5 Ekim 2010 Salı

Pan Sonic. Gravitoni. Blast First. 2010 ( minima )

90’lardan bu yana elektronik müzik sahnesinin en önemli isimlerinden biri olan Pan Sonic ( Ilpo Vaisanen ve Mika Vainio ) yeni albümüyle bizi tekrar yerimizden sıçratmayı becermiş görünüyor. Hemen tanınabilir tarzlarıyla ve her daim farklı projelere nitelik katan varlıklarıyla Pan Sonic deneysel elektronik müziğin önemli referans noktalarından biri aslında. Gravitoni ikilinin elektroniklerde neredeyse sınır tanımaksızın uçlarda gezindiği ve sıklıkla endüstriyel vurguları ön plana çıkan sert, tavizsiz ve kendi sözünü dikte eden bir çalışma. Örneğin açılışı yapan “Voltos Bolt” ve takip eden “Corona” veya “Trepanointi” gibi parçalarda bir an kendinizi darbeli matkap sesleri arasında yıkılan bir binanın içindeymiş gibi hissedebilirsiniz. Öte yandan “Fermi” ve “Kaksoisvinokas” gibi parçalarda ilk dönem Pan Sonic tınılarını ve sıcaklığını da yakalamak mümkün. Daha melodik, canlı ve rafine seslerden kurulu bu parçalar albümün bir nebze dengelenmesini sağlıyor açıkçası. Bunlar arasına serpiştirilmiş geçiş parçaları ise özellikle grup elemanlarından Mika Vainio’nun solo albümlerinde rastlanan daha drone tandanslı, karanlık ambient ögeler barındırıyor. Pan Sonic ne yapsa dinlenir diyerek arşive koymakta fayda omakla birlikte, cihazın ses ayarlarını kontrol etmeden “çal” düğmesine basmamanızı tavsiye ederiz.

ÇS. Clicks . Cuts 5.0 Paradigm Shift. Mille Plateaux. 2010 ( minima )

Mille Plateaux ( isim felsefeci Gilles Deleuze ve Felix Guattari ikilisinin aynı adlı kitabından geliyor ) etiketi glitch, clicks & cuts, minimal techno velhasılı deneysel elektronik müzik sevdalılarının 90’lı yıllardaki bir numaralı mabediyken, dağıtım ayağında yaşanan finansal sorunlar nedeniyle 2000’li yıllarda birkaç minik yeniden canlanma denemesi dışında etkin bir role bürünemeyen bir etiket haline geldi maalesef. Nihayet son olarak Total Recall isimli dağıtım zinciri yörüngesine giren etiket, 2010 yılında üç çalışma birden yayımladı. 2000’lerin başında özellikle glitch janrı için en nadide derleme albümler olarak anılan Click & Cuts serisinin devamı olan bu çalışmada Aoki Takamasa, Ametsub, Loom, Marow ve Alinoe gibi grupların parçalarında görece dingin ve minimal yapılandırmalar eşliğinde örülen elektronik bir ses atmosferi bizi karşılıyor. Daha ziyade kulaklıklarda ses hanesine yüklenerek meditasyon şeklinde dinlenebilecek bu parçalar daha önceki Click & Cuts derlemelerine paralel bir kimyaya sahip. Ancak albümün adından anlaşılacağı üzere kalan parçalarının birçoğunda daha gergin, hırçın ve agresif bir söylem söz konusu. Daha çiğ ve kuvvetli sesler, aritmik yapılar içinde eritilerek rahatsız edici bir dil yaratılmış. Özetle Mille Plateaux mu ? Koy sepete…

pq. You'll Never Find Us Here. Expanding. 2010 ( minima )

Maarten Vandewalle ve Samir Bekaert’ten oluşan pq Belçika orijinli bir grup. İlk albümlerini; Benge, Vessel, Stendec, Flotel, Sovacusa gibi isimlere evsahipliği yapan Expanding Records etiketiyle çıkaran grubun çalışması dingin sularda gezinen, akustik piyano ve gitar tınılarıyla bezenmiş başarılı bir indietronica denemesi. Sinematik vurgusu da bir hayli kuvvetli olan albümde, ambient-akustik melodilerin elektronik serpintilerle bezendiğini görüyoruz. Hemen tüm parçalarda gitarın bir adım ön planda olduğu çalışmada, melodik yapıları kuvvetli ve daha dengeli bir yapı üzerine kurgulanan “La Chapelle”, “The Blind Architect”, “Hidden Track”,“In Praise” ve “Hold Me” isimli parçalar bir adım daha öne çıkıyor. pq bu ilk albümüyle takdiri hakederek sonraki çalışmalarına kulak kabartmakta fayda olacağının sinyalini veriyor olsa da, grubun elektroniklerde yakaladığı nitelikli kurguyu akustik enstrüman kullanımlarına pek yansıtamamış olmaları albümün zayıf noktalarından birini oluşturuyor. Akustik kısmın daha statik ve uyuklatıcı bir modda olması sorununun zaman zaman aşılabildiğini en iyi gösteren parça minimal tekno tandanslı kurgusuyla dikkat çeken, yüksek ritimli kapanış parçası “Somebody Should Repeat My Summer”. Gruba geçer not vermekle beraber biraz daha çalışma gerekir diyerek muhalefet şerhimizi de düşelim isteriz.

Greie Gut Fraktion. Baustelle. Monika. 2010 ( minima )

Greie Gut Fraktion, en nihayetinde birlikte bir albüme imza atma kararı almış çok önemli iki Alman bayan müzisyenin ortak projesi. AGF adıyla da bilinen şair ve şarkıcı, Antye Greie Fuchs ile, geçtiğimiz yıl Babylon’da da sahne almış olan ve son 30 yılın Almanya’daki elektronik müzik sahnesinin et etkin figürlerinden biri olan Gudrun Gut’un ortak çalışması olan Baustelle, Gut’un kendi plak şirketi olan Monika etiketiyle yayımlandı. Her ikisi de salt müziğin ötesine geçmeyi başarabilmiş bu iki ikonik figürün çalışması da nefes kesici bir dinleti vadediyor aslında. Karizmatik vokaller, primitif perküsyon darbeleri ve bunlar arasında serpiştirilmiş elektronik kurgular tam bir kulak ziyafeti sunuyor. Ara pasajlarda sertleşen ve hırçınlaşan parçalarda ikili özgün bir dil yakalamayı beceriyor. AGF’nin solo albümlerinde de karşımıza çıkan yankılı ve katmanlı ritimler Gut’un bir Almanca öğretmeni tarzındaki vokallerine eşlik ediyor. Albümde bol bol törpülenmiş endüstriyel tınlar arasına yedirilmiş kırılgan ve naif bir çizgi de var. Gut sonrasında özellikle solo performanslarını çok güçlü görsellerle destekleyen Antye Greie Fuchs’u da tez zamanda memleket sınırlarında canlı seyredebilmenin ümidiyle şiddetle tavsiye ettiğimiz bir çalışma.

Max Richter. Infra. FatCat. 2010 ( minima )

Max Richter’in son çalışması 2008 yılında The Royal Opera House’da ( Londra ) sahnelenen bir bale gösterisi için kendisine sipariş edilmiş 25 dakikalık eserden yola çıkıyor. Albüm versiyonu piyano, elektronikler ve bir yaylılar beşlisi için genişletilmiş olan çalışmada Richter’in çağdaş bir besteci olarak yalın, zarif, belki biraz kırılgan ama bir o kadar da kendinden emin müzikal dilinin yansımaları var. Almanya doğumlu İngiliz besteci / piyanist Richter, Infra’da kendine has bir akıcılığın içine yerleştirilmiş naif melodiler arasında keyifli bir yolculuğa hazırlıyor bizleri. Michael Nyman ve Philip Glass gibi isimleri anımsatan çalışmada özellikle yaylı partisyonlarında derin bir hüzün seziliyor. Albümün genelinde ise gizemli ve keşfedilmeyi bekleyen tınılar arasına ustalıkla yerleştirilmiş bir kararsızlık halinden bahsetmek mümkün. Zaman zaman gerginleşen kurgusuyla albüm adeta bir film müziği olarak gözlerimizde fiktif sahnelerin canlanmasına yolaçıyor. “Journey” ve Infra” isimleriyle numaralandırılmış 12 parçadan oluşan albümde özellikle elektronik motiflerle zenginleştirilmiş bölümler çalışmaya farklı bir lezzet katıyor. Belirgin ana temalar üzerinde minik oynamalarla gelişen albüm, Richter’in adeta enstrümanlar üzerine kurguladığı bir diyaloğu anımsatıyor ve bestecinin yeteneğini başarıyla gözler önüne seriyor.

Taylor Deupree. Shoals. 12k. 2010 ( minima )

Taylor Deupree her daim kulaklarımızı kabarttığımız Amerika orijinli 12k etiketinin kurucusu olarak oldukça üretken bir müzisyen profiline sahip. Yaklaşık üç yıllık bir aranın ardından kendi etiketinden çıkardığı “Shoals” albümü enteresan bir arka plan hikayesini de içinde barındırıyor. Deupree 2009 yılında York Üniversitesi Müzik Araştırma Merkezi tarafından dersler vermek için İngiltere’ye davet ediliyor. Sonrasında okulda karşılaştığı zengin gamelan enstrümanları ( Endonezya’nın Java ve Bali adalarına ait ) koleksiyonu aklını çeliyor ve enstrümanları çalmak yerine farklı yöntemlerle ( vurma, sürtme vb. ) elde ettiği ses ve tınıları özel bir bilgisayar programında harmanlıyor. Be esnada bol miktarda farklı ses de ( Deupree’nin etrafta dolaşması, enstrümanları temizlemesi gibi sesler ) kayıt altına alınıyor. Sonrasında tüm bu döngü, ses ve tınılar bir kez daha 12k stüdyolarında detaylı bir işçilikle gözden geçirilip, sonuçta dört uzun parçadan meydana gelen “Shoals” albümü ortaya çıkıyor. “Shoals” derinlikli yapısı, çok katmanlı atmosferi ve bunlar arasında gizlenmiş incelikli dokusuyla enfes bir dinleti sunuyor. Oktavı artırılmış rafine elektronik seslerle zenginleşen çalışma hipnotik ve sakinleştirici kurgusuyla gerçekten dikkatli bir dinlemeyi ve yüksek bir notu ziyadesiyle hakediyor.

Alternatif Rock Sahnesinin 20 Yıllık Samimi Sesi : Tindersticks

Klavyenin başına özel bir Tindersticks yazısı için kurulmadan, grubun ilk albümlerinin 1993 tarihli olduğunu görünce; insan ister istemez orta yaş kulvarında bir düşük vitesle yol almaya başlayan biri olarak, zamanın ne denli hızlı ve geri dönülemez biçimde yol aldığını düşünmeden edemiyor. Bugüne değin dünya müziğinin önemli temsilcilerini İstanbul’a taşıyan Mavi Müzik Geceleri kapsamında 20-21 Eylül’de Babylon’un sezon açılış konserleri için sahne alacak olan Tindersticks’in 20 yıl boyunca zihinlerimize akıttığı benzersiz işitsel ve görsel hatıralar arasında biraz da iç geçirerek yapılan bu yolculuğun seyir defterinde, hüzün ve melankoliye sarmalanmış zamansız bir müzikal dil ve küçük seslerle söylense de çok derinlere işleyen etkileyici hikayeler var.

Aslında 1988 yılında kurulan Asphalt Ribbons grubu birkaç yıl sonrasında 90’ların en önemli ve etkili İngiliz gruplarından biri olacak olan Tindersticks’in bir nevi çekirdeğidir. Grubun “Old Horse” EP’sindeki ekip tek bir müzisyen dışında ilk “Tindersticks” kadrosu ile aynıdır: Stuart Staples (vokal), Dave Boulter (org ve akordeon), Neil Fraser (gitar), Dickon Hinchliffe (gitar ve yaylılar), Al Macauley (davul ve vurmalılar) ve John Thompson’dan (bas) oluşan kadrodan basçı John Thompson’ın ayrılması ve yerine Mark Colwill’in gelmesiyle birlikte Nothingham çıkışlı grup Tindersticks de kendi yolculuğuna başlayacaktır.

1992 yılında ilk demolarını kaydetmeye başlayan grup, yılın sonunda “Patchwork” isimli single çalışmasını ve ardından 1993 yılında kendi adlarıyla anılan ilk albümlerini yayımlar. 90’lı yıllara silinmeyecek izler bırakacak olan Tindersticks müziğinin tüm ipuçlarının benzersiz bir maharetle işlendiği nefis bir dinletidir bu ilk albüm. Yaylı partisyonuyla unutulmazlar arasına giren açılış parçası “Nectar”, Staples’in abartısız bariton vokallerine eşlik eden keman sesleri ve derinlikli atmosferiyle “Tyed”, gitar rifleri ve keman arasında gidip gelen yüksek temposuyla dikkat çeken “Whiskey and Water” gibi parçaların yanısıra bugün bile ilk akla gelen Tindersticks klasikleri arasında sayılabilecek “City Sickness”, “Milky Teeth”, “Jism” ve “Her” parçalarını barındıran bu muhteşem ilk albüm grubun farklı lezzetler barındıran müzikal kimyalarının ispatı niteliğindedir.

İki yıllık bir aradan sonra grup yine isimsiz olarak (2. albüm olarak da anılmaktadır) “This Way Up” etiketiyle yeni bir albüm çıkarır. İlk çalışmaya paralel olarak hemen hemen tüm İngiliz müzik basını tarafından yılın en iyi 10 albümü arasında gösterilen çalışma, İngiltere listelerinde 13 numaraya kadar yükselecektir. “My Sister”, “Tiny Tears”, “Talk To Me” ve The Walkabouts grubundan Carla Torgerson’un Staples ile vokalde düet yaptığı “Traveling Light” albümün öne çıkan parçalarıdır.

Tindersticks’i 90’lar indie / alternatif rock sahnesinin en önemli topluluklarından biri yapacak olan bu iki albümün dikkat çekici yanı grubun müzikal kimliğindeki olgunluktur. Grup elemanları arasında yakalanan denge ve zaman zaman Ian Curtis ( Joy Division ), Tom Waits ve Nick Cave gibi isimlerle adı anılacak denli eşsiz bir vokali olan Stuart Staples’in başrolde olmasına rağmen müzikal anlamda yaratılan eşitlikçi ortam; ortaya çıkarılan zengin içeriğin ana hayat damarlarıdır. Grup açıklamalarında sadece yapmak istedikleri müziğe odaklandıklarını ve nihayetinde aslolanın yarattıkları müziğin grup olarak kendilerini nasıl hissetirdiği olduğunu belirtecektir. Kastedilen samimi ve gerçek müziği yapmanın formülüdür aslında.

Tindersticks öncesi evredeki Asphalt Ribbons parçalarına bakıldığında, yüksek bir tempo ve daha tavizsiz / sert bir atmosfer olsa da bazı parçalarda Tindersticks müziğinin izdüşümlerini yakalamak mümkündür. Staples’ın koyu, derin ve didaktik vokaline eşlik eden yaylılar, arka planda bu iki ana figür için minik bir orkestra gibi çal(ış)arak eşsiz bir ambiyans yaratan gitar, davul ve vurmalılarla kaynaşarak; bir yandan melankolik ve hüzünlü bir resim ortaya koyarken, bir yandan da zarif, incelikli ve samimi bir dil oluşturmaktadır. Bu anlamda Asphalt Ribbons dönemini Tindersticks’in albümlerindeki olgun, oturmuş ve güzergahını belirlemiş çizginin hazırlık safhası olarak da değerlendirmek olasıdır.

1997 yılında grubun üçüncü stüdyo albümü olarak yayımlanan “Curtains” öncesi Tindersticks Fransız yönetmen Clare Denis’in 1996 tarihli filmi “Nenette et Boni”nin müziklerini yaparlar. Tesadüf gibi görünen bu birlikteliğin arka planında Tindersticks’in loş bir fon üzerinde yükselen siyah beyaz notalarının yarattığı sinematik vurgusu yüksek müzikal dilin etkisi olduğu aşikardır. Takip eden yıllarda grup yine bir Clare Denis filmi olan “Trouble Every Day”in de müziklerini yapacaktır. “Curtains” albümü aslında grubun ilk iki albümü sonrası işlerin biraz da grup insiyatifinden çıktığı zorlu bir dönemin, yorucu bir çalışmasıdır. Dickon Hinchliffe bir röportajında o dönemki müzik yapım sürecinden keyif alamadıklarını açıkça belirtecektir. Dönemin bir özeti turneler arasına sıkışıp kalmış “Tindersticks”in kendini anlattığı “Ballad of Tindersticks” parçasıdır.

“Simple Pleasures” yine iki yıllık bir aranın ardından gelir. “Can We Start Again?” adını taşıyan açılış parçası adeta yeni dönemin habercisidir. “Curtains” albümünde grubu bir nebze ikinci plana atan yoğun orkestrasyonun yerine tekrar grup elemanları ön plana çıkmış ve albüm geneline yansıyan pozitif bir hava yakalanmıştır. Grup elemanları bu albümle birlikte kendilerini ifade edebilmenin yolunu artık bulduklarını ve 97-98 dönemine kıyasla daha mutlu bir evre sonucunda albümü kaydettiklerini belirteceklerdir. “Before You Close Your Eyes” bu keyifli havanın notalara yansıdığı nefis bir çalışmadır.

2001 yılında Beggars Banquet etiketiyle yayımlanan “Can Our Love” aynı çizgide devam eden bir çalışma olarak kayıtlara geçecektir. Staples’ın hiç aceleye getirmeden adeta mırıldanarak içimize işleyen vokali, yaylı ve üflemelilerin incelikle yarattığı atmosfer dinleyicilere oldukça rafine bir arka plan dahilinde sunulur. Staples ilk üç albümlerinden sonra artık gidecek daha fazla yerlerinin kalmadığını hissettiklerini ve “Simple Pleasures” ve “Can Our Love” ile farklı bir formülasyon ile müziğe yaklaştıklarını belirtecektir. Bu yeni meydan okuma çok daha dingin, bahsi geçen yoğun orkestrasyonun ciddi biçimde azaltıldığı, parça dinamiklerinin minimal bir kurguyla ele alındığı bir yapıyı da beraberinde getirecektir. Staples’in insanı peşinden sürükleyen ve akıldan çıkmayan vokalleri elbetteki albümün yine başat figürüdür.

Tindersticks iki yıllık ara geleneğini bozmaz ve 2003 yılında “Waiting For The Moon”u yine Beggars Banquet’ten piyasaya sürer. Ardından yoğun bir turne dönemi gelir. Turneler yorucu olsa da grup elemanları sahnede olmaktan ve hikayelerini birebir dinleyici ile paylaşmaktan mutludurlar. 2003 tarihli bu albüm orjinal Tindersticks kadrosuna sahip son çalışma olacak, ilerleyen yıllarda vokalist Stuart Staples kendi solo albümlerine (Lucky Dog Recordings 03-04'- 2005 ve Leaving Songs - 2006) ağırlık verirken, grup 2006 yılında ana kadrosundan üç ismi kaybedecektir. 2008 yılına dek sürecek bir sessizlik / dağılma döneminin ardından tekrar stüdyoya giren üç kişilik çekirdek Tindersticks kadrosu ise bu defa “The Hungry Saw” albümüyle hayranlarının karşısına çıkacaktır. Yeni albümle birlikte ana kadronun yarısını yitirmiş olan Tindersticks yola Stuart Staples (vokal), Dave Boulter (org ve akordeon) ve Neil Fraser (gitar) kadrosuyla devam kararı vermiştir. Ekibe davulda Thomas Belhom ve basta Dan McKinna eşlik etmektedir. Naif piyano melodileri ile açılan albüm “Yesterday, Tomorrows”, “The Other Side of the World”, “The Hungry Saw” ve “The Turns We Took” gibi etkileyici parçalarla Tindersticks hayranlarını bir hayli sevindirecektir.

Tindersticks’in 20 yıla yayılan uzun yolculuğunun şimdilik en son durağında ise 2010 çıkışlı “Falling Down a Mountain” albümü var. Grubun yanlarına vokal ve gitarda Davit Kitt’i, davulda Earl Harvin’i kattıkları bu albüm aynı zamanda 4AD etiketiyle çıkardıkları ilk çalışma. "Black Smoke", "She Rode Me Down", “Peanuts” ve "Travelling Light" gibi parçaların ön plana çıktığı albümde Staples’ın dumanlı vokalleri ile örülmüş masalsı bir atmosfer hakim. İlk albümlerdeki iddialı melodilerin yerini sakinliğin, oturmuşluğun ve 20 yılın görmüş geçirmişliğinin aldığını gördüğümüz albüm, Staples’ın Babylon dergiye verdiği röportajda belirttiği gibi dinleyici ile grup arasında kurulacak ilişkinin samimiyetini yükseltecek derecede içten bir çalışma.

Babylon dergi sordu, Stuart Staples yanıtladı !

“Kendi sesini bulmak, bazı şeyleri kaybetmekle alakalıdır” şeklinde bir ifadeniz var. Kasıt kendi tarzını bulabilmek için zamana yayılan bir öğrenme süreci mi ?

-Sanırım “kendi sesime” oldukça yaklaştım. Müzik yapmaya başlamadan halihazırda onlarca şeyden etkilenmiş oluyorsunuz. Bu etkilere açık olma hali zaman içinde kademeli olarak devam ediyor. Kendi sesimi bulmak için yapmaya çalıştığım bu yüklerden ve etkilerden sıyrılmak aslında.

-“The Hungry Saw” albümüne ilişkin bir notunuz var; o albümde kendi sesinizi bulduğunuza dair...

-Açıklaması biraz zor, her defasında sonuca daha da yaklaştığınız bir olgu bu. Bir parçayı yazarken, belli bir noktada parçanın varolmadığına dair bir hisse kapılırsınız. O an için düşüncelerinizin akıp gitmesine izin vermelisiniz; ta ki müziğin varolduğunu ispatlayacağı ilk ilham noktasını keşfedinceye dek.

İnsanların Tindersticks’in müziğiyle ilgili düşüncelerini pek umusamıyorsunuz galiba. Bu hala geçerli mi ?

-İlk zamanlarda tek tek yada grup olarak 10 yıl kadar bir süre insanların pek de ilgi göstermedikleri müzikler yaptık. İlk albüm çıktığında orada gerçekten “biz” vardık. İnsanların müziğimizde kendilerine ait birşeyler bulmaları çok hoş ve cesaretlendirici. Ama konu müzik yapmaya gelince başkalarına değil kendinize bakmalısınız. Müzik yaparken dış seslere maruz kalmak, kendi benliğinizden uzaklaşıp gerçekliğinizi yitirmenize yolaçar.

-Tindersticks melankolik ve depresif ifadelerini akla getiriyor. Oysa ben “zamansız” ifadesini tercih ediyorum. Sizce ?

-Birileri yaptığımız müzikte gerçek ve samimi bir an yakalayabiliyorsa, o zaman müziğimizin zamansız olduğundan bahsedebiliriz. İlk albümlerimiz çıktığında Tindersticks’e benzeyen gruplar yoktu. Yaptığımız o günün yada zamanın müziğinin dışındaydı. Bu samimiyeti müziğimize hep yansıtmaya çalıştık.

-Birkaç yıl önce kurucu kadroda yeralan üç isim gruptan ayrıldı. Bu müziğinizi etkiledi mi ?

-Hem evet hem de hayır. Ben, Dave ve Neil çoklukla grubun genel tarzını belirleyen kişilerdik. Bir yandan güçlü olabilmek için bu özü korumak, bir yandan da yeni isimlerin gruba getireceği farklı yaklaşımlara ve dinamiklere açık olmak gerekiyordu. Şu an için daha büyük bir aile olduk, hep yakınımızda olan yaklaşık 15 kişilik bir ekip var. Böylelikle farklı formlara girebiliyoruz. Daha esnek ve dışadönük bir grup haline geldik. Evet, hala o özü ve bizi biz yapan ruhu koruyoruz ama farklı meydan okumalara da açığız.

-Yakında solo albüm var mı ?

-Müziğe ilişkin ne hissettiğinizle ilgili bir durum bu. 2003 yılında grup yaratıcılık açısından iyi bir ortam sunmuyordu ve solo albüm yapmak o an için mantıklı görünen bir seçenekti. Şu an durum oldukça farklı. Zaman içinde anlatmak istediğim somut fikirler oluşursa yeni bir albüm yapmak konusunda herhangi bir çekincem yok.

-Kendinizi bir şair olarak görüyor musunuz ?

-Sanırım şarkı sözü yazmakla şairlik farklı. Söz yazarken kağıt üzerine notlar alıp kelimelerin anatomisiyle uğraşmıyorum. Kafamın içinde oluşuyor şarkıların hikayeleri. Şairlik kendi içinde farklı formlara bürünebilir ama ben hiç masa başında şarkı yazdığımı hatırlamıyorum.

-Tindersticks’in müziğini en iyi tanımlayan renk ne olurdu ?

-Şekiller ve renkler çok önemli. Ama bu çok değişken bir durum. Her parçamız aynı renkte olsaydı bu çok can sıkıcı olurdu. Sanırım her parçamız kendi rengine, hatta kendi renk yelpazesine sahip aslında.


Bu yazı Babylon derginin sonbahar 2010 sayısında yayımlanmıştır.

3 Ekim 2010 Pazar

Nate Wooley / Paul Lytton. Creak Above 33. PSI. 2010

Bu değerlendirme Cazkolik web sitesi için yazılmıştır...( www.cazkolik.com )

AKsi-isTİKAMET’te alışılageldiği üzere yine sınırlarda dolaşan, benzerlerine pek sıklıkla rastgelmediğimiz, müzik kalıplarının her anlamda forse edildiği ve algılarımıza yeni soluklar kazandıracak nitelikte özgün bir çalışmadan dem vurmak üzere klavye başındayız. İki farklı kıtadan ve iki farklı jenerasyondan müzisyenin, ikinci kez biraraya geldikleri bu çalışma Amerikalı trompet sanatçısı Nate Wooley ile İngiltere’den perküsyon sanatçısı Paul Lytton’u enerjisi yüksek bir atmosferde yanyana getiriyor. İkilinin 2008 yılında“Broken Research” etiketiyle yayımlanan isimsiz albümlerinin ardından geçtiğimiz aylarda zihin açıcı çalışmalara ev sahipliği yapan PSI Records etiketiyle çıkardıkları bu yeni çalışma “Creak Above 33” adını taşıyor. Adet olduğu üzere iki müzisyeni biraz mercek altına yatırmakla başlayalım isteriz.

1974 doğumlu genç bir müzisyen olan Nate Wooley profesyonel olarak trompet çalmaya 13 yaşında babasının yanında başlar. Oregon’dan Colorado’ya geçerek birçok farklı müzisyenle çalışsa da, kendi kariyeri açısından en önemli süreci doğaçlama özelinde birlikte çalıştıkları Jack Wright ile geçirir. Wrightbir anlamda Nate Wooley’nin rutin formasyonların dışına çıkarak sesler evreninde kendi yolunu bulmasına yardımcı olan önemli bir isimdir. İlerleyen dönemde Nate Wooley genç yaşına rağmen çok önemli isimlerle birlikte çalacaktır. Bunlar arasında Anthony Braxton, John Zorn, Fred Frith, Marilyn Crispell, Steve Beresford, Wolf Eyes, Akron/Family, David Grubbs ve Peter Evans gibi isimlerin altını çizmek,Wooley’nin ne denli kuvvetli müzisyenlerle çalıştığını net bir şekilde gösteriyor aslında. Nate Wooley ile ilgili ek bir notumuzu da AKsi-isTİKAMET sayfalarına taşıdığımız “Creak Above 33” çalışmasınınWooley’nin 2010 yılında yayımladığı 4. çalışma olduğuna ilişkin düşelim (diğerleri : “The Almond” Compost and Height / “Trumpet/Amplifier” Smeraldina-Rima / “Tooth and Nail” - Joe Morris ile birlikte - / Clean Feed).

Paul Lytton ise 1947 doğumlu bir müzisyen. Perküsyon (ve davulun) yanı sıra aynı zamanda birçok projede canlı elektroniklerden sorumlu kişi olarak da onun adını görmek mümkün. 60’lar ve 70’lerin başlarında doğduğu yer olan Londra’da çalan Lytton, aynı zamanda London Musicians Coop ve Aachen Musicians Coperative gibi oluşumların da kurucu üyesi. Lytton’un dikkat çekici özelliklerinden biri de hemen hemen 70’lerden bu yana kendi enstrümanlarını kendisinin yapıyor olması. 1975 yılından bu yanan Belçika’da yaşayan Lytton’un kariyerindeki en önemli oluşum Evan Parker (Paul Lytton’nun Evan Parker ile duo olarak da çalıştığının altını çizelim) ve Barry Guy ile oluşturdukları trio aslında.

Paul Lytton bugüne değin 80 civar albümde adı geçen caz müziğinin önemli bir ismi olarak çok zengin bir portföye sahip. 1968 yılında yayımladığı “An Electric Storm” isimli ilk albümünden bu yana ortalama her yıl iki albüme imza atan sanatçının davul çalmaya 16 yaşında başladığını da belirtelim.

“Creak Above 33” aslında en başından genelgeçer kalıplara pek rahatlıkla sığdıramayacağımız zorlu bir dinleti sunuyor bizlere. Enstrümanların farklı bir dil ve kimliğe büründürüldüğü albüm boyunca klasik anlamda kulaklarımızın aşina olduğu ritim, melodi ve armoni gibi öğelerin herhangi birine rastgelmek çok olası değil. Bu anlamda çalışmayı hem bir caz albümü oalrak sınıflandırmak, hem de herhangi bir klasmana gönül rahatlığıyla sokuvermek bir hayli zor. Albüme ilişkin değerlendirmelerden birinde altı çizilen “ne trompetin trompet gibi, ne de vurmalıların vurmalılar gibi çalınmadığı bir albüm” ifadesi aslında kısa ve yerinde bir değerlendirme. Albüm her biri çeyrek saati bulan dört uzun parçadan oluşuyor.

Açılışı yapan “The Mbala Effect” endüstriyel vuruşlar arasında trompetin kesik kesik soluması ile fantastik bir giriş yapıyor albüme. Doğaçlama hissiyatı ile anlık kurgulanan bu yapıda perküsyonlar devamlı değişen bir ses kümesini oluşturarak arka planda trompete eşlik ediyor. Devamlılığı olmayan bu kesik cümleler adeta savaş çığlıkları gibi adım adım etrafı saran saldırgan ve haşin bir kolajın parçası oluyorlar. Ara pasajlarda nefeslenen trompetin yerine naif ve primitif bir yorumla şekillenen vurmalılar geçiyor. Bir ara trompetin de bu amansız tempoda adeta “nefes darlığı” çektiğine şahit oluyoruz aslında. Hipnotik bir etki yaratan gizemli bir yolda ilerlediğimiz bu dakikalarda trompetin her bir tınlaması adeta bir uyarı niteliğinde üst perdeden içimize işliyor. Vurmalıların primitif dokusu parçaya brutal bir ayinin hissiyatını katıyor. Sözkonusu olan karanlık, sert mizaçlı, yerinde duramayan ve huzursuz bir ambiyansın iki virtüöz tarafından zorlu bir dile tercümesi gibi adeta.

“The Gentle Sturgeon” görece olarak çok daha sakin bir başlangıça sahip. İlk anlarda başrollerde canlı elektroniklerin düşük tempoda çalışan bir motoru andıran ritmik seslerine eklemlenen metalik tınlara şahit oluyoruz. Daha ham ve rafine edilmemiş bu ses hüzmesinin içinde, yolunu kaybetmişçesine farklı yönlere anlık gözatılan bir şaşkınlık hakim. Parçanın ortalarına doğru bu arayış sürecine trompetin de eşlik etmeye başladığını görüyoruz. Parçanın ikinci yarısı oldukça deneysel, aritmik ve endüstriyel referansları güçlü bir yörüngede ilerliyor. Bu aşamaları seyrederek dinlemek muhtemeldir ki sadece dinlemekten birkaç kat daha faydalı. Zorlu koşulara alışık olmayan kulaklar için bu kısımların bir hayli yıpratıcı, tanımlanamaz ve yorucu gelebileceğini de belirtmiş olalım. Zira bahsettiğimiz ilk başta da altını çizdiğimiz gibi melodi ve ritim kurgularından arındırılmış bir yapılandırma. Bir yığın hırdavatın sonik bir cihazla süpürüldüğünü hissetmek gibi garip algılamalara kapılmak bile olası diyerek bu parçaya ilişkin son notumuzu da düşelim.

“Filtering The Fogweed” ince metalik tınılar ve ahşap bir kutunun içinde yuvarlanan objelerin seslerini andıran bir arka plan dahilinde trompetin hafif üflemeleriyle başlıyor. Birinin tüm bu metalik objeler arasında aradığını bir türlü bulamadığı hissine kapıldığımız anlarda trompetin ve davulun biraz daha anlaşılır biçimde kurduğu kısa cümleler en azından müzikal omurganın bir gıdım daha rahat takip edilmesini sağlıyor. Ancak hala ortada genel anlamda “bir müzik parçası” hissi verecek denli kuvvetli bir ana hat olmadığını da belirtmek lazım. Öte yandan parçanın ilerleyen dakikalarında daha ziyade birtakım ek ses kümeleri üzerine şekillenen iki enstrümanı duymak olası. Ziller, su sesleri, boğuk trompet üflemeleri ve cızırtılar arasında kaybolmamak ve bir orta yol tutturabilmek hala bir haylü güç. Son pasaj ise trompetin biraz geri plana çekilip sahneyi doğaçlama perküsyon tınılarına bıraktığı bir bölümden oluşuyor.

Kapanış trompetin liderliğinde “The Lonely Fisherman” ile yapılıyor. Davuldaki minik dokunmalar ve metalik sesler arasında kendi yolunu net bir şekilde çiziyor trompet. “The Lonely Fisherman” ikili arasındaki paslaşmaların en yoğun ve topu ileri hatta taşıyan nitelikte olanlarına ev sahipliği yapıyor aslında. İkinci bölümde parça katmanlı bir sakinliğin içine adım adım kümeleniyor ve uzayıp giden ses yankıları arasında perdeyi yavaşça indiriyor.

Farklı jenerasyondan iki usta müzisyenin doğaçlamanın ve deneyselliğin uçlarında umarsızca gezindiği bu ayrıksı ve maceraperest yolculuk, kendimizi ister istemez daha rahat ve konforlu hissettiğimiz bildik kalıplarla arşınlanmaya kalkıldığında engebelerle dolu ve çıkar yolu olmayan ormanlık bir alanda çaresiz ve bir başımıza bırakıveriyor bizleri. Satır aralarına odaklanan, detaycı ve bir anlamda zihnimizi özgür bırakmayı becerebildiğimiz farklı bir pencereden bakabildiğimiz anlarda ise, adeta yeni bir dili öğrenmiş olmanın keyfini bizlere sunan zorlu ve zevkli bir bilmece aslında “Creak Above 33”. Şifresi deforme edilmiş, belki de şifresizleştirilmiş bir bakış açısıyla müziğin en saf halinden kotarılan albüm, çoklu melodik bir yapının yerine anlık seslenişlerle dile gelen bir yakarış niteliğinde. Cümlelere değil kelimelere ve hatta hecelere yönelen, şekil ve desenlere değil renklere yer açan ve kendini farklı bir yere konumlandıran bir albüm. Bu denli periferik bir konumlandırmayı ilk bakışta net bir kavrayışın içine dahil etmek zor olsa da, bu çaba getirisi yüksek bir ön yatırım niteliğinde.