3 Nisan 2012 Salı

Hayalet Adam John Foxx, Nam-ı Diğer “The Quiet Man”

Ultravox’un kurucusu ve ilk üç albümünün başmimarı john Foxx ( gerçek adıyla Dennis Leigh ) 30 yılı aşan kariyerine müzik adamlığından çok fazlasını sığdırmış bir üstad. 70’lerin başında henüz Ultravox sadece fikirken başlayan bu etkileyici ve bir anlamda gizemli yolculuk, zaman içinde müzikal esler verse de, Foxx bir yandan fotoğraf sanatçısı olarak bir yandan da akademik kariyerine devam eden bir profil olarak gündemini hep yoğun tuttu. Synth pop’un öncülerinden biri olmanın şöhretine takılı kalmayıp her daim araştırmacı bir müzisyen olarak onlarca solo albüme ve ortak projeye imza attı. Ambient müziğin yapıtaşlarından Harold Budd, Cocteau Twins’in ikonik gitaristi Robin Guthrie, elektronik müzik sahnesinin kendine has isimlerinden Benge bu isimlerden sadece birkaçı. Kabaca dönemdaşı diyebileceğimiz Gary Numan’ın dahi bir röportajında hiçbirimiz John Foxx kadar entellektüel değildik dediği Foxx ile, Benge’yle ortak projeleri olan John Foxx And The Maths’in ikinci albümü “The Shape Of Things” sonrasında bir nevi daldan dala dolanan ama her satırında çokça derin mesajların olduğu keyifli bir röportaj gerçekleşirdik. Buyrunuz...
Birçok röportajınızı okudum ama asıl adınız olan Dennis Leigh yerine neden John Foxx sahne adını aldığınıza dair bir not bulamadım ?

Başka birini tasarlamam gerekiyordu, gerekenleri yapma konusunda daha becerikli olan biri. “Dennis Leigh” bunun için tam olarak uygun değildi. Fena birisi sayılmazdı belki ama etrafta görünmekten, turnelerin ve rock müzikle uğraşmanın getireceği özel yaşam alanının daralmasından da pek hazetmeyen biriydi. John Foxx ise daha zeki, dikkatli ve baskılarla “benden” çok daha kolay başedebilecek biri. Özetle “Foxx”, “Dennis Leigh”ye sakin yaşamını sürdürme şansı verdi; ki bunun için de kendisine müteşekkir.

Kurucusu olduğunuz Ultravox’un ilk albümün prodüktörü olan Brian Eno bu albümü davul makinası ve gerçek bir davulcunun birlikte kullanıldığı ilk çalışmalardan biri olarak anıyor. Bir röportajınızda ise ressam Degas’ya atfen, bize anlık olarak çizilmiş hissi veren bir figürün ardında, sanatçının defalarca tekrar ettiği eskizlerin olduğundan bahsediyorsunuz. Buradan hareketle analog-reel ve dijital-replika arasındaki dengeden konuşalım istiyorum.

Analog, dijital teknolojiler yardımıyla yeniden keşfedildi. Dijital bir süreliğine analogun yerini alsa da, analogun aslında dijitalin yapamadığı pek çok şeyi yapabileceği farkedildi ve analog tekrar değer kazandı. Daha yolun başında bunun ayırdında olanlar için sevindirici bir gelişmeydi bu. Öte yandan her teknoloji eşsizdir ve basitçe söylersek aslında “dijitalin” nasıl bir sesi olduğunu hala bilmiyoruz. Örneğin Benge ile olan projemizde dijitali, anlık ortaya çıkan analog parçacıklarını birarada tutmak ve sonrasında da bir editing aracı olarak kullanıyoruz. Dijital “tahmin edilebilir” ve “itaatkar” bir yapıya sahiptir. Ama analog synthesizerlar için aynısını söyleyemeyiz. Dijitalden alacağımız yanıtı bilmemize rağmen, analog her daim niyetlerimiz dışında tınlamak konusunda oldukça arsızdır; bu da onun gerçek değerini ortaya koyar aslında.

Teknolojik gelişmeler geçmişe farklı bir açıdan bakmamızı sağlıyor. Sizin geçmişle ilişkiniz nasıl ? Geçmiş sizi nasıl besliyor ?

Geriye bakıp genç halinin neler yaptığını görmek ilginç. Gençken tam olarak ne yaptığını bilmediğinde; bazen bugunkü sana imkansız gibi görünen ve asla denemeyeceğin bazı konularda adım atıp başarı yakalayabildiğini görüyorsun. Bu adımlar hayatının akışını dahi değiştirebilir. Ama sonradan geriye dönüp baktığında bunların naif bir bilinçsizlik halinde ve tam manasıyla “cahil cesaretiyle” yapıldığını görürsün.


“Stüdyoların en iyi yanı imkansız müzikleri mümkün kılmasıdır” diyen biri olarak stüdyonuzu satmak zor bir karar mıydı ? Aslında o dönemi merak ediyorum, herşeyi bıraktığınız ve birkaç yıl sessizliğe gömülüp tekrar geri döndüğünüz dönem. Londra’da bir hayalet olarak yaşadım dediğiniz dönem.
Aslında stüdyomu satmayı hiç düşünmedim. Birçok müzisyen hoşlandıkları için stüdyomu kullandılar. Londra’da o dönemde “imkansız müzik” yapmak isteyen çok insan vardı. Sonra birden her şey değişti ve 80’lerin ortasında müzik tekdüze ve sıradan hale geldi. Belki de değişen bendim. Sebebi ne olursa olsun, birkaç yıllığına geri çekilmek ve unutulmak iyi bir fikirdi. Elinizin altında olanları tekrar değerlendirmenizi ve farketmenizi sağlayan bir mola. Öte yandan her şeyin döngüsel olduğunu, ama her döngünün farklı olduğunu ve birçok insanın aslında hiç geçmişe dönemediğini farketmem de çarpıcıydı. Sonrasında gelişen Acid House sahnesi ve Detroit’teki hareketlilik tekrar çalışmaya başlamak için cesaret verici oldu. Afro-Amerikan ritimleriyle beslenen ama 70’lerin sonunun ruhunu taşıyan bir müzik vardı ve mükemmeldi. Yani gelecek için ümit vadeden harika bir DNA vardı ortada.

Antonioni’nin bir filmine müzik yaptınız. Birçok kitap için de kapaklar ( örn. Salman Rüşdi ) tasarladınız. Nasıl bir çalışma süreciniz var ? Örneğin önceden söz konusu filmi seyrediyor ya da kitapları okuyor musunuz ?

Sipariş üzerine iş üretmediğimden yaptığım çalışmaların çoğunda işin kendisiyle zaten başlamış olan bir ilişkim vardır, halihazırda üzerine çalıştığım projelerdir. Sesler, kelimeler, imajlar ya da görüntüler... Hepsi temel prensiplere sahiptir. Her birinin kendi özgünlükleri olsa da, bu alanlardan birinde elde ettiğiniz deneyimi rahatlıkla diğerine taşıyabilirsiniz. Beni gerçekten etkileyen de bu geçişler esnasında deneyimlediğim benzerlikler ve farklılıklar aslında.

Benge ile gerçekleştirdiğiniz “Interplay” ve “The Shape Of Things”i retro-fütürist albümler olarak görmek mümkün, katılır mısınız ? Siberpunk edebiyatıyla bu çalışmalarınız arasında benzerlikler var mı ?

Sanırım retro-fütür kendi içinde bir estetik yarattı ve başlı başına bir janr oldu. Benge ile olan çalışma buna tam uyuyor mu emin değilim. Siberpunk bugün olanların olası sonuçlarını yorumlayarak bizi bekleyen gelecek senaryolarını analiz ediyordu. Bu bilimkurgunun en önemli fonksiyonlarından biridir ve diğer kurgusal alanlara kıyasla da en belirleyici yanı. Sanırım yapmaya çalıştığım biraz daha farklı. Daha içsel, öznel ve aynı zamanda bağımsız. Ben “şu an” olanlar ve buna karşılık olarak verdiğim duygusal reaksiyonlar hakkında yazıyorum. Bunlar çoğu zaman yarı-bilinçli oluyor. Tam olarak ne ile meşgul olduğumu idrak etmem dahi belli bir süre alıyor. Bazı parçalarımı yaptıktan birkaç yıl sonra anlamaya başlıyorum örneğin. Bu da bilinçaltının aslında bilinçten bir adım önde gittiğini gösteriyor. Bu yüzden bilincin asli görevinin de bilinçaltının yaptığı seçimleri akla uygun hale getirmek olduğuna inanıyorum.

The Quiet Man” projesindeki görsel çalışmalar; silinen yüzler, şehirde kaybolma duygusu, içinde insan olmayan bir takım elbise, aşırı derecede büyümüş şehir imajları, izole olmuş yalnız insan manzaraları gibi...Asıl gelmek istediğim bu “hayalet olma” fikri ya da hali. Sanırım bunun doğaüstü değil de ezoterik bir yanı var, şarkı sözlerinize de yansıyan.

Doğal olanla doğaüstü arasında bir sınır olduğunu ya da varsa nerede olduğunu gerçekten bilmiyorum. Doğal olanı düşünüş şeklimiz bile yanıltıcı olabilir. Doğaüstü derken “üstü” tanımlayan ne ? Ben farkına varılan ve varılmayan olarak bir ayrım yapıyorum, ya da bilenen ve bilinmeyen şeklinde. Çok daha akılcı ve pratik yeni bir bakış açısına ihtiyacımız var. Tanımları bir yana bırakacak olursak, bunların yazdıklarımı çok etkilediği bir gerçek. Öte yandan klişeler, samimiyetsizlikler ve keskin bir şarlatanlıkla da ilişkilendirilebilecek ve bu çerçevede beni fırsatçı biri olarak görebileceklerle tartışmaya çok heveskar da değilim.

Kafa yormamız ve anlamamız gereken çokça şey var hala. Sürrealistler bu sorgulamayı başlattılar. Borges, Ballard, Burroughs ve sitüasyonistler de devam ettirdi. Gidilecek yol hala uzun. Ve bilim bunun çok az bir kısmıyla başedebilir. Sanat ise minik baskınlar düzenledi bu alana. Ama hala bu geniş havzanın kıyısında bir yerlerdeyiz.

Öte yandan farkında olmasak da önceki medeniyetlerin hepsinden daha fazla “hayalet”e sahibiz. Marylin Monroe, Charlie Chaplin, Robert Kennedy, Stalin, Temerküz Kampları, Dünya Savaşları gibi... Hepsi bizi ziyaret ediyorlar ve onları devamlı görüyoruz – tüm bu yokolan insanlar hala yürüyor, gülüyor, yıkıntı ve bahçeler arasında dolaşıyorlar – Eğer hayalet değilse nedirler ? Ölmüş olmalarına rağmen hareket ediyor ve konuşuyorlar. Ve sayıları binlerce, onbinlerce... Özellikle geceleri bizi ziyaret eden yokolmuş sokaklar, sesler, şehirler ve şarkılar var. Sanırım medyanın yaptıklarından biri de birlikte yaşamak zorunda olduğumuz milyonlarca hayalet üretmesi.

Bir zamanlar hata olarak gördüklerimiz bugün vasıf olmaya başladılar notunuz var, buna katılıyorum. “İçten” bir müziği “sistematik” olarak üretmeye çalışan biri olarak elektronik müziğin “duygusal” yönüne ilişkin neler söylersiniz ? Kraftwerk benzeri ya da Ultravox’un öncülerinden olduğu synth pop tınılarından, 90’lardaki glitch ve IDM janrlarına doğru geldiğimizde bu yönde bir değişim oldu mu sizce ? Oval, Aphex Twin, Autechre gibi isimleri andığımızda mesela...

Müzik hala tam olarak anlayamadığımız ve bilemediğimiz bir alan. Örneğin, yıllardır “melodi”nin iyi bir tanımını arıyorum. Bunu tatminkar bir şekilde yapanı bulamadım henüz. Melodi belki de müziğe ilişkin en basit noktalardan biri, herkes anlayabilir ve anında farkına varabilir, ama gel gör ki hala tanımlayabilen birileri yok. Müziğin geri kalanı teknik terimlerle açıklanabilir olsa da kompleks, duygusal, içsel ve incelikli yanlarına denk düşecek bir kelime haznemiz yok. Ama tüm bunları müziği dinlediğimiz her an algılıyor ve anlıyoruz.  Bu da müziğin doğrusal ve sözel kısıtlamaların ötesinde işleyen farklı bir dil olduğunu gösteriyor.

