26 Temmuz 2009 Pazar

AGF / Delay. Symptoms. Bpitch Control. 2009

Müzikal ajandamıza yılın ilkyarısında Bpitch Control ( Ellen Allien ablamızın ve şürekasının yayın merkezi ) etiketiyle düşen çalışma, çokça lakap sahibi Fin Sasu Ripatti ( aka Vladislay Delay, Luomo, Conoco, Sistol, Uusitalo ) ile aynı zamanda eşi de olan Antye Greie-Fuchs’un 2005 tarihli “Explode” albümü sonrası ikinci ortak üretimleri. Elektronik müziğin tatbiki coğrafyasının farklı bölgelerinde sıklıkla adından sözettiren çalışmalara imza atan ikiliden Sasu Ripatti’yi ziyadesiyle Vladislay Delay ve Luomo ( bu isimle birkaç yıl evvel Phonem by Miller kapsamında Babylon’u da ziyaret etmiş ve eklektik bir minimal deep/tech house seti çalmıştı ) adıyla yaptığı çalışmalardan hatırlıyoruz. AGF ise sanıyorum ki az sayıda özel takipçisi dışında ülkemiz sınırları içinde gerektiğince ve yeterince bilinmiyor. Aslında bu çok yönlü sanatçının eylem kulvarı etkileyici derecede kalabalık ve bunu web sitesinde özetleyen cümleyi ingilizce olarak alıntılamakta bir beis görmüyoruz: AGF alias Antye Greie is an East German singer and digital songwriter, producer, performer, e-poet, calligrapher, digital media artist known for artistic exploration of digital technology through the deconstruction of language and communication within music and abstract poetry that occurs within sound. Fazla söze ne hacet!.


12 parçadan oluşan albümde AGF’nin konuşma / fısıldama arasında gidip gelen hipnotik ve şiirsel vokal kullanımının yanısıra şarkı sözlerinin de belirleyici bir rolü olduğunu belirtmeliyiz. “Symptoms”, “Get Lost, “Outbreak”, “Connection”, “Smile Away” gibi parça isimlerinde de kendini gösteren ve günümüz dünyasına eleştirel bir bakışı da içeren albümde küreselleşme, kapitalizm, teknoloji, paranoya, uzaklaşma gibi kavramlar etrafında üretilen genel bir anti-ütopyan refleks olduğunu görüyoruz. Bu çerçevede titizlikle minik yorumlar halinde şarkı sözleri arasına iliştirilen insanlık, teknoloji ve topluma ilişkin aforizmalar dikkate değer nitelikte. Örnekse açılış parçası “Get Lost” içinde geçen “lost my sustainability”-“lost my voice of reason”-“give me something I can hold / so I can get lost a little further” gibi. Yada devamındaki etkileyici parça “Connection”daki “I hear your tiny voice / via some satellite phone / one I don’t own / one I don’t know / who owns my connection to you” gibi. Ve hatta “Outbreak” isimli parçadan alıntıladığımız “I am no longer following the concept of empathy”, “we eat the same shit / we shit the same color” gibi. Birçok parçanın şarkı sözlerine
www.agfdelay.com adresinden ulaşmanız mümkün bu arada. Albüme adını veren parçadan da bir cümle ekleyelim en son : "I felt paranoid at reception desks, I felt robbed at security checks"...

Solo çalışmalarında daha deneysel kıvılcımlar saçan ikilinin çalışmasında dub / tekno ritimleri içerisine yedirilmiş soyut elektronika parçacıkları ile ilerici bir popun lirik yansımalarını görüyoruz. Ritmik yapıdaki aksak kurgu zaman zaman güç takip edilir bir kıvam oluştursa da AGF’nin vokallerinin adeta sterilize edici özelliği bu zorluğu aşmamıza yardımcı oluyor. Orta sertlikte ve mayhoş bir havada süregiden çalışmada yüksek temposuyla dikkat çeken “Downtown Snow” aynı zamanda AGF’nin Alman soslu İngilizcesiyle de keyif veriyor. Yine aforizma derseniz “look, don’t touch / listen, don’t talk / smashed up sanity / smashed up integrity” derim. Albümde ikilinin farklı bir müzikal / kavramsal dil yarattığından da bahsedebiliriz; ilk dinlemede ılımlı, davetkar ve heyecan uyandıran ama detaylara hakim olmak için birkaç ek dinlemeyi gerektiren ve dinledikçe daha da sarmalandığınızı hissettiğiniz soyut bir dil. Bunda AGF’nin ( en az Cocteau ikizi Elisabeth Fraser denli etkileyici bir sesi olduğunu düşünmekteyiz ) sıradan gibi gelen ama derinlikli ve etkileyici vokal tarzının huşu içinde tüm parçaların omurgasına adeta yapışmasının da etkisi var elbette.

Apokaliptik, karmaşık, endişe uyandıran ve belki de histerik bir dünyanın içedönük bir yorumu “Symptoms”. Bu içedönüklük ve kapalılık hali nedeniyle çalışmanın eleştiriye açık tek eksiği de tedaviden öte semptomlar üzerinden bir ilişki kurguluyor olmasında yatıyor. AGF’nin didaktik, erotik, maskülen/feminen, uhrevi gibi uçlarda dolaşan vokal tarzının ustalıkla geliştirilmiş bir işitsel altyapı üzerine eklemlendiği çalışmada, AGF ve Delay’in diğer projelerinden daha farklı bir müzikal dilin bizi beklediğini de belirtelim. Umarım ki AGF Delay’li yada değil daha da gecikmeden yurdum sınırları içinde de yankı bulur ve biz de bu önemli ismi canlı seyretme şansını yakalayabiliriz.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Mika Vainio / Lucio Capece. Trahnie. Editions Mego. 2009


Finlandiya’nın medar-ı iftiharı Pan Sonic yarısı Mika Vainio ile Arjantin orjