28 Eylül 2009 Pazartesi

Tarwater. Donne-Moi La Main. Gusstaff. 2009


Karanlığın tez canlı çalımlar içinde olduğu, gönüllerimizdeki hüzün ibrelerinin yükseklerde gezdiği, muhtemelen ve sıklıkla yağmurlu bir yolda koşuşturduğumuz güzel bir mevsimin ilk adımlarını nefesliyoruz bu aralar. Hayatın bir nebze de olsa nabzının düştüğü, daha ağır aksak gitgellerle çerçevelenmiş ve camların ardından biraz daha uzaklara bakıp bakıp hislendiğimiz günler. Böylesi duyarlı zamanlara denk düşer bir albüm hakkında birkaç kelam edesimiz var desek ve girişsek hafiften...Haydi bakalım blogger !

İsmini bir ayrı sevdiğimiz Tarwater ( 60’ların saykodelik gruplarından Love’ın bünyesindeki müzisyenlerden birinin soyadı ), Bernd Jestram ve To Rococo Rot elemanlarından Ronald Lippok’u biraraya getiren özel bir proje. 10 yılı aşkın geçmişlerinde fazlasıyla hemhal oldukları Alman Kitty-Yo etiketiyle çıkan ilk albümleri “11/6 12/10”nun piyasaya sürülme tarihi 1996. O günden bu yana ikili zaman zaman projelerinde başka müzisyenlere de yer açarak lirik ve duygusal tandanslı bir atmosfere serpiştirilmiş elektronik / akustik tınılara eşlik eden güçlü melodi ve puslu vokallerle bezenmiş, kendilerine özgü bir lo-fi / electro-pop kimyası oluşturmayı başardılar. Ağır tempoda seyretse de yanınızdan akıp geçen ve her an size keyifli hisler yaşatma potansiyeli yüksek bir akışkanlığın süregittiği çalışmalarında daha az sentetik, abartısız, naif ve temiz bir yapının takipçisi oldu Tarwater. Nitelikli, kolay dinlenebilir, tüm ses ve tınıların eşitlikçi bir anlayışla kullanıldığı, nihai olarak üretilen müzik parçasının bir toplam olarak değer kazandığı; nakaratlardan, tekdüzelikten ve tekrarlanan ritmik kurgulardan arındırılmış saf, vurucu ve derinlikli bir müzikal üretim. Nota Bene’lik…

Punk rock müzik yapan gruplardayken birbiriyle tanışan iki müzisyenin albümlerinin genel havasını anlatmak için verebileceğimiz referanslardan biri de 2005 tarihli “The Needle Was Travelling” albümünün yine Berlin kökenli Morr Music etiketiyle yayınlanmış olması sanırım. Fazlasıyla malumunuz olacağı üzere Morr Music bir yandan elektronik süslemelerden keyif alan, bir yandan da akustik vurguların gözardı edilmediği, ağırlıkla melankolik ama rahatsız edici yanları rötüşlanmış çalışmalara portföyünde yer veren bir etiket. Tarwater’ın Morr Music sonrası işbirliğine gittiği Gusstaff etiketinden 2007 yılında yayınlanan “Spider Smile” sonrası bu yıl içinde çıkardığı “Donne-Moi La Main” aslında bir film müziği. Detayına bakmadan yukarıda özetlemeye çalıştığımız yaklaşım tarzının bir film müziği projesine çok yakın duran elementler içerdiğini de baştan söylemek mümkün.
Projenin ortaya çıkışı Fransız yönetmen Pascal-Alex Vincent’ın, başrollerinde ikiz kardeş oyuncular Victor ve Alexandre Carril’in oynadığı filminin çekimleri için ekiple birlikte çıktığı yolculukla gelişiyor. Vefat eden ve hiç tanımadıkları annelerinin cenazesine katılmak için yola çıkan iki kardeşin hayatlarını altüst eden yolculuğu hikaye eden filmin çekimleri Fransa ve İspanya’nın kırsal kesimlerinde gerçekleştirilmiş. Çekimler esnasında yapılan yolculuk akşamlarına en çok ikiz kardeşlerin tutkunu oldukları Tarwater’ın müzikleri ses vermiş. Bir süre sonra yönetmenin dinlenen müzik ve çekilen film arasında bir bağın oluşabileceğini hissetmesi ve Tarwater elemanları ile temasa geçerek gönderdiği kısa çekimler üzerinden film için müzik yapıp yapmayacaklarını sormasıyla tetiklenen heyecan verici bir süreç, Tarwater’in projeye olur demesiyle şekillenmiş.
Çalışmada To Rococo Rot’un diğer iki elemanı Stefan Schneider ve Robert Lippok’un da bazı parçalarda katkı yaptığını görüyoruz. Toplam 40 dakikalık bir süre içinde filmin duygusal ve pastoral tadını yakalamak rahatlıkla mümkün oluyor. Akustik referansların geçmiş Tarwater albümlerine nazaran daha bolca kullanıldığı çalışmadaki parçaların süreleri doğal olarak ortalama 2-3 dakika civarında. Buna rağmen sıklıkla güçlü ve etkileyici ara pasajlarla karşılaşmak da mümkün. Örneğin zengin enstrümantasyonu ve melodik yapısıyla açılışı yapan “Snail”, özellikle banjonun öncülüğünde kırsal atmosferin etkinlikle verildiği “The Blacktop”, derinlik hissiyatı ve görece hızlı temposuyla dikkat çeken daha bir elektronika referanslı “Time Slipped By” ve Lippok’un ekolu vokaliyle ekstra lezzetlenen kapanış parçası “Chairs” bu anlamda ilk aklımıza takılanlar.

Çalışma tekil bir albüm olarak baştan sona yaratmayı başardığı güçlü ambiyans, nitelikli müzikal örgü ve yarattığı derinlikli görsel çağrışımlarla takdiri haketmesinin yanı sıra bir film müziği olarak da gözlerimizi kapattığımızda bize verdiği hislerin film dokusuna uygun içeriğiyle de kayda değer bir çalışma. Çok ayrıksı ve uçlarda dolaşmadan ve en önemlisi kalibreyi düşürmeden gerçekleştirilmiş samimi ve direkt bir film müziği “Donne-Moi La Main”da bizi karşılayan. Uzaklardaki derin ormanlar, sessiz sakin akıp giden nehirler ve geceyi bölen trenler arasından sıyrılan organik, ferah, duygusal ve güçlü bir yapıtın parçaları filme olduğu kadar mevsimimize de uygun. Bundan gayrı bize de keyifli dinletiler demek kalıyor açıkçası.

19 Eylül 2009 Cumartesi

Adrian Belew Power Trio. E. Self Released. 2009

Müzikal genlerimizin hücre çeperlerinde hiç çıkmamacasına derin ve haysiyetli izler bırakan, rock müziğinin çoğul katmanlı coğrafyasında kendine has kimyasıyla farklı bir yer edinmiş ve her daim farklı güzergahlarda kimlikli, ilerici ve araştırmacı bir seyrüseferin kaptanlığını yapmış gruplardan biri olarak King Crimson’ı anarak değerlendirme yazımıza da bir giriş yapmış olalım. Çıkınlarımızda biriktirdiğimiz binbir türlü en iyiler listelerinin içine envayi çeşit yoldan sızabilecek çokça çalışmaya imza atmış King Crimson’ın bu satırların yazarı için de, mevkisine diğerlerinin pek rahatlıkla yaklaşamayacağı özel bir yeri olduğunu da belirtmeden geçmek istemem; bir nev-i müzikal vefa borcumuzun yazınsal ödemesi diyelim.

İnsanın kendini hayat memat meseleleriyle sorguladığı, farklı ve yeni açılımlara aç olduğu, değişimin önemli bir tetikleyici mekanizma işlevi gördüğü ve belki de sıradanlaşmanın ötesine ışık tutabilecek manevralara iç geçirdiği, rutine çomak sokan her çabaya alkış tuttuğu bir sürecin en verimli, en derinlikli, en “vay anasını be”li, en ama en kişilikli dinlemelerinin ana öznesi olarak King Crimson.

Progresif rock tanımlamasının hakkını müziğinin son notasına dek veren, hayran listesinin başına ismimizi yazdırmak için başımızı koyacak denli etkilendiğimizi itiraf etmekten sakıncadan ziyade gurur duyacağımız, grubun gitaristi ve kurucularından Robert Fripp’e neredeyse müritlik seviyesinde gönül bağımız olan King Crimson. “In The Court Of The Crimson King”deki kaotik müziğin mimarı, “Lizard”daki zenginliğin evsahibi, “Larks’ Tongues In Aspic”deki delişmen gezinmelerin neferi, “Red” ve “Starless and Bible Black”deki karanlık atmosferin çizeri, “Three Of A Perfect Pair”deki melodik derinliğin yol göstericisi gibi onlarca sıfatla, rock müziğini sadece kulaklarımızda devinen notalar kümesi olmaktan çıkarıp neredeyse notalarla adım adım inşa edilen bir sanatsal form kıvamına gelecek denli yoğunlaştıran, derinleştiren ve zenginleştiren King Crimson. 90’lardaki tekrar birleşme nostaljisinde dahi “THRAK” gibi kalburüstü çalışmalarla hala kulvar değişiklikleri yapmayı becerip, bizi olduğumuz yere mıhlamayı beceren King Crimson. Yazsak klavyenin tuşları eskiyinceye dek yazılacak denli dolu dolu bir grup olarak King Crimson. Saygı.
King Crimson tarihinin başat figürü olarak siyah kazağı, professor gözlükleri ve Les Paul tipi elektro gitarı ile bir ikon olarak Robert Fripp ustayı yerleştireceksek, kendi adıma arda kalan alanda altını bir hayli kalınca çizmek isteyeceğim diğer desen de Adrian Belew ( vokal ve gitar ) olurdu. 60 yaşındaki usta gitarist gerçekten insan hafsalasını sarsacak denli "ağır" isimlerin ve projelerin içine dahil olmuş biri. Başlangıcı Frank Zappa ile yapmış. Onunla turnedeyken David Bowie’ye denk gelmiş. Talking Heads’i arada es geçmemiş. Nihayetinde Robert Fripp ile el sıkışarak 1981’de King Crimson’a dahil olmuş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine lezzetindeki bu maceradaki isimlerle aynı müzikal kadrajda yeralmak öyle her babayiğidin he deyince yapabileceği bir şey değil tabii. Saygı sürüm 2.

Adrian Belew, King Crimson dışında solo projelerinde ise daha mutedil, akustik ve sakin bir yol izlemeyi tercih ederek 10’a yakın albüm yayınladı. 2006 yılına geldiğimizde ise 20’li yaşlarının başındaki iki kardeşle; davulcu Eric Slick ve kızkardeşi basçı Julie Slick ile “Adrian Belew Power Trio” projesini başlattı. Bu arada gözden kaçmaması için Belew’in vokaldeki yürek burkma potansiyeli yüksek, kristalize, kişilikli ve derinlikli sesinin de vurgusunu yapalım. ( İki örnek olarak “VROOOM” albümünden kulaklarıma kazınan “One Time” ve “Walking On Air”i verebiliriz mesela ).
2009 yılı içinde piyasaya çıkan “e” albümü tüm parça isimlerinin harflerden oluştuğu ve vokalin olmadığı bir çalışma. 30 saniyede bile bizi başka diyarlara götürmeyi beceren müthiş bir melodi ile açılıyor albüm; “a”. Hemen ardından son versiyon bir karaoke cihazından King Crimson müzikleri çalmaya başlıyor adeta. Yüksek temposu, iç çeker gibi soluklanan gitar nağmeleri, basın güçlü işbirliği ve davulun desteğiyle ortamı ısındırıyor. “a3” te benzer bir müzikal doku, davulun biraz daha ön planda olduğu ve gitarla çekiştiği bir ambiyans yaratıyor. “b” iyiden iyiye King Crimson solumaya başladığımız, Belew’in ekip arkadaşlarıyla ortaklığının, minik gitar soloları ve arka planda çok devingen bir görüntü sergileyen bas gitar arasında heyecan verici bir standart yakaladığı parça oluyor ( albümün en iyilerinden biri ). Kısa süreli iki parça olarak “b2” ve “b3” King Crimson soslu ama yan yollara da çıkmaktan çekinmeyen minik arayışların sergilendiği pasajlar sunuyorlar birlikte. Bu çizgide devam eden albümde kapanışın öncesinde Belew yine sadece bir dakikalık bir süre içinde eski aşklar, puslu havalar, ılık rüzgarlar ve sonbahar esintileri kıvamında pastoral bir manzarayı notalarına damlatmayı beceriyor. Kapanış dinamik, ritmik ve Belew liderliğinde davul ve basın hafiften kopma noktasına eriştiği mükemmel “e2” parçasıyla yapılıyor.

Nota Bene yol haritasının merkez noktasına çok yakın durmasa da vurguyu hakeder bir albüm olarak “e”yi bu sayfalara taşımamızın ardında Belew’un dudak uçuklatan müzikal CVsi dışında, bunca tecrübe ve birikime rağmen 22 ve 23 yaşlarındaki iki genç ve enstrümanlarının hakkını veren müzisyenle farklı bir arayış içine girmedeki cesareti ve efsanevi King Crimson tedrisatından geçtiği her halinden belli bir mönü ortaya çıkarsa da bunun içine farklı lezzetler katmasını beceren övgüye değer tavrının da etkin olduğunu belirtmek isteriz. Ne demişler demeyelim, “e” demişler diyelim…

exquisitely
engineered
electric
eclectic
energetic
esthetic
excellence

12 Eylül 2009 Cumartesi

Pan Sonic – Keiji Haino. Shall I Download A Blackhole And Offer It To You - Blast First. 2009

Sonsuz ve aritmik bir döngüselliğin gölgelerinde çırpınan bizler için, inançlar her daim aklımıza yatar derecede elle tutulur bir mantıkla örtüştüremediğimiz varlık ve yaratılış kökenli sorularımız için dimağımızı rahatlatan açık kapılar bırakabilme nitelikleriyle, sıklıkla benliğimizi sarmaladığımız manevi korunaklar olmuştur. Bu yönüyle insanın kendini ve varlık nedenini sorguladığı her yolculuk, kenarından köşesinden mistik, gizemli, karanlık ve gizli patikalarla örülmüş bir içsel güzergah oluşturmaya meyletmiştir. Bu yol da aslında Descartes’ın “Cogito, ergo sum” izleğinde en somuta indirgenen düşünme eylemi ile de kesişerek ve belki de belirsizliğin sarmalından kaçınabilmek adına kendi genelgeçer kabuller listemize dahlederek, zihinlerimizde onlarca karartılmış alan ve tabaka meydana getirmiştir. Ve vijdan tartısında biliriz ki başkalarında bizi en derinden acıtan aslında bu karartılmış alanlara mahkum ettiğimiz kendi eksikliklerimizdir. Ve en çok acıyı da oraya temas edildiğinde tecrübe ederiz. Ey blogger, konuyu dağıtma !

İşte bu karartılmış alanda tahripkar bir tonal portföyle gezinen, tamamen kendine ait bir dil yaratarak herkesçe bilinmeyen ve anlaşılamayanın üzerine inatla ve süreklilikle odaklanan, imkansız olanı dillendirmeye çalıştığını belirterek “satori”yi aradığını ifade eden bir isim düşüyor Nota Bene’nin ajandasına bugünlerde. Malum Budizmde “satori” insanın düşünceden sıyrılarak çoğunlukla içgörüsel bir deneyimle ve anlık olarak yaşadığı aydınlanma olarak ifade ediliyor. Bu çerçevede önümüzde bahsettiğimiz iki güzergah arasındaki dolambaçlı yolda cüretkar ve tavizsiz tavrıyla uzunca süredir yolalan müzikal bir kimlik var. İnanın anlatması da dinlemesi de kolay değil. Bir nev-i “karanlıklar prensi” adını da rahatlıkla yakıştırabileceğimiz biri karakter : Keiji Haino. Nedir ? Mesela…

Kendinizi tüm ışıkların söndüğü, sadece yarı gri bir spotun tozlar arasında gezinirken süpürge misali beline kadar uzanan siyah saçlarının bir kısmını aydınlattığı, yüzünde kocaman bir etiket gibi taşıdığı siyah gözlüklerinin ardında, tamamen siyah deriden ve takılarla bezenmiş bir kıyafete bürünmüş, elinde adeta bir uzvu görümündeki gitarı taşımakta zorlanıyormuş hissi veren ve belli belirsiz devinimleriyle bir insandan çok programlanmış bir hipnoz edici oyuncak-makinaya benzeyen birini düşünün. Ve tüm o karanlığın içinden bu yarı insan görünümlü figürün size gitarıyla çizdiği apokaliptik, nihilist, egoist ve anarşist haykırışların bünyenize acımasızca, defalarca ve hoyrat bir yolla zerkedildiğini….Hımmm...
Keiji Haino 60’ına merdiven dayamış, 70’lerden bu yana aktif, solo çalışmalarının yanı sıra birçok projede ana figür olarak yer almış ve hatırı sayılır sayıda farklı müzisyenle de ( Faust, Jim O'Rourke, Derek Bailey, Peter Brötzmann, Loren Mazzacane Connors, Bill Laswell, John Zorn, Mike Patton, John Duncan ve Fred Frith gibi ) ortak çalışmalar yapmış bir isim. Sanıyorum yarattığı projeler arasında başlangıçta bir ikili olarak başlayıp daha sonra zaman içinde trioya dönüşen Fushitsusa ( kuruluş 1978 – en aktif dönem 90’lar ), Haino’yu biraz daha bilinir / görünür kılan en önemli projesi. Dip toplamda Haino’yu rock, doğaçlama, noise, saykodelik, minimalizm ve drone gibi katmanlarda tamamen kendine ait bir dille kurguladığı çoğul referanslı / tekil yansımalı görsel – işitsel estetiğiyle daha önce gün yüzü görmemiş alanlar arasında dolaşan bir müzisyen olarak değerlendirmek mümkün kanımca.

Her ne kadar girizgahı kodlaması ve okuması güçlükler içeren Haino üzerinden yapsak da hakkında birkaç kelam edeceğimiz albüm Finlandiyalı elektronik müzik üstadları Pan Sonic ile Keiji Hiano’nun ortak ( ? - bu konuya döneceğiz ) çalışmaları. Birlikte 2007 yılının kasım ayında Berlin’de gerçekleştirdikleri performansın kayıtlarının 2009 yılı içinde “Blast First” etiketiyle yayınlanmasıyla mevcudiyete erişmiş albümün adı da bir hayli sancılı: “Shall I Download A Blackhole And Offer It To You”. Me ??

80 dakikaya yaklaşan bu ayinvari müzikal yolculuk bir ortak çalışma olarak görünse de fazlasıyla Haino-esk bir tabiata daha ilk parçadan itibaren bürünüyor. İkilinin ( Pan Sonic ve Keiji Haino ) farklı bir kimya meydana getirmeksizin Haino’nun gitarının yol göstericiliğinde zaman zaman acımasız, kaba ve çiğ vokalleriyle bezenmiş parçalarda Pan Sonic birkaç parça dışında kendi müziğinin tohumlarını Haino ile çiftleştirmektense, sadece kenara köşeye bir kaç avuç serpmiş görünüyor. Aslında Haino’nun bu anlamda ortak çalışma yapmak için güç bir isim olduğunu da belirtmek lazım. Zira akacak su kendi mecrasını bulur misali Haino’nun müzikal kimliği de bir zeytinyağı kıvamında hemen üst katmanlarda bir yere konuşlanıyor; zaman zaman arka planda kalmış hissi yaratır gibi olduğunda da daha coşkulu, daha delişmen, daha primitif ve içedönük, kapalı ( ezoterik mi desem ? ) bir kurgu ile tekrar sahnenin önüne kendini atıveriyor.

İsimsiz parçalardan ilki drone olarak ifade edebileceğimiz sessiz sedasız, kendi meşrebinde yankılanan uzun bir ses kolajı ile başlamasına rağmen giderek artan bir tempo içinde gitarın mezbaha / marangozhane karışımı devinen makina sesleri çıkararak parçaya girmesiyle noise vari bir hale evriliyor. İkinci parça albümde Pan Sonic’in etkisinin en çok hissedildiği ve Haino’nun karanlık sesinin kıvrımlarıyla düstursuzca ve biraz da korkarak / çekinerek karşılaştığımız ilk parça oluyor. Üçüncü adımda Haino’nun vokalleri biraz daha usturublu, fazla saldırgan değil; ama gitarından çıkıp uzayıp giden notalar arka planda Pan Sonic’in titreyen baslarıyla iyi bir kimya yakalıyor. Ardından gelen parçada Pan Sonic referanslı bir altyapı üzerine yine Haino’nun bu defa sert, bol distorsiyonlu ve ekolu gitarını duyuyuruz. Albümün devamında sahne giderek Haino’ya devrediliyor. Zaman zaman depresif, sakin, melankolik dokunuşlar ama sıklıkla gürüldeyen, dörtnala tepişen gitar nağmeleri ile bezenen parçalarda Pan Sonic ziyadesiyle bir “arka plan” deseni kıvamına indirgeniyor. Bu benim gibi Pan Sonic hayranları için kabulu biraz zor bir denge oluştursa da, Haino’nun zehir zemberek dünyasına adım atma gayretinde olanlar için hem bir referans hem de yumuşatıcı görevi gördüğünü de belirtmek gerekir.
Keiji Haino’nun eski çağlardan devşirmişçesine kullanageldiği arkaik sesiyle, gitarına yıllardır geri adım atmamacasına eklemlediği vahşi ve canhıraş çığlıklar, içsel bir patlamayı anımsatıyor adeta. Pan Sonic elektronik referanslı beyaz gürültü frekansları ve bas titreşimleri yayarak bu gizil tabakaya ara ara sızsa da, Haino’nun baskın karakteri albümün tamamını kaplıyor. Dediğim gibi böyle leblebi şeker kıvamında bir çalışma değil elimizdeki malzeme; insanın şirazesini bozabilecek denli yabani, işlenmemiş ama üzerinde çokça çalışılmış bir kolaj. Adeta yeraltından notlar değil notalar, kolay gele…

3 Eylül 2009 Perşembe

Proudpilot. Monsters Exist. Peyote. 2009

Evet, canavarlar etrafımızda, canavarlar içimizde ve hepimiz vampir ( sömürücü ) olduğumuz gibi hepimiz canavarız. Uygar ve bilinçli canavarlar… İlkel atalarımızın genlerini taşımakla birlikte genelde uygarca, akıllıca hareket ederiz ama bir şey bizi derinlemesine tetiklerse, zıvanadan çıkarsak, içimizdeki canavar harekete geçer ve engel tanımaz, savaşlarda, çatışmalarda, kavgalarda, toplu histeride, şiddette, baskıda, zulümde, toplumsal sömürüde kendini gösterir…

Bu satırlar İş Bankası Yayınları’ndan çıkan bir nehir söyleşi kitabından alıntı : “Bir Levanten Şövalye – Giovanni Scognamillo Kitabı”. Ekin / Pınar Üzeltüzenci kardeşler ve Kaan Akay’dan kurulu Proudpilot’ın bu yıl Peyote etiketiyle yayınlanan ( Replikas’ın Zerre’si sonrası Peyote’den alkışa mazhar ikinci sürüm ) albümleri “Monsters Exist”i dinlerken farklı alanlarda 50’nin üzerinde kitap yazmış olan bu kült figürden de ( “Canavarlar, Yaratıklar, Manyaklar” isimli kitabı bunlardan sadece biri ) esinlenmem hoş karşılanmalı kanımca.

Aslına bakılırsa Proudpilot’ın toplam süresi 40 dakikayı ancak bulan bu kısa süreli yolcuğulu kişisel müzik tarihçemin oldukça fazla sayıdaki duyargasını titreten bir hayli sinyal göndermekten bir adım geri atmadı desem ve bunu albümün bana aksettirdiği çoklu referans listesinin kabarıklığı anlamında üçlü için bir artı puan olarak değerlendirsem ve bu girizgahı artık burada bitirsem…Mantıklı.

Grubun albüm sonrası internetten erişilebilir kıvamdaki bazı değerlendirme yazıları arasında yaptığım çalışma esnasında fazlasıyla grup adının zikredildiğini görmek albümün dinleyenlerde paralel bir tetikleme yaptığını da gösteriyor. Deneysel / alternatif rock kategorisine dahil edebilsek de yanına benzer bir çalışmayı tek başına rahatlıkla koyamadığımız “Monsters Exist” belli ki müzikle iyice hemhal olmuş üç ismin kendi çok katmanlı, derinlikli ve algı çıtası yüksek geçmiş kulak tınıları repertuvarlarının yüksek oktanlı bir yansımasını içeriyor. Noise estetiği kendilerinin ekstra altını çizdikleri bir katkı alanı başlığı olarak belirginleşse de; progresif rock, krautrock, drum’n bass, post rock, acid rock ve rahatlıkla biraz daha genişletebileceğimiz geniş bir yelpazenin üzerinde kurgulanıyor Proudpilot’ın müziği. Parçaların çoğu ilk bakışta kökensiz, dilsiz, kimliksiz gibi görünse de adım adım, bir bütünlük de içermek suretiyle kulaklarımızın pas tutan derin kıvrımlarına nüfuz etmeyi beceriyorlar.

Minnoş dili dedikleri çalışılmış / uydurulmuş arası bir dil, ek bir enstrüman kimliğinde kullanılan kesik vokaller, güçlü bir davulun üçlü arasındaki dengeyi bozmadan başını çektiği ritimler eşliğinde, gotik / karanlık synthler ve melodik bas dokunuşları etrafında örülen sarhoş edici ( zaman zaman agresif ) ritmik döngüler…Samimi, içten, dürüst, rutin dışı ve dosdoğru bir müzik; bir anlamda içgüdüsel ve emprovize. Grubun 10 yıla yaklaşan gitmeli gelmeli birlikteliklerinin nihayetinin bir albüme evrilebildiğine şahitlik etmek sancılı bir alternatif müzikal coğrafyada soluyan bizler için ek oksijen deposu kaynağı niteliğinde adeta.
Albümün tamamına yakını altını gayretle çizmeye çalıştığımız kalite çıtasının üzerinde konumlanırken, özellikle açılış parçası “Astroaunt”, vokallerin daha kulağa gelir bir kıvama ulaştığı “Hardcore”, “Gang Land”, “You Do, I Make” ve “Dellule”, gruba dışarıdan tek müdahalenin geldiği “Ciao!” ( bu parçada Gökhan Goralı enfes bir gitar katkısı sunuyor albüme ) kantarımızda kendileri biraz daha ağır çeken parçalar olarak sıralanabilir. Üçlü Roll dergisinden Cem Sorguç’a verdikleri röportajda kalabalık bir geçmiş zaman olurki dinlemesi cihana değer isimler listesi zikretmişler. Aklımda kalanlar arasında Stereolab, Ozric Tentacles, Cranes, Cocteau Twins, King Crimson ve JethroTull var ki sanıyorum bu liste örtüşmesi “Monsters Exist”i bu denli sevmem ve ondan da öte kendime çok yakın bulmamın odak noktasını oluşturuyor. Ancak albümdeki birkaç parçayı dinlerken beni hep aynı yerlerde çarpıp sersemleten bir başka isim var ki ona grubun herhangi bir notunda yada bir yazıda rastlamadım: 80’lerin ilerici etiketi 4AD listesindeki en ağır isimlerden biri olan Xmal Deutschland’ın tüm zamanların en başarılı gotik rock albümlerinden biri olduğunu düşündüğüm “Fetisch” adlı çalışması. Müzikal içerik ne kadar örtüşür tartışma götürür olsa da, müzikal imgelemimde Proudpilot’ın bu çalışması beni sıklıkla bu albüme götürdü.

Atlas pasajındaki dükkanının eski müdavimlerinden biri olduğum ve vakti zamanında 103.8 Dinamo frekansından takipçi kulaklara farklı notalar uçurduğumuz Kaan Akay ( aka Golem ) ve Üzeltüzenci kardeşlerin ortaya çıkardıkları çalışma sıradan bir övgünün ötesini hakediyor. Ne kadar ekmek o kadar köfte denkleminin her daim işlemediğini; sebat, gayret ve içtenlikle de çizgi üstü işler yaratılabileceğinin aşikar bir ispatı olan çalışma için albümü yayınlayan Peyote de koca bir tebriği hakediyor.