 “Yaşayan” müzik her yeni parçanın kendinden öncekine cevaben söylendiği bir konuşmadır aslında. Bu konuşmanın modu çok hızlı değişir ve müziğin kendisinin müthiş bir temposu vardır. Eski müzikler “ölü” gibi görünseler de – bu noktada konuşma durmuştur ama yine de işitmeye değer şeyler vardır – her okunduğunda ayrı lezzetler bırakan güzel hikayeler gibidirler, zira zamanla deneyimleriniz çoğaldıkça vereceğiniz tepkiler değişmiştir.

Duygusal yana gelirsek, ya da sistemlere ve enstrümanlara; aslında bir keman ya da nota parçası da, bilgisayar ya da bir klavye kadar hareketsizdir. Bunlar en basitinden müzik yapmak ve kaydetmek için araçtırlar. Enstrümanlar elbette ki sonucun şeklini değiştirecektir ama yine de tek başlarına duygu barındırmazlar, kağıda yazılmış bir kelime kadar bile. Bu dinleyenin kendi deneyimleri üzerinden kuracağı ilişkilerle ortaya çıkar. Böylelikle dinleyende bir “his” uyanır ve sanat da bu bağlantıyı harekete geçirme işidir bir noktada.

Müziğin, anlağın ( intellect ) ona vereceği tepkiyi kontrol etmesinden çok önce işini görüyor olması önemlidir. Anlak ( ya da zeka ) ussallaştırmak, açıklamak ve ahlaki yola sokmak için için gelen bilgiyi kısıtlayabilir. Ama ne mutlu ki müzik çok daha yumuşaktır ve siz onu ussallaştırmadan etkisini anında gösterir. Başka bir ifadeyle aşırı gelişmiş insanın kendi iç benliğiyle tekrar ilişki kurmasını sağlayan bir sanat formudur müzik. Bu tepkiler kararlarınızı dahi tekrar gözden geçirmeye itebilir. Böylelikle müzik içsel ve entellektüel zevklerimizi de geliştirir.

Biraz da çok ilgili olduğunuz psiko-coğrafyadan ( psychogeography ) bahsedelim istiyorum. Mekanların, oranların, ışığın ve hatta gölgenin davranışlarımızı farkına varmadan etkilediğini belirtiyorsunuz. “Cathedral Oceans” bu bakış açısından etkiler taşıyor. Bu proje devam edecek mi ?

Çok doğru, niyetlerimden biri de buydu. İlk fikirler “The Quiet Man” hikayelerini yazarken oluşmaya başlamıştı. Ana tema kısmen harabolmuş ve aşırı büyümüş şehir kavramıyla ilintiliydi ve kastedilen “The Quiet Man”in yaşadığı Londra’ydı. Yayınlanan üç albüm ve DVD sonrası “Cathedral Oceans” serisi tamamlandı diye düşünüyorum. Bu proje aynı zamanda insanın mimariyle olan ilişkisi sonucu geliştiğine inandığım eski müzik formlarının bir devamlılığı ve yansıması olarak da tasarlandı. Aynı şeyi kuramsal düzlemde, yeni bir dijital mimari olarak yaratmaya çalıştım. Küçücük bir kutuya kocaman katedrali koymak gibi bir şey. Ses vermeyi bekleyen uçsuz bucaksız mimari boşluklar... Şu an üzerinde çalıştığım yeni bir proje daha var aslında; “Architectural Music”. Ancak daha soyut ve farklı bir format üzerinde hareket eden, müziğin eski formlarından daha bağımsız bir çalışma.

Mimari ile hala çok yakından ilgileniyor olsam da çoğu çalışmamın ana teması aslında bir kadın, bir erkek ve bir şehir olarak özetlenebilir. Her gün her an değişen bu kimlikler bana hiç tükenmeyecekmiş gibi geliyor. Sokaklar asla aynı değil. İnsanlar değişiyor, ben de değişiyorum. İnsanları derinden etkilemesi, bilinçli ya da bilinçsiz olarak davranışlarını etkilemesi ve taşıdığı çeşitli mesajlar nedeniyle müzik de aslında mimariye benzerlik gösteriyor. Tek farkla; hoşunuza gitmediği an müziği kapatabilirsiniz ama mimaride bunu yapma şansınız yok. Benim tercihim yine de müzikten yana ama.

“Cathedral Oceans”daki müzikleri herkesin canlı olarak uygun ortamlarda dinleme şansı olmayacağından bu bir çelişki yaratmıyor mu ? Başka bir ortam için hazırlanan bir müziği evde dinlemek...Belki de farklı bir ilişki düzlemi yaratılıyor ?

Dijital teknolojideki son gelişmelerden ve büyük ölçekli projeksiyon yöntemlerinden faydalanan bu projede asıl amaçlanan elbette ki devasa alanlar; yani katedraller ya da çok büyük, geniş alanlar, atriyumlar... Böyle olmasını tercih ediyorum, çünkü bu yolla aslında kalıcı olan mimari yapının içinde geçici olarak hareket eden bir başkalaşım yaratılıyor ve ölçek farkı bu vurguyu kuvvetlendiriyor. Öte yandan bu müziği evde dinlemek de farklı bir deneyim. Umarım müzik ve eşlik eden imajlar büyük ölçekli projeksiyon olmadan da bir nebze işe yarıyordur.

İnsan – şehir ilişkisinden beslenerek birbiri üzerine eklenen anı katmanlarının belli bir noktada şehri insanın hafızasına dönüştürdüğü şeklinde bir yorumunuz var. Bu noktada kişi şehir tarafından asimile edilmiş ve özgün kimliğini kaybetmiş mi oluyor sizce ? Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” kitabında bahsettiği otantik sosyal yaşamın aslında replikası tarafından ele geçirildiği yorumuna referansla soruyorum bunu...

Aslında hayal ettiğimiz kadar “bireysel” değiliz. Sanırım “birey” dediğimiz felsefi, finansal ve ticari yapıların ortaya çıkardığı basit bir yan ürün sadece. Gerçek ne olursa olsun, içgüdüsel ve ( büyük ölçüde ) bilinçsiz bir şekilde şehirlerimizi ve dolayısıyla medeniyetimizi yaratma ve koruma çabasındayız. Bu bana henüz tam bilincine varamadığımız çok daha büyük bir yapının parçası olduğumuzu hissettiriyor. Bu mekanizmayı, üyelerin kendi kimlik, karar verme yeti ve sorumluluklarını daha büyük yapıya devrettikleri her organizmada görebilirsiniz. Medeniyet ya da insanlık dediğimiz şeyin basit, küçük ve görünen genel bir etkisi.

Şehirde rastgele atacağınız bir tur bu etkilerin ayırdına varmanızı sağlayacaktır. Zamanla yeni bir bakış açısı geliştiriyorsunuz - yapıların değişken görünümlerini bir bütün olarak görmenizi sağlayan bağımsız bir bakış açısı – ve böylelikle sokaklarda ya da odalarda akıp giden ritimlerin ve gelgitlerin farkına varabiliyorsunuz. Medyada yansıtılansa daima temsili bir öze sahip oluyor ve biliyoruz ki temsili olmak çoğu zaman bir gizlilik içerir. O nedenle en iyisi kendi kendine gidip görmektir. Bu doğrudan deneyimleme giderek azalıyor. Yürümek sağlıklıdır!

Edebiyat ve sanat sizin için kuvvetli tetikleyici alanlar. Burroughs, Duchamp, Ballard ya da Beat Kuşağı... Müziğe bakışınızı nasıl etkiledi bu isimler ? Şu an ilham aldığınız yeni isimler var mı ya da ?

Sanırım tüm bu isimler çevremde olan bitenlerin farkına varmam ve vereceğim tepkileri oluşturmam konusunda cesaretlendirici oldular. Anmak isteyeceğim diğer isimler Erik Satie, John Cheever, Alan Resnais, Paul Auster, George Orwell, Eugene Atget, J.M.W.Turner, Dennis Potter, Gerald Manley Hopkins, J. L. Borges.

Yeni müzik dinliyor musnuz ? Gary Numan bunu yapamadığını, zira dinlediği her şeye bir işmiş gibi bakmak zorunda hissettiğini ve stüdyo dışında bunu yapmaktan hoşlanmadığını belirtiyor mesela...

Olabildiğince çok dinliyorum. Daha önce de bahsettiğim gibi müzik devasa bir konuşma, ve sizin de bir kelime yada cümleyle buna dahil olabilmeniz harika bir durum. Son zamanlarda Matthew Dear, Xeno and Oaklander, Gazelle Twin, Soft Moon, Magnetic Fields, Tara Busch, Serafina Steer, Hannah Peel, Harold Budd, Robin Guthrie, Burial, The Knife, Robyn, The Horrors, Benge gibi isimleri dinliyorum. Hepsi de yaptığım işler üzerinde etki ediyorlar.

Birkaç tane de minik soru...

Ambient müzik ?
Ana yapısını ritimlerden ziyade diğer unsurların oluşturduğu müzik. Diğer müzikal formların tam olarak cevap veremediği alanlara dokunan müzikler, örneğin sakinlik, dinginlik, hareket etmeden seyahat etme hissi, ayrılma ya da bütünleşme gibi. Ayrıca zaman hissinizi de ayarlayabilen bir müzik.

Doğaçlama ?
Çokça yaptım. Doğaçlama bir sanatçının yapabileceği en değerli edimdir. Aslında müzik yapmak ya da parça yazmaktır doğaçlama. Bütün olasılıkları heyecanla araştırır, dener ve sonunda en ilginç ve uygun olanına bakıp onu sabit bir forma sokarsın ve bir şarkı oluşur. Ama bu süreç hep doğaçlama ile başlar.

Başka meşgaleleri de olan bir müzisyen mi, yoksa bir işi de müzik olan bir sanatçı mı ?
Sanırım müzik yapmaya karar kılmış bir sanatçıyım. Dediğim gibi her yapı / alan benzer prensiplere sahiptir. Bir yapının kendi dinamiğini anladığınızda, onu başka bir alana hemen uygulayabilirsiniz, elbette biraz yeteneğiniz olduğu sürece.


Müzik fragmante oldukça Kraftwerk ya da Roxy Music gibi çığır açmış yeni isimlerin gelebileceğine inanıyor musunuz ? Yoksa o devirler bitti mi ?Onlar zaten buradalar. Şu an olan üzerinde çok ciddi etkileri var. Bundan sonrasının müziğinin DNA’sında var bu isimler. Müzisyenler farkında olmasa bile...
Müzikal olarak en çok etkilendiğiniz üç isim ?
Erik Satie. Thomas Tallis. Howling Wolf.

Güncel projeler ?
“Electricity and Ghosts” birkaç kısa filmle birlikte piyano ve ev kayıtları...
Junior Boys, Ghost Box ve Jori Hulkkonen’le bazı yeni parçalar...
“Alice in the Cities”  The Smoke Fairies, Tara Busch, Serafina Steer, Hannah Peel ve Gazelle Twin’le birlikte...
“London Overgrown” isimli enstrümantal bir kayıt...
Benge ile yeni bir albüm...

Türkiye’ye gelme ihtimaliniz ? Bekleyenler var, benden söylemesi...
Çok isterim. Harika bir ülke. 60’ların ortasında genç bir hippiyken Istanbul hepimizin gitmek istediği bir yerdi. Batı’nın sona erip gizemli Doğu’nun başlangıç ve buluşma noktası... Ne zaman niyetlensem hep Yugoslavya civarlarında takılıp kaldım, bir türlü olmadı. Ama yakın dostum Arthur Sweeney bunu başardı, bana gönderdiği karlar altındaki minarelerin nefes kesen fotolarını hatırlıyorum. Umarım bir gün gelebilirim...

for full english version pls click : http://www.bantmag.com/mag/06/page/view/789#

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder