18 Ocak 2010 Pazartesi

Gudrun Gut Özel...

80’lerin başından bu yana yaşam damarlarımıza zerkedilen müziğin, üretim ve işlenişinde olduğu kadar algı ve tüketiminde de derin fay kırıkları oluştu. Aynı döneme politik perspektiften baktığımızda da siyasal kırılmaların eşliğinde kemikleşmiş ideolojilerin farklı okumalarını görmek mümkün. Bu girift ve sancılı yeni düzen oluşumu süresince sanatsal arenada dik kalmayı başaran bir figür olarak Gudrun Gut’un kişisel tarihçesi detaycı bir analizi hakeder nitelikte. Berlin’in müzikal yolculuğunun duraklarıyla da paralellik taşıyan bu sürecin kahramanı olarak Gudrun Gut farklı kimliklerinin her birinde ayrıksı ve ilerici yönünü korumuş, merkezdense çeperlerde konuşlanmış ve farklı kodlamalar üzerinden kendi özgün dilini yaratmış bir müzisyen. En başta müzisyen, DJ, radyo programcısı, prodüktör olmak üzere nitelikli üretimin, gayretkeş bir sürekliliğin ve idealler peşinde şekillenen çok boyutlu bir profilin Berlin menşeili isimlerinden biri olan Gut, müzik endüstrisinde olduğu kadar farklı sanatsal disiplinlerde de etkin bir rol üstlenmiş ikonik ve karizmatik bir sanatçı.

Hikayenin arka planı: Lou Reed’in cenneti anımsatan bir mekan olarak betimlediği Berlin’de, 1961 yılında inşasına başlanan ve kenti ideolojik eksende ikiye bölen, soğuk savaş döneminin sembolü utanç duvarı alaşağı edilmek için uzun süre bekleyecektir. 1989’a gelindiğinde zamanın ruhunun çok boyutlu yansımalarının akışkanlık kazandığı başkentlerden biri olarak Berlin’deki ( Zeitgeist Metropolis ) bu duvar çatırdamaya başlamış, küreselleşme ideolijisi hayatlarımızın ayrılmaz bir gölgesi haline gelmek için gün sayar olmuştur. Aynı yıl komünist Çin’de ucu Tiananmen Meydanı olaylarına uzayacak , siyasi yozlaşmaya isyan bayrağı çeken özgürlükçü öğrenci protestoları tırmanmakta, Doğu Avrupa’da ise birçok rejim kökünden sallanmaktadır.

Berlin duvarıyla neredeyse yaşıt olan Gut’un müzikal tarihçesinin ilk izlerine 80’lerin başındaki Mania D projesinde rastlarız. Satır aralarında Einstürzende Neubauten’in kurucu kadrosunda yer almak gibi okkalı bir not olsa da, grubun has adamı Blixa Bargeld ile fikir ayrılıkları bu süreci uzatmayacaktır. Özgürlüğün şehri Berlin’de, punk etiğinden etkilenerek kendi müziğini yapmak dürtüsüyle tetiklenen Mania D grubunda; bateride Gut, vokal ve saksafonda Bettina Köster ve basta Beate Bartel vardır. Doğaçlama ve punk estetiğiyle şekillenen proje; atonal bas vuruşları, emprovize nefeslileri ve ritmik tekrarlarıyla avangart No Wave tarzına yakındır. Mania D’nin özünde ruh hallerinin sahnede yaratılan kuvvetli bir atmosfer içinde dinleyiciye aktarılması yatar. Grup “Track Four” parçası dışında belirgin bir iz bırakmamış olsa da, Human League ve Siouxsie and The Banshees gibi isimlerle sahne almış olmaları bahse değerdir.

80’lerin ilk yarısında Gut ve Köster bir art rock grubu Malaria ile yollarına devam eder. Ekipte Manon P. Duursma, Susanne Kuhnke ve New York’lu avangart / minimalist kompozitör Glenn Branca’nın The Static tayfasından Christine Hahn vardır. Malaria daha gelişmiş müzikal formların gotik vokallerle taçlandırıldığı bir projedir. The Birthday Party ve New Order gibi isimlerle sahne alan grup ardında bir albüm bırakır. “Your Turn To Run” gibi bir klasiğin o dönem yaratamadığı rüzgar ancak 2000’lerde Chicks On Speed’in tekrar yorumladığı parçaları “Kaltes Klares Wasser” sonrası hissedilecektir.

Takip eden süreçte müzikal kurguda ciddi değişimler başgösterir ve Malaria içinden şekillenen Matador grubu gündeme gelir. Bilgisayarın ( MIDI, sample, atari, macintosh ) ilk defa kullanıldığı Matador güçlü gotik vurguları, egzotik ve seksi vokalleri, hipnotik ritimleri ve naif melodileriyle kumaşı iyi bir synth-pop üçlüsüdür. Matador Gut’un elektronik müzikle giderek derinleşecek ilişkisinin de ilk adımıdır.

1989’da duvarın yıkılmasıyla doğu – batı arasındaki 30 yıllık ayrılığın bitişi kültürel bir füzyon ve katarsis yaratmıştır. Berlin’i terketme niyetinden vazgeçen Gut, 1994 yılında benzer anlayışta olan müzisyenler için açık bir paylaşım platformu olarak şekillenen “Ocean Club” bağımsız topluluğunu kurar. Bu katı olarak nitelediği “grup müziği” kimyasının dışına çıkmak isteyen Gut’un müzikal yolculuğunda ayrı bir açılımı da beraberinde getirir. Ocean Club partileri efsanevi Tresor’un alt katında renkli ışıklarla bezenen bu mekanda; DJ’lerden multimedya sanatçılarına ve birçok janrdan müzisyene ev sahipliği yapar. Bu ekipten dostu Thomas Fehlmann’la Radio Eins’ta yaklaşık 15 yıldır devam eden haftalık radyo programları da bu dönemde başlar. Gut bir açıklamasında okyanus (ocean) kelimesinin kendisi için bir fantazya, işgal edilmemiş bir boşluk ve derinlik hissi yarattığını belirtecektir.

1996 yılında yayımlanan “Members of the Ocean Club” isimli çalışmada Anita Lane, Blixa Bargeld, Danielle de Picciotto, Myra Davies gibi isimlerle birliktedir Gut. Vokallerin ön planda olduğu, nitelikli pop çağrışımları ile house ve teknonun basit döngüleri içinde şekillenen ve temponun zaman zaman yükseldiği bir projedir bu. Sıklıkla toplama albüm gibi değerlendirilse de, aslında Gut’un düstur edindiği ortak çalışma külliyatının bir dökümüdür. Gut ayrıca albümdeki isimlerden Kanadalı performans sanatçısı Myra Davies ile Miasma adı altında üç de albüm yayınlayacaktır 90’larda.

Gut’un Berlin’le kesişen güzergahlarından biri de Berlin bağımsız sahnesinden plak şirketlerinin bir araya geldiği “Marke B” festivalidir. Gut bu etkinliğin proje liderliğinin sonrasında 80 dönemi çalışmalarını tekrar yayımlamak üzere Moabit’i ve minimal / laptop elektronika tarzı çalışmalara odaklanacak olan Monika Enterprise’ı kurar. Ağırlıklı olarak kadın sanatçılara yer veren Monika’dan albüm yayımlayanlar listesi zamanla Barbara Morgenstern, Cobra Killer, Chica and the Folder, Contriva, Masha Qrella, Robert Lippok ve Quarks gibi önemli isimlerle birlikte genişleyerek Alman elektronik müziğinin etkin oluşumlarından biri haline gelir.

Film müzikleri, radyo oyunları, sergiler ve video enstalasyonları ile iyice açılan üretkenlik yelpazesinin yarattığı zamansızlık Gut’un ilk solo çalışmasını bir hayli geciktirir. 2007 yılındaki “I Put a Record On” zarif gitar ve piyano dokunuşları, akılda kalıcı derinlikli bir vokal ve nitelikli bir elektronik kurgu içinde biçimlenen duyarlı ve eklektik bir elektronik pop çalışmasıdır.

Çizgi dışı yaklaşımı, farklı kulvarlar arasındaki etkileyici geçişleri ile izlerini en derinden Berlin’e bırakmış olsa da, 80’lerin başında New York ve sonrasında kıta Avrupa’sında kült bir figür haline gelen Gut, bağımsız elektronik müzik coğrafyasının, “ingenious dilettante” olarak ifadelelen amatör ruhlu heveskarlarından biridir. Yaratıcılık güdüsüyle beslenen kalite çıtasını her daim yukarı çıkarmayı becermiş bir yeraltı kuşağının da efsane kadın sanatçılarından biri olan Gudrun Gut’la fırsatı değerlendirerek bir de röportaj yaptık.

OA-“İçinde bir süre nefes aldığınız hava kabarcıkları” olarak nitelediğiniz birçok kimliğiniz arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz ?

GG-Bu kimliklerin hepsi birbirini destekliyor. Radyo programları müzik bilgimi artırırken DJ’liğime de olumlu yansıyor. Plak şirketi sahibi ve prodüktör kimliklerim de buradan besleniyor. Bu etkileşimler çift yönlü ve daima müzikle ilgili. Müziğime odaklanmak için bir nevi izolasyona ihtiyacım var. Ama bu süreçte de mutlaka müzikle ilgili farklı bilgi ve donanımlarla beslenmeliyim. O yüzden bu farklı kimlikler her anlamda ufkumu genişletiyor.

OA-Berlin sahnesinin önemli ikonlarından biri olarak önümüzdeki 10 yılın müzikal tavrına ilişkin öngörüleriniz nedir ?

GG-Müzik endüstrisinde çok ciddi bir değişim var. Genç sanatçılar kendi çalışmalarını dijital ortamda yayımlıyorlar. Ücret karşılığı bağımsız tanıtım yapan firmalar yeni bir iş kolu oluşturuyor. Myspace, facebook gibi sosyal ağların artan bir rolü var. Müzikal açıdan Berlin daima farklı kimliklerin yeşerdiği bir yerdi. İnsanların değişik şeyler deneyimledikleri ve yeni alanları keşfettikleri bir araştırma alanı. Bu değişmeyecektir. Ağırlıklı olarak “leftwing experimental” olarak tanımlayabileceğim bir tarzda müzik üretiliyor Berlin’de. Öte yanımızda ise bir Paul Van Dyke olması da hiç kötü değil.

OA- Berlin duvarının yıkılması bir dönüm noktası mıdır ?

GG-Kesinlikle. Bölgede sahipsiz onlarca boş alan ve terkedilmiş bina vardı. Bunlar klüp olarak kullanıldı. Bu da müzisyenler için fırsatlar yarattı. Hala yabancı sanatçılar Berlin’e gelmeye devam ediyorlar, ki bu da çok olumlu.

OA-Elektronik kurguları geride bırakıp hayal ettiğiniz üzere tekrar bateri çaldığınız bir proje planı var mı ?

GG-Evet. En önemli planlarımdan biri. Birkaç yıl daha zaman alacak ama mutlaka.

OA-Görsel sanat çalışmalarınızla müzikal kimliğiniz arasında nasıl bir ilişki var ?

GG-Benzer estetik kaygılarla hareket ediyorum. Müzikte çeşitli ses kayıtlarıyla, görselde ise fotoğraflarla yola çıkıyorum. Nasıl sesler proses edilip tanınmaz hale geliyorsa, bir fotoğraf karesi de büyütülerek kimlik değiştirebiliyor. Kısacası her ikisinde de bir nevi soyutlama ile eldekileri ”bana ait” hale getiriyorum.

OA-Babylon performansınız ?

GG-Laptop ve mikrofonla eski / yeni materyallerden oluşacak, cut up ve looplarla mikslenecek ve görsellerde Rechenzentrum’dan Lillevan olacak.

Gudrun Gut’un müzikal yolculuğunun özeti mahiyetinde kulak kabartılabilecek bir seçki :

Mania D – Track Four
Malaria – Your Turn To Run
Malaria – Geld
Matador – Memory
Myra Davies & Gudrun Gut – Slime
Blixa Bargeld & Gudrun Gut – Die Sonne
Thomas Fehlmann & Gudrun Gut – Move Me
Gudrun Gut – Cry Easy


Bu yazı Babylon derginin kış 2009 sayısında yayımlanmıştır.

12 Ocak 2010 Salı

Luke Vibert. We Hear You. Planet Mu. 2009 (minima)

İngiltere elektronik müzik arenasının en üretken ve saygın isimlerinden olan Vibert, farklı isimlerle ( Wagon Christ ve Plug en bilinenleri ) 15 yıla yaklaşık bir süredir Law&Auder, Astralwerks, Ninja Tune, Warp ve Lo Recordings gibi kalburüstü firmalardan, her biri zihin açıcı ve kalite çıtasını hiç düşürmeyen çalışmalar yayınladı. Ara duraklarından biri olan Mike Paradinas’ın ( aka Mu-ziq ) Planet Mu etiketine geri döndüğü bu son çalışmasında, bizi yoğunlukla hip hop / acid ritimler, ara ara drum’n bass / dubstep kurgular, kısa vokal döngüler ve “jazzy” melodiler karşılıyor. Aphex Twin, Squarepusher gibi isimlerle birlikte anılan Luke Vibert’ın çalışmalarının en dikkat çekici özelliği farklı türler arası geçişleri ustalıkla yapabilmesi ve bu karışımdan çok nitelikli, dengeli ve eklektik bir miks yaratabilmesinde yatıyor. Bu çalışmasında yeralan “Hot Stick” ve “Square Footage” gibi daha ayrıksı duran tekno / disko ritimlerin ön planda olduğu parçalar da bu çerçevede değerlendirildiğinde anlam buluyorlar. Parlak ve verimli bir müzisyenden her dinlemede farklı ses kümelerinden keyif alabileceğiniz, bolca malzemenin herhangi bir karmaşıklığa yol açmadan maharetle derlendiği, ortanın üstü bir album elimizdeki.

Bu yazı Babylon derginin 2009 kış sayısında yayınlanmıştır.

King Cannibal. Let The Night Roar. Ninja Tune. 2009 (minima)

Dylan Richards ( aka Zilla ) solo projesi King Cannibal ile “Let The Night Roar”da gerçekten sert, kan akışını hızlandıran, kuvvetli baslar ve kesik vuruşların ustaca harmanlandığı bir çalışmaya imza atıyor. Dubstep, grime ve drum’n bass sularında gezinen albüm sıklıkla hip hop ve elektronik ritim ve öğlerden de besleniyor. Sade ve davetkar denebilecek bir açılışın ardından nabzın yükseldiği, tribal efektlerle süslü “Flower of Flesh and Blood” ve favorimiz “Aragami Style” ile bahsettiğimiz çetinceviz coğrafyaya adım atmış oluyoruz. Sert, ödünsüz, karanlık ve zaman zaman da ürkütücü bir drum’n bass duygusuyla örülmüş dans ritimleri arasında yol alınan tekinsiz bir yolculuk bu. Albümün genelinde yüksek perdeden seslerin ve brutal bir havanın hakimiyetindeki karanlık ama ritim duygusu güçlü parçalardan oluşan bir akıştan bahsetmek mümkün. “Murder Us” ve “So… Embrace the Minimum” ve “Colder Still” bu anlamda öne çıkan diğer parçalar. Richards müzik üretirken belirgin bir temadan yola çıkmayı sevmediğini belirtse de, bu albümde bazen uzakmış gibi algılasak da aslında çok yakınımızda olan sevimsiz ve korkutucu bir hayatın izdüşümünü, acımasız ve sert tonların etkisindeki bir ses paletinden yarattığı renkleri kullanarak gerçekleştirdiğini görüyoruz.

Bu yazı Babylon derginin 2009 kış sayısında yayınlanmıştır.

Lokai. Transition. Thrill Jockey. 2009. (minima)

Radian grubundan tanıdığımız ve Avusturyalı Mosz etiketinin kurucularından guitarist Stefan Nemeth ile Florian Kmet’ten müteşekkil Lokai, 2005 tarihli “7 Million” isimli deneysel soyut elektronika tarzı ilk albümleriyle zihinlerimizde yeretmişti. “7 Milion” elektroakustik tınılı yumuşak gitar dokunuşlarıyla, ziyadesiyle proses edilmiş elektronik seslerin sert, haşin ve amansız bir karışımını içeriyordu. Zengin bir ekipman ve ses havuzu kullanılan bu albümde gitar ve elektroniklerin yanı sıra Rhodes piyano, melodika, keman ve çeşitli ses kayıtlarından yararlanılmış. Samimiyet ve derinlik hissiyatı üst düzeyde olan çalışmada atılan her adımda ikilinin detaylıca çalıştığı belirgin. Ses havuzundan çıkardıkları her minik dokunuş yada melodi belirgin bir rolü üstlenerek, çok katmanlı ve sık dokulu müzikal yelpazedeki yerini alıyor. Çoğu parçada bu seslerin yarattığı ritmik vurguların eşleştiği deneysel kurgular da kulaklarımızda rahatlatıcı ve keyifli bir etki bırakıyor. “Roads” gacırdama / esneme benzeri seslerle başlayıp çan ve perküsyon vuruşlarıyla büyülü bir havaya bürünüyor. “Salvador” karanlık atmosferinin içinde barındırdığı melodisiyle, “Panarea” seslerin birbirine eklenmesindeki maharetle, “Volver”, “Glimmer” ve “Roads Reprise” sakinleştirici etkileriyle ön plana çıkan parçalar. Olgunlukla beslenmiş bir sakinliğin bezendiği çok başarılı bir lo-fi akustik ve elektronik müzik karışımı.

Bu yazı Babylon derginin 2009 kış sayısında yayınlanmıştır.

11 Ocak 2010 Pazartesi

Porn Sword Tobacco. Everything Is Music To Ear. City Centre Offices. 2009 (minima)

Porn Sword Tobacco projesinin arkasındaki isim olan İsveçli Henrik Jonsson, sanatsal üretimleriyle kendi varlığını anlamdırdığını ve müziğiyle dinleyenlere pozitif titreşimler vermek derdinde olduğunu belirtse de, sıklıkla tarzının melankolik ve karanlık olarak tanımlanmasından da şikayetçi olduğunu belirtiyor. Thaddeus Hermann’ın ( Hermann & Kleine ) Berlin menşeili etiketi City Centre Offices halihazırda düşük tempolu, hüzünlü olmazsa olmaz ambient / elektronik albümlerin mekanıyken, bu çalışmaya da yakışan bir etiket seçimi olmuş. Yüksek sesle ve tek başına dinlenmesini tavsiye edebileceğimiz çalışmada, klasik synth melodiler nitelikli bir kurgu içinde kullanılmış. Zaman zaman minik elektronik süslemeler, yumuşak piyano dokunuşları ile örülen albümde bazı sürprizler de yok değil; örneğin “Casual Claude” ve “Cave 4b-50 Clicks Northwest” gibi temponun arttığı ve klasik 4/4’lük vuruşların hakim olduğu parçaların yanı sıra, albümün bizce en iyisi olmaya aday, IDM referanslı “I Love Riding My Bicycle” gibi. Pastorallik derecesi düşürülmüş Marsen Jules ile, naif ve sakin bir Boards of Canada karışımı bir etki bırakan çalışma, yarattığı güçlü atmosfer ve sinemasal etki ile gizemli ve puslu bir arka plana sığınmış keyifli bir dinleti sunuyor.

Bu yazı Babylon derginin 2009 kış sayısında yayınlanmıştır.

Daniel Meteo.Working Class.Shitkatapult.2009 (minima)

2003’te Fenin’e yaptığı “Woods” remiksiyle tanıdığımız Daniel Meteo, Berlin elektronik müzik sahnesinin üretken figürlerinden biri. Son 10 yıla damgasını vuran Shitkatapult etiketinin kurucu kadrosunda da yeralan Meteo, ilk albümü “Peruments”i sahibi olduğu Meteosound’dan çıkarmıştı. Dub etkileşimli minimal vurguların ön planda olduğu ve deneysel tınıların kuvvetli baslarla albüme yedirildiği bu çalışmaya kıyasla, “Working Class” daha geniş bir müzikal yelpaze üzerinden farklı katmanlara açımlanıyor. House, tekno ve dub türlerini referans alan albümün açılışı, etkileyici melodisi ve hipnotik kurgusuyla beğendiğimiz “The Beat of The Heart” ile yapılıyor. “Return of The Pure”da yüksek tempoda seyreden bu döngüler hafiften keyif kaçırsa da, “Working Class”taki ekolu dub ritimler parçaya enfes bir derinlik katıyor. “On The Corner” ve Grace”te devam eden bu olumlu hissiyat, “Signals”da uzayıp giden synhtler arasına gömülmüş kesik vuruşlarla minik bir geri adım atıyor. Vokalli tek parça “In The Mood” dans pistlerine ruh katabilecek bir atmosferi yakalarken, Fenin’i anımsatan “Shön Feddich”, kapanışı yapan “Opener” ve albüme neden konduğu anlaşılamayan kısa piyano solosu çalışmanın diğer parçaları. Özetle dub ve elektronik arasında keyiflice harmanlanmış iyiden hallice bir albüm.

Bu yazı Babylon derginin 2009 kış sayısında yayınlanmıştır.