlar için) başucu isimlerinden biri. Vainio ilk olarak özellikle doksanların ikinci yarısından bugüne değin Ilpo Vaisanen ile oluşturdukları Pan Sonic adıyla çıkardıkları her albümle ezberlerimizi bozan ve birkaç saniye içinde algılanabilir, kendilerine has dokusu olan bir sesler evreni yaratmayı beceren çalışmalarıyla dikkat çekmişti. Daha sonrasında Vainio özellikle solo çalışmalarında daha ziyade ambient ve minimal kulvarlarında yol almayı tercih etti ve birçok albüm yayınladı (özellikle Touch etiketiyle yayınlanan çalışmalarını şiddetle tavsiye ederiz).

Lucio Capece ise ekibin şu ana dek tanıtmaya çalıştığımız isimlerine nazaran caz dünyasına çok daha yakın bir isim. Arjantin orjinlerine sahip Capece özellikle ikibinlerin ortasından bu yana birçok projede aktif rol almış biri. Klasik gitar eğitimi almış olmasına rağmen sonrasında soprano saksafon ve bas klarnete yönelen sanatçı, özellikle deneysel işleriyle ses getirmiş bir isim. Yine geçtiğimiz yıllarda yayınlanan bir albümünde az önce bahsi geçen Mika Vainio ile de çalışan Capece’nin Trahnie adını taşıyan bu projesine ilişkin minik bir yorum için lütfen bkz.: http://tinyurl.com/3edx2en

Kendi adıma ilk olarak bu projede adına denk geldiğim 1975 Kanada doğumlu olan ve şu anda Berlin’de yaşayan Derek Shirley ise projede kontrbas çalıyor. İkibinlerin başından bu yana farklı proje gruplarında yeralan ve birçok albümde imzası bulunan Shirley özellikle doğaçlamaya dayalı deneysel işleriyle dikkat çekiyor.

Bu girizgah sonrası gelelim dörtlünün henüz sıcaklığını koruyan ilk albümlerine. Açıkçası albüm her ne kadar bir kuartet elinden çıkmış olsa da ilk dinleyişte caz bunun neresinde diyebileceğimiz farklı bir güzergahta yolalıyor ve bu anlamda klasik melodi ve ritm duygusu arayan kulakları acımasızca savuşturarak boşa çıkarıyor.

8 parçadan oluşan albümün açılışı kulakları oldukça zorlayan yapısıyla dikkat çeken Minus Degrees, Bare Feet, Tick isimli parçayla yapılıyor. Noise estetiğinin ön planda olduğu, apokaliptik çağrışımlı sesler yumağı daha ilk parçada tekinsiz ve terkedilmiş bir alana doğru bizi çekmeyi başarıyor. Endüstriyel nüveler de taşıyan bu girişte ancak sonlara doğru daha temiz ve anlaşılır tınılar duyabiliyoruz.

12 dakikalık süresiyle albümün en uzun parçası olan Santa Teresa metalik seslerden oluşan sakin bir açılışa sahip. Doğaçlama hissiyatının kuvvetli olduğu bu dakikalarda alarm benzeri elektronikler arasına serpiştirilen diğer ögeler etkileyici bir atmosfer yaratıyor. Parçanın en dikkat çekici yanı elektronikler ve alışılmış yolların dışında çalınarak farklı ses kümelerini önümüze seren ve adete bir makinadan çıkıyormuş hissiyatı yaratan diğer seslerin iki farklı ama içiçe geçmiş okkalı bir katman yaratması.

Ardından gelen Des Abends benzer bir kurguya sahip olmakla beraber daha cesur ve gerilimi yüksek bir noktadan ilerliyor. Ani parlamalar arasından sızan elektronik süslemeler gerçekten kaotik bir evrenin kapılarını aralıyor.

Hohtokivi net şekilde Mika Vainio’nun ön planda olduğu hissini veren bir parça olarak sıradaki yerini aldıktan sonra belki de albümün en “müziğe” benzer çalışması olan Killing the Water Bed geliyor. Enstrümanları daha net ayırdedebildiğimiz bu dakikalarda üflemeliler de en azından “caz” referanslarını biraz daha yakından hissettirebiliyor. Sakin ve sürekli davul vuruşları arasından kendine yol açan üflemeliler, yine doğaçlama vurgusu kuvvetli tınılar uçuruyor kulaklarımıza bu dakikalarda.

Presentiment ağırlıklı olarak elektroniklerin başrolü kaptığı ambient referanslı bir parça olarak sırasını savarken, ardından gelen Louhos’ta ilk defa bir minik melodi ve ritm yakalıyoruz kenarından köşesinden de olsa. Albümün en derinlikli ve etkileyici parçalarından olan Louhos’ta dörtlü adeta birbirlerinin karmaşık formüllü ses üretim denklemlerini çözmüşçesine tempolu bir şekilde akıp gidiyor. Temponun da yükseldiği bu anlar bizi albümün sonuna yaklaştırırken adeta bir aksiyon filminin tüm düğümlerinin çözüldüğü girdaplı dakikaların harareti yükselmiş dakikalarını anımsatıyor.

Ve son adımda düğümün çözülmesinin ardından perdelerin kapandığı Salt Flat parçası bizi bu dolambaçlı yollardan çıkararak tekrar eve geri döneceğimiz o bildik patikanın başucuna sağ salim getirip bırakıveriyor.

Elimizdeki albüm bir caz albümü mü? Kesinlikle olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Hatta bazı açılardan içeriği ziyadesiyle eleştirilebilecek denli genelgeçer “müzik” tanım ve algılayışımızdan uzak da bir çalışma samimiyetle ifade etmek gerekirse. Ancak sizlere tanıtmaya çalıştığımız bu albüm, aslında zor tınılara aşina kulaklar için bile bilinmedik ve daha önce deneyimlenmemiş, gizli cevherler barındırdığına inandığımız bir saatlik dinleme vadediyor kanımızca. Her biri maharetlerini ziyadesiyle ispat etmiş dörtlünün derdi enstrümanlarına olan hakimiyetlerini ön plana çıkarmak değil elbette. Enstrümanları gerçek anlamda bir araç olarak kullanarak elektroniklerin de desteğiyle yaratılan çok katmanlı bu yapıda asıl ön plana çıkarılan doğaçlamanın da getirdiği özgürlüğün yanısıra bu katmanlar arasında dokusal bir bütünlük yaratmak. Dörtlünün sınırları zorlayarak bu hedef doğrultusunda ortalama üstü ve dışı bir çalışmaya imza attığını belirtmek sanıyoruz ki doğru bir ifade olacaktır.

Charles-Eric Charrier. Silver. Experimedia. 2011

Charles-Eric Charrier ismine bundan birkaç ay önce Radyo Babylon’da ( www.radyobabylon.com) Pazartesi akşamları yayınlanan Nota Bene isimli programım için parça seçmeye çalışırken rastlamıştım. Kısa yoldan izah etmek gerekirse “play” tuşuna bastığım ilk birkaç dakikadan sonra oldukça nitelikli ve etkileyici bir albümün beni beklemekte olduğu fikrine o denli kuvvetle kapıldım ki, sanatçının ismini daha sonra kendisi ve albümü Silver hakkında detaylı bir yazı yazmak sözüyle bir kenara not ediverdim.

Silver albümü 2011 yılının hemen başında Experimedia etiketiyle yayınlandı. Experimedia özellikle farklı ve deneysel çalışmaları takip edenler için önemli bir güzergah. 2000 yılından bu yana ambient’tan electronica’ya, avantgarde’tan minimalist ve deneysel işlere uzanan geniş bir skalada çalışmalara evsahipliği yapan Amerika orijinli bir etiket Experimedia (www.experimedia.net).

Charles-Eric Charrier, François Rasim Bıyıklı ile birlikte oluşturdukları MAN ikilisinin haricinde, Oldman adıyla da üretimler yapan bir isim. Ayrıca aktif olarak ressam, koreograf ve film müzikleri bestecisi. Bugüne dek beraber çalıştığı bazı isimler arasında Mathias Delplanque (Lena), Rob Mazurek, Jerome Paressant (abraxas projekt), Rhys Chatham, Teamforest, The Floating Roots Orchestra ve Le Coq sayılabilir.

Silver albümünde Charles-Eric Charrier’e iki müzisyen eşlik etmekte; Ronan Benoit ve Cyril Secq. Aslında bu üçlü hemen hemen albümün tüm prodüksiyon işlerinden de sorumlu ana kadro. Ek olarak albümün mastering işlemlerini Amerika’da mukim 12k etiketinin kurucusu ve müzisyen Taylor Deupree’nin yapmış olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. Beş ana bölümden oluşan albüm birbiri içine harmanlanmış electronica, post rock, doğaçlama / özgür caz gibi tarzlar arasında kontrollü bir seyir izliyor. Bonus olarak gelen EP içinde ise açılış parçasının uzun bir versiyonu, iki parçanın remiksi ve albümde olmayan ek bir parça var. Bu ek materyalle birlikte elimizdeki dinletinin toplam süresi yaklaşık olarak 1,5 saati buluyor.

21 Echoes dingin ama kendinde bir başlangıç yapıyor albüme. Hipnotik bir arka plan dahilinde gitar ve davuldan yükselen tınılar ortamı hafiften ısıtıyorlar. Her an coşup gidebilecekmiş hissiyatındaki parça kontrolü bir an olsun kaybetmiyor. Enstrümanlar arasındaki eşitlikçi paylaşımda bütünleştiriciliği gitar sağlıyor. Özellikle davulun istikrarlı vuruşları üzerinde gezinen gitar rifleri post-rock çağrışımlar içinde albüme adım adım nüfuz etmemize yardımcı oluyor ve parça kuvvetli bir son düzlükle finiş çizgisine varıyor.

12 From 12 dakikalık süresiyle albümün uzun parçalarından biri. Burada ana güzergah yine davulun biteviye tınıları üzerine serpilen drone vari elektronik sesler ve efektlerle şekilleniyor. Ayağımızın hafif yerden kesildiği ve astral bir seyahate çıktığımızı hissettiren bu anlarda davulun canlılığı belki bizi hayal alemine kayıp gitmekten alıkoyan ana unsur oluyor. Parçanın en dikkat çekici yanı genelde dinleyeni yıpratabilecek ve parçaya olan konsantrasyonunu azaltabilecek kötücül bir potansiyeli her daim içinde barındıran elektronik ses ve efektlerin çok ölçülü ve nitelikli kullanımı. İki farklı rengin bu yanyana buluşmasından gerçekten nefis bir harmoni çıkarıldığını söylemek mümkün bu parça için.

6 I daha melodik ve sert gitar rifleriyle şekilleniyor. Birkaç farklı melodik çizgiyi birbirine paralel görmek mümkün bu parçada. Davul yine standart kendi üzerine düşeni yapar kıvamda birleştirici bir unsur olarak parçadaki yerini alıyor. Özellikle gitarda kullanılan ekolar zaman zaman güçlü post-rock etkileri yaratıyor. Parça ortasındaki daha akustik kısım deneysel ögelerin ön planda olduğu bir pasaj sunuyor dinleyenlere. Siyah beyaz renklerin hakim olduğu bir ortam düşlüyoruz bu anlarda ve bu keyifli ve farklı atmosfer parçanın sonuna dek süregidiyor.

9 Moving gitarın bir adım öne çıktığı bir girişle karşılıyor bizi. Sakin, derin, huzurlu ve kendine güvenen bir giriş. Burada da özellikle akustik gitar arpejleri ve hafiften kendine bir yer edinen elektronik efektler ve karşımıza ilk defa bu denli karamsar bir havada çıkan davul adım adım biraz daha komplike ve gergin bir ortama doğru emin bir şekilde itetkleyiveriyorlar parçayı. Bas gitarı ilk defa bu kadar net duyduğumuz anlarda yine çizgi dışı perküsyon darbeleri ile parça doğaçlama vurgusunun hakim olduğu bir kimliğe bürünüyor. Charrier bir röportajında albümdeki parçaların ana omurgalarının önceden şekillendirildiğini ancak kabaca üç gün süren stüdyo aşamasında doğaçlama açılımlara da olabildiğince yer açtıklarını belirtiyor.

9(8) Electricity diğerlerine kıyasla daha yüksek tempolu, yoğun ve füzyon bir yapıya sahip. Keskin ekolu gitarların parçaya kattığı saykodelik hava oldukça hoş. Daha yırtıcı seslerden örülü bir skalanın yansıdığı parça ortalarından itibaren hafiften temposunu düşürüyor ve dinleyende rahatlatıcı bir etki bırakıyor.

Bonus EP’deki parçalardan ilki 21 Echoes’un 21 dakikalık oldukça uzun bir versiyonu. Kabaca aynı parçanın canlı performanslarda sıklıkla yapılan biraz daha farklı ve doğaçlama derecesi daha yüksek versiyonu olarak görmek mümkün bu 21 dakikayı. From parçasına yapılan iki remikste (özellikle Field Rotation remiksi oldukça başarılı) ise elektronik vurgular ön planda.

Silver albümü öncelikle oldukça temiz bir çalışma. Dinleyenin keyfini kaçıracak, onu rahatsız edecek en ufak bir pürüz dahi taşımayan bir albüm. Aşırıya kaçmadan özellikle elektronik ses ve efektlerle yapılan kenar süsleri bu etkileyici müzikal tabloya başka bir değer katmakta. Müzisyenlerin ustalıklarını sorgulamamıza mahal bırakmayacak denli kendinden emin, duru ve diri bir çalışma.

Bu yazı www.cazkolik.com sitesi için yazılmıştır.