5 Mayıs 2010 Çarşamba

Lou Rhodes Özel


Maalesef Lou Rhodes İzlanda'daki volkanın azizliğine uğradı ve Babylon'a gelemedi. Babylon dergide de yayımlanan Lou Rhodes yazı ve röportajının tam versiyonu...

‘Bilgelik sevgisi’ anlamına gelen felsefenin içine insan olgusunun girişi, felsefenin gelişim yönünü insanın irdelenmesine çeviren sofistlerle başlar. İnsana tutulan bu aynada görünen tekillik, sanatsal arenaya bireysel yaratıcılığın sürüklediği ve kendine ait bir ses oluşturma güdüsünün tetiklediği bir gayret olarak yansır. 90’lı yılların ortalarında gündemimize giren elektronik müzik ikilisi Lamb’in güçlü sesi Lou Rhodes’un üçüncü solo albümüyle artık iyice belirginleştirdiği müzikal yol da, ‘sadece kendini anlatma’ hassasiyetinden beslenen bir çalışma özelliği taşıyor.

Manchester orijinli İngiliz ozan şarkıcı Lou Rhodes’un solo macerası, elektronik müziğin geniş skalasında her daim kayda değer nitelikte işler üretmiş ve ardında dört albümlük değerli bir hazine bırakmış olan Lamb ikilisinin vokalden sorumlu üyesiyken, ekip arkadaşı Andrew Barlow’dan ayrılıp ilk adımı atmasıyla başlar. 2006 yılında yayımlanan çıkış çalışması Beloved One beklentilerin üstünde olumlu bir tepki alır ve adanın Grammy’sine denk gelen Mercury Ödülleri’nde yılın en iyi 12 albüm adayından biri olur. Aralarında Muse, Editors, Hot Chip, Scritti Politti ve Thom Yorke gibi güçlü isimlerin olduğu bu listeden sıyrılıp ödülü alan Arctic Monkeys olsa da, bu adaylık Rhodes’un solo kariyeri açısından önemli bir başarı olarak not edilecektir.

Bu albüm Rhodes’un kendini fazlaca zorlamadan geniş müzikal birikim ve düşüncelerini yansıttığı bir çalışma olarak şekillenmiştir. Özünde folk müzik olarak tanımlanabilecek çalışma şatafatsız, içten ve derinlikli bir zarla örülmüş hüzünlü bir dünyanın akustik yansımaları eşliğinde, Rhodes’un dinleyeni büyüleyen eşsiz vokallerini içermektedir ( Rhodes’un tüm albümleri için benzer ifadeler kullanmak mümkün). Albüm Lamb çalışmaları için sıklıkla başvurulan trip hop, drum’n bass ve jazzy gibi tanımlamaların dışında, sıklıkla sadece gitarın Rhodes’un muhteşem sesine eşlik ettiği, zaman zaman zarif piyano dokunuşları ve yaylılarla zenginleşen bir çerçeveye sahiptir.

Lamb’in müziğinde ara pasajlarda karşımıza çıkan ve ipuçları Lamb parçalarına da gizlenmiş bir çerçevedir bu. Aslında Lamb’in müziğine baktığımızda onu bu denli farklı kılan unsurların Rhodes’un etkileyici sesinin yanısıra, altyapılarda farklı janrların köşetaşlarının maharetle kullanılması ve bazı parçalarda bunlara canlı enstrümanların eşlik etmesi olduğu görülecektir. Lamb bir anlamda birçok janrdan beslenerek kendi müzikal dilini yaratmış ve özel bir ikili olmayı başarmıştır. Bu unsurlar yanyana getirilip samimi birşeyler anlatma gayretiyle eritildiğinde, ortaya müzikal anlamda zengin, dinamik ve duygu vurgusu yüksek çalışmalar çıkmıştır. Özetle Lou Rhodes’un sadelik, Andrew Barlow’un karmaşıklık eksenleri üzerinden biçimlenen eşsiz bir formülasyondur Lamb’inki.

2007 yılında Lou Rhodes bir insanın yaşayabileceği en derin üzüntülerden birini yaşar ve kız kardeşinin ölümünün ardından İngiltere konser programını iptal etmek zorunda kalır. Bu dönem adeta hayatın türlü zorlukla Rhodes’u test ettiği ve kişiliğinde derin izler bırakan bir süreç olarak geçecektir. Tüm bu zorluklara göğüs geren Rhodes Glastonburry’de 2007’de ikinci defa sahne alır. Yılın sonlarına doğru da ikinci solo albümü Bloom’dan çıkan ilk single “The Rain” piyasaya verilir.


İlkine oranla daha fazla efor sarfettiği bu albüm Rhodes için zaman zaman dile getirdiği, bir daha elektronik müzik yapmayacağına dair düşüncelerini ispatlar niteliktedir. Ana omurgayı akustik gitar ve vokalin oluşturduğu albümde keman, kontrbas ve perküsyon eşliğinde işlenmiş romantik, duygusal ve kişisel vurgusu yüksek hikâyeler, Rhodes’un büyüleyici sesinden damıtılarak anlatılmaktadır.

Bahsi geçen “yeni ve farklı hikayeler yaratma / anlatma güdüsü” aslında Lamb projesinin sona erişindeki giz perdesinin baş aktörüdür. Rhodes bu tip bir projenin sürekliliği için devamlı güncel bir dil yaratmak ve farklı açılımlar getirmek gerektiğinden bahsederek, son Lamb albümünün ardından kendilerine bir sonraki adımın ne olacağını sorduklarında somut bir yanıt üretemediklerini ve bu yüzden artık varolma nedenlerinin ortadan kalktığını belirtecektir.

Müziğinde kişisel bir dil yaratmış olan Rhodes’un hikâyelerinin özünde insana ait yaşantılar, duygular ve ilişkiler vardır: sevinç ve kederin bir anlamda sırt sırta durduğu, hayal kırıklıklarının da gülümsemeler kadar yakınımızda olduğu, bazen bir anın / bakışın bile yaşamaya / yaşatmaya değer olduğu zarif, kırılgan ve duygu yüklü sade hikâyeler. Sonuçta iki çocuklu bir anne için bu sadelik kıyafetinin Rhodes’a yakıştığını da belirtmek gerek. Klişelerden uzak, gerçekliğin peşinde, samimî bir varolma gayretiyle çıkılan, çeşitli eşiklerden / evrelerden oluşan ve belli bir dönemde bir eşikten / evreden diğerine geçilerek her şeyin bir anlamda tekrar sıfırlandığı bir yolculuk.

Basit ama sersemletici etkisi yüksek sözler ve içimizi titreten sıcak akustik tınılar, Rhodes’un puslu ve derin sesinin eşliğinde, her ânı ustalıkla nakışlanmış bir kurguyla tamamlanan parçalar olarak karşımıza çıkar. Her birinde hayaller ve sorgulamalarla donatılmış içsel bir yolculuğun bizleri beklediği bu parçalarda; üzerimizde akıldan çıkmayan, hipnotik ve ruhanî bir etki bırakan Lou Rhodes kılavuz rolündedir. Kaygan bir zeminde hayata sıkıca tutunmak, zorluklar içinden yeşeren güzellikleri görebilmek, acıyı da sevinç kadar rahatlıkla kabullenmek ve kendimize ait bir güzergâhı oluşturabileceğimiz bir ussal yolculuktur bu, ve o yüzden aslında içinde yoğun bir ‘felsefe’ vardır. Büyük ozan şarkıcı Leonard Cohen’in dediği gibi:

There is a crack in everything,

That’s how the light gets in.

-------------------------------röportaj---------------------------------

Lamb projesindeki 10 yılın ardından gelen ilk solo çalışmanız aslında bir meydan okuma içeriyordu. İkinci albümde daha az soru ve sorunla karşılaştığınızı düşünüyorum. Üçüncü albüm sonrası kendinizi olgunlaşmış bir ozan-şair olarak konumlandırıyor musunuz ? Hâlâ çıkılacak basamaklar var mı önünüzde ?

Her zaman için. Bir sanatçının asla ürettiği işten tam anlamıyla memnun olacağını sanmıyorum. Şarkı yazma konusunda azımsanmayacak bir tecrübem var elbette – yaklaşık 16 yıl– ancak hâlâ yeni birşeyler öğrendiğimi hissedebiliyorum. Belki garip gelecek ama aslında ilk albümüm Beloved One’a kıyasla ikinci albümüm Bloom beni daha çok zorladı.

Tam anlamıyla son çalışmanızı diğer ikisinden ayıracak olan tema yada öz nedir ?

Son çalışma One Good Thing bugün için bulunduğum yeri en layıkıyla temsil eden, dolayısıyla da çalışmalarım arasındaki en gerçekçi albüm. Albümdeki parçalar hayatımın oldukça zorlu bir dönemini ve oradan çıkışımı anlatıyor. Çalışmalar esnasında olabildiğince az elektronik kullandık. Oldukça sade, basit ve zamansız bir albüm yaratmaya çalıştım. Bu yüzden de kayıt aşamasında işin ruhunu zedelediğine inandığım dijital teknolojilerden kendimi sakındım.

Elektronik müzik sıklıkla duygusal olamamakla eleştiriliyor. Bir elektronik müzik grubu olsa da Lamb projesinde belli bir duygusallık vardı aslında. Keza solo çalışmalarınızda da bu vurgu kuvvetli. Duyguları aktarmak konusunda akustik ve elektronik yapılar hakkında ne düşünüyorsunuz ?

Akustik seslerle müzik yapmaya kıyasla elektronik seslerle aynı duyguları hissettirmenin oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Neticede elektronik müzik dediğimiz tüm yapı onlarca ikili koddan meydana gelen bir ürün. Oysa akustik müzik insanoğlunun bizzat ürettiği sesler için çoğunlukla ağaçtan kendisinin yaptığı enstrümanların kullanımından ortaya çıkıyor. Bu anlamda elektronikle kıyaslanamaz gibi geliyor bana. Lamb projesindeki duygular genellikle şarkıların kendi iç gücünden ve canlı enstrümanların – özellikle yaylıların – kullanımından geliyordu. Andrew Barlow’un ev stüdyosunda son çalışmamı kaydederken bir parçada aradaki farkın çok az olacağını düşünerek vokali analog ve dijital olarak iki farklı şekilde kaydettik. Ancak farkı gördüğümüzde çok şaşırdık. Analog kayıt çok daha samimî ve sıcaktı. Özetle dijital teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin hâlâ dolduramayacağı bazı boşluklar var.

Duygulardan bahsetmişken aşkla, hüzün ve melankoli arasında sürekli bir bağın olduğuna inanıyor musunuz ?

Değişik bir soru bu. Bugünlerde sıklıkla bir sanatçının rolünün devamlı olarak sınırları zorlaması olduğunu düşünüyorum. Öyle geliyor ki kendimi o boşluğun / alanın içinde hissettiğimde çok daha yaratıcı olabiliyorum. Melankoli sanırım mutlulukla mutsuzluk arasında bir yerlerde salınma hâli. Ama bu yine de sınırlayıcı bir tanımlama elbette.

Bir defasında kendinizi tanımlarken duygu bağımlısı (emotional junkie) olduğunuzu belirtmişsiniz. Aşk dışında hangi kavram yada duygular çalışmalarınızı şekillendiriyor ?

Evet, bir defasında böyle tanımlamıştım ama hâlâ geçerli mi emin değilim. Son birkaç yıl bu bakımdan üzerimde arındırıcı bir etki yaptı. Oldukça uzun zaman tek başıma kaldım ve bu süre sonunda “aşk adına aşka bağımlı olma” hissiyatından sıyrılmış gibi hissediyorum. Tüm duyguların yaratıcılığı tetikleyebileceğine inanıyorum. Ama yine de beni en çok besleyeni bahsettiğim, mutlulukla mutsuzluk arasındaki alan. Oralarda bir yerde olmanın beni insan olarak hayata bağladığını hissediyorum.

Sahnede söylemekten en çok keyif aldığınız üç Lamb ve solo parçanız ?

Lamb olarak Gabriel, Gorecki ve Trans Fatty Acid. Solo çalışmalarımdansa hepsi son albümde yer alan üç parça diyebilirim : “There for The Taking”, “One Good Thing” ve “Circles.”

Sahnede sana eşlik etmesini hayal edeceğin efsane grup kim olurdu ve neden ?

Efsane gruptan çok emin değilim; aslında bu efsane bir isim olurdu. Elliott Smith yada Nick Drake mesela. İkisinden biriyle sahnede olma fikrinin dahi beni yeteri derecede heyecanlandıracağını da belirtmeliyim.

Lou Rhodes yazarken aklıma düşenler listesi...

*Elizabeth Fraser / Moses

*Suzanne Vega / Solitude Standing

*Tear Garden / Tired Eyes Slowly Burning

*Cranes / Tomorrow’s Tears

*David Darling / Journal October

*Mazzy Star / So Tonight That I Might See

*David Sylvian / Gone To Earth

*Blue Skied An’ Clear / A Morr Music Compilation

*Dream City Film Club / Dream City Film Club

*Lisa Germano / Magic Neighbor

Nuearz. Saturation Point. Skam. 2010 (minima)

90’ların başından bu yana elektronik müzikseverlerin her daim kontrol listesinde olan Skam etiketi bugüne değin bizleri Gescom, Freeform, Bola, Boards Of Canada, Team Doyobi gibi çok önemli isimlerle tanıştırmış kült statüsündeki etiketlerden biri. İşte Skam’ın bizlere sunduğu yepyeni bir isim; ilk albümü Saturation Point’i çıkaran Japon müzisyen Kazuhiro Okuda, yani Nuearz. Elektronika, IDM ve breakbeat janrları arasında hop oturup hop kalkan, oldukça renkli ve dinamik bir albüm elimizdeki. Zengin bir melodik yapı içine fazlasıyla bol miktarda döşenmiş elektronik doku ve vuruşlar; yoğun ve çok katmanlı bir yapı ortaya çıkarsa da, zaman zaman yıpratıcı bir müzikal dil yaratıyor. Ardarda sıralanmış bu biçimlendirmeler arasındaki hızlı geçişler bazen baş döndürüyor. Albüm genelindeki sıcak ve parlak tonlarla bezenmiş parçaların birçoğu bir şekilde bizi yakalamayı beceriyor. Ancak bu kurgunun zayıfladığı bazı noktalarda albüm birçok malzemenin eş zamanlı işlenmesinden çıkan hafif dağınık bir görüntü sergiliyor. Ara pasajlarda denk gelinen bazı ucuza kaçan melodilerin yanısıra; dinleyene pek nefes alma şansı tanımayan kurgusuyla, keskin işitsel kimliğin albümün tamamına sirayet ettiğini, ve bunun da dinleyeni biraz yorduğunu belirtmek mümkün.



Bu yazı Babylon derginin 2010 bahar sayısında yayınlanmıştır.

Nikakoi. Selected. Laboratory Instinct. 2010 (minima)

Nikakoi yada asıl adıyla Nika Machaidze Gürcistan orijinli bir yönetmen ve film müziği bestecisi. Elektronik müzik camiasında zaman zaman Erast adıyla yaptığı çalışmalarla da adı duyulan müzisyenin, iki CD’den oluşan bu özel çalışması 2002 ve 2003 yıllarında yayımladığı “Sestrichka” ve “Shentimental” albümlerine ek olarak taptaze 10 yeni parçanın biraraya getirilmesinden oluşan 30 parçayı içeren etkileyici bir çalışma. Sade ama derinlikli, gösterişsiz ama iyi işlenmiş bir IDM külliyatı olarak değerlendirebileceğimiz albümde, Nikakoi’nin birbirinden tamamen farklı ses kümeleri arasında ahenkle dolaştığı ve her birinde bir şekilde içimizi titreten noktaları deşifre ettiği albüme kendimizi kaptırmamak pek mümkün değil. Yeri geldiğinde bu bir vokal oluyor, bazen bir piyano melodisi yada elektronik bir çıtırı. Ama albüm boyunca karşımıza çıkan parçaların tümü, sanki farklı kollardan tek bir bütünü besler nitelikte. Ana güzergahi çok fazla deforme etmeden, ancak binbir çeşit ses / renk kullanarak ve genelgeçer kalıplara yüzvermeden ortaya çıkarılan çalışma bu özelliğiyle IDM / glitch tarzlarına yakın duranlar için arşivlik bir döküman hüviyetinde. Deneysel dokunuşlar, steril ve dokunaklı minimal yapılandırmalar eşliğinde nefis bir elektronik müzik dinletisi vadediyor Nikakoi’nin çalışması.



Bu yazı Babylon derginin 2010 bahar sayısında yayınlanmıştır.

Çeşitli Sanatçılar. 2.Favourite Places. Audiobulb. 2010 (minima)

Audiobulb etiketinin Favourite Places ismi altında yayımladığı ve Taylor Deupree, Biosphere, Leafcutter John gibi müzisyenleri biraraya getiren ilk derleme çalışma 2007 yılında piyasa çıkmıştı. IDM, glitch, ambient ve saha kayıtlarından beslenen bir havzada yeşillenen bu derlemenin ikinci adımında yine önemli isimler karşımıza çıkıyor. Lawrence English, Sawako, Autistici ve Icarus bunlar arasında ilk dikkati çekenler. Audiobulb etiketi elektronik müziğin daha deneysel uçlarında konumlanmış olsa da duygusal vurgusu kuvvetli çalışmalara imza atan bir etiket. Projede yeralan müzisyenlere dijital / elektronik seslerden ve saha kayıtlarından yola çıkarak, en sevdikleri yerleri anlatmaları istenmiş. Böylelikle çeşitli ses kayıtlarıyla ana kurgusu belirlenen çalışmada dış dünyamızdan kendi içimize ulaşacak olan bir hikaye ortaya çıkarılmaya çalışılmış. Amaçlanan dinleyicilerin de kendi pasif konumlarından çıkıp, sevdikleri mekanları ( eviniz yada sayfiyede bir bahçe vb. ) sadece görsel olarak değil işitsel olarak da dikkatlice süzgeçten geçirip, sahiplenmelerini ( yada içselleştirmelerini ) tetiklemeyi hedefliyor. Bahsi geçen isimler dışında Yannick Franck, Michael Santos, Calika ve He Can Jog’un parçaları ambient / IDM arasında salınan, pastoral efektli süslemeleri ve naif kurgularıyla ekstra bir dikkati hakeder nitelikte.



Bu yazı Babylon derginin 2010 bahar sayısında yayınlanmıştır.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Radian. Chimeric. Thrill Jockey. 2010 (minima)

Davul, vibrafon ve elektroniklerde Martin Brandlmayr; gitar, synthesizer ve yine elektroniklerde Stefan Nemeth ( bkz. Lokai ) ve basta John Norman’dan oluşan Avusturya çıkışlı Radian, açıkça belirtmek gerekirse her kulağa kolaylıkla hitap edebilecek bir müzik yapmıyorlar. Musique concrète, avant-rock, özgür caz ve elektronika sularından devşirilen bu çalışmada; doğaçlama, noise ve minimal / deneysel yorumlamaların etkileyici bir karışımını bulmak mümkün. Aslında grup tüm bu kaotik yapının içinde oldukça kuvvetli, şaşırtıcı ve heyecan verici bir bütünlük yakalamayı beceriyor. Albüm boyunca tüm parçalar bozulmuş / kötü kaydedilmiş hissi veren davul / gitar sesleri, minik elektronik çatırtılar, key serpiştirmeleri ve endüstriyel tandanslı bir ana omurga üzerinde şekillenerek adım adım olgunlaşıyorlar adeta. Az sayıda ama görece uzun süreli parçalardan oluşan çalışmanın en dikkat çekici yanı; birçok farklı janr arasından kendine özgü bir yol çizmesi, ancak bunu yaparken ilk çıkış noktalarındaki referans temaları kaybetmemesi olarak belirtmek mümkün. 5 yıl aranın ardından gelen Chimeric albümü; konsantrasyon gerektiren, yoğun, sert ve tavizsiz bir karaktere sahip. İçine nüfuz etmesi zaman alsa da, sınırları zorlamak isteyenler için iyi bir seçenek.



Bu yazı Babylon derginin 2010 bahar sayısında yayınlanmıştır.

Mapstation. The Africa Chamber. Scape. 2010 (minima)

Hafızalarımıza Kreidler’in kurucu üyesi ve To Rococo Rot’un başat figürü olarak kazınan Stefan Schneider’in solo projesi Mapstation, bugüne değin Alman elektronik müzik sahnesinde özellikle Staubgold, Scape ve Karaoke Kalk gibi birbirinden değerli etiketlerden çıkardığı albümlerle hatırı sayılır bir ilgiye mazhar oldu. Naif ve melodik yapısı kuvvetli, döngüler üzerine oturtulan minimal dokunuşlarla zenginleştirilmiş mütevazi bir çalışma olan The Africa Chamber’da zaman zaman Neu!, Kraftwerk ve DAF gibi ekol olmuş isimleri andıran ritmik ve tekrar üzerine kurulu yapılar etrafımızı sarıyor. Albümün adından da tahmin edilebileceği üzere, parçaların alt yapılarına hakim olan Afrika öğeleri, Schneider’in bu çalışmasında efsanevi Fela Kuti’nin Africa 70 projesindeki onlarca isimden biri olan perküsyonist Nicholas Addo-Nettey ile birlikte çalışmasından kaynaklanıyor. Zaman zaman ruhani bir ayin havasına bürünen albümde ( Bells and Lions, After All This Freedom gibi ) ayrıca canlı enstrüman kullanımlarının ( davul ve trombon ) olması da akustik vurguyu kuvvetlendirmiş. Genellikle kısa süreli parçalardan oluşan albüm içiçe geçirilmiş uzun bir tek parça gibi akıp giderken, kulaklarımızda rahatlatıcı bir etki bırakıyor. Sade, dinşendirici, keyifli ve başarılı bir çalışma.



Bu yazı Babylon derginin 2010 bahar sayısında yayınlanmıştır.

Marina Rosenfeld. Plastic Materials. Room 40. 2010 (minima)

Lawrence English’in Avustralya menşeili Room 40 etiketi, her daim gönül rahatlığıyla kulak kabartabileceğiniz, nitelikli soyut elektronika işleriyle rüştünü ispat etmiş ve kataloğuna ara sıra göz atmanın sayısız nimetler barındırdığı adreslerden biri. Elimizdeki çalışma daha önce Tomlab’in deneysel işleri sahiplenen yan kolu Softlmusic, Christof Kurzman’ın takdire şayan etiketi Charhizma ve Locust gibi şirketlerden çıkardığı çalışmalara bir yenisini ekleyen Marina Rosenfeld’e ait. New York’lu Rosenfeld, müzisyen kimliğinin yanısıra; görsel sanatlar ( video, fotoğraf vb. ) ile de yakından ilgilenen, çeşitli performans gösterileri ve ses enstelasyonu işleriyle de bunları harmanlayan çizgi dışı bir isim. Albüm minimal bir kurgu içinde, hipnotik piyano dokunuşları ile deneysel ses öbeklerinin sinematik vurgusu kuvvetli bir arka plan dahilinde incelikle işlendiği ve glitch janrına yakın bir atmosfere sahip. Plastic Materials keskin ve havada uçuşan sinyal sesleri, üst üste bindirilmiş parçalı vokal kullanımları ve dingin temposunun içine yedirilen anlık işitsel değişimlerin maharetle biçimlendirildiği bir albüm. Ziyadesiyle minimalist ve soyut bir alan üzerinde kendi yolunu çizen çalışmadan, her defasında başka başka ses parçacıklarının klavuzluğunda benzersiz ve farklı lezzetler almak mümkün.



Bu yazı Babylon derginin 2010 bahar sayısında yayınlanmıştır.