SASCHA RING NAM-I
DİĞER APPARAT’LA BERLİN’DE BAŞLAYAN
SOHBETİMİZ TÜNEL’DE NOKTALANDI!
Karın yağmakla yağmamak arasında tereddüt ettiği, insanın
içini ürperten soğuk bir Berlin öğleden sonrasında kolumun altında plaklarla girdim
Shitkatapult’un ofisine. Bir yandan derdimi anlatmaya çalışıyor, bir yandan da
yan masada müstehzi bir ifadeyle beni dinleyen genç adama bakıyordum. Cümlem
biter bitmez kendisine dönüp, “Siz Apparat’sınız, değil mi?” deme cesaretini
nasıl gösterdim diye düşünürken, aslında bunun yaklaşık 45 dakikayı bulan çok
keyifli bir sohbetin de ilk adımı olduğunu çok sonradan İstanbul’a dönerken
düşündüm. Şubat’ın son günlerinde Apparat (nam-ı diğer Sascha Ring) ismi,
İndigo’da iki saatlik bir performans sonrası hafızalarımıza kazındı. Hemen
ertesi gün, bu defa Taksim’de bir cafede sözleşip sıcak bir röportaj yaptık
kendisiyle.
Küçük yaşlarda davul
çalarak başlayan müzik yaşantınızda, 90’lı yılların başından itibaren
elektronik müziğe yönelmenizin ana sebebi neydi ?O zamanlar oldukça küçüktüm ve davul çalmak benim için bir grupta çalma amacı olmaksızın, eğitim gibi düşündüğüm bir şeydi. Babamın bir grubu vardı ve o çalarken yanında olmak beni heyecanlandırırdı. Çoğunlukla garaj topluluklarında çalınmaya başlanılan 13-14 yaşlarına geldiğimde, elektronik müzik herkesin gündemindeydi. Ben de madem davul makinaları ve bilgisayar var, ne diye kocaman davul setiyle uğraşayım diye düşündüm. Sanırım elektronik müzikle olan ilk sıcak temasım bu düşünceyle şekillendi.
DJ’liğin yanı sıra
90’ların ortasında Berlin’e yerleşmenizle birlikte parçalar üretmeye
başladınız. Berlin elektronik müziğin merkez noktalarından biri olarak müzikal
kariyeriniz için kaldıraç vazifesi görecek bilinçli bir tercih miydi ?
Berlin’e ilk gidişim aslında tamamen müzikal nedenlerin
dışındaydı. DJ’lik yapıyordum ve müzik hala benim için hobiydi. Depolarda kendi
partilerimizi düzenliyorduk. Berlin’e geldiğimdeki durumu şöyle özetleyebilirim
: Müziğin çok içindeydim ama asıl amacım grafiker olmaktı ve bunu da doğduğum
kasvetli, küçük işçi kasabasında yapma şansım yoktu. Daha sonrasında Berlin’in
elektronik müzik için ideal bir şehir olduğunu gördüm ve ilk parçalarımı
üretmeye başladım.
Mumu etiketiyle
yayınlanan “prüfsumme 8” teknoya yakın bir çalışmaydı. Zamanla standart
vuruşlardan oluşan parçalardansa ses olgusuna odaklanıp, onu şekillendirerek
parçalar üretmeye başladınız. Daha dinamik ve değişken ses varyasyonlarının
takipçisi olduğunuz bu geçiş süreciyle ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz ?
Asıl değişim şu şekilde oldu, ki hala insanların nasıl olup
da stüdyoya girip tekno müzik yapabildiklerine anlam veremiyorum; yani günde
sekiz saat boyunca aynı vuruşu dinlemekten bahsediyorum. Standartlar içersinde kalarak sıkıcı şeyler
üretmektense yeni açılımlar kovalamayı tercih ettim. Stüdyoda geçirdiğim koca
bir yılın ardından daha soyut ve derin parçalar üretmeye çalıştım ve bundan çok
daha fazla keyif aldığımı gördüm. Daha sonra da bir daha hiç standart bir tekno
parçası yapmadım.
Müziğinize dönecek
olursak, genelliklşe çalışmalarınız olumlu kritikler aldı ve yayınlandıkları
dönemlerde ayın albümü olarak listelendi. Değerlendirmelerin ortak noktası
çalışmalarınızın IDM tarzının en iyi örnekleri olduğu yönündeydi. Bu görüş
paralelinde müziğinizi genel olarak elektronik müzik çatısı altında nerede
konumlandırdığınızdan bahsedebilir misiniz ?
Çok farklı tarzlarda çalışmalar yaptığım zaman aslında tam
olarak kendimi nereye konumlandırdığım gerçekten zor bir soru olup çıkıyor.
Çalışmalarım genelde IDM türüne sokulsa da buna pek katılmıyorum. Örneğin son
çalışmalarımda elektronik müzikte alışılageldiğinden çok daha fazla enstrüman
kullanıyorum. Bu parçaları gitarla çalsanız dahi tanınabilecek bir üst
kimlikleri var. Bu elektronik müzik açısından oldukça önemli bir değişiklik.
Öte yandan, tamamıyla elektronik olan parçalarımsa ses tasarımına giriyor.
Böyle iki uç varken de sadece IDM demek tam anlamıyla kapsayıcı bir tanımlama
olmuyor.
Sizin için müzik
yaşama karşı duruşunuzu ifade ettiğiniz bir araç mıdır yoksa tam aksine dış
dünyadan kaçmanın bir yolu mu ? Müziğinizle sıkı sıkıya harmanlanmış
“duygusallık” kavramı paralelinde soruyorum bunu.
Yapmayın. Benimle vakit geçiriyorsunuz. Tamamen duygusal
biri izlenimi mi verdim yoksa size ( gülüşmeler ) ? Elbett ki müziğimde
duygusallık çok ön planda. Ama müziğimin dış dünyadan kaçmak için bir araç
olduğunu söyleyemem. Daha doğrusu, belli sosyal niteliklere sahip olduğunu
düşünen biri olarak böyle bir kaçışa ihtiyaç duyduğumu düşünmüyorum.
Son çalışmanız “Silizium”
öncekilere kıyasla gerçekten farklı bir çalışma. Özellikle ön plana çıkan yaylı
çalgılar ( Complexacord ) ve Raz O.Hara’nın vokalleri var. Müzikal kariyerinize
baktığınızda bu çalışma nerede duruyor ?
Son çalışmanın farklı olmasının en önemli sebebi bir “Peel
Session” olması. Londra’ya gidip dizüstü bilgisayarımdaki dosyaları
çalmaktansa, daha anlamlı ve daha fazla değer taşıyan bir şey yapmam gerekir
diye düşündüm. Yaylı partisyonlar uzun zamandır aradığım bir yenilikti.
Vokaller başlangıçta biraz soru işareti olmakla birlikte Raz’ın o gizemli ve
çok katmanlı yorumuyla farklı bir boyut kazandı. Sonuçta Apparat izleğinin
oldukça dışında bir sonuç ortaya çıktı.
Yaylı enstrümanlar
müzikal yapının çağdaş klasik müziğe göndermeler içermesi için mi eklendi yoksa
tamamen daha akustik kokan bir atmosfer için mi ?
Basitçe; çok sevdiğim enstrümanlar olduğu için. Zaten
Londra’daki stüdyo, kayıdın üzerinde sonradan çok da fazla değişiklik
yapılmasına müsaade etmeyen analog bir yapıya sahipti. Dolayısıyla çok fazla
müdahale olmadan direkt performansı yansıtan bir çalışma oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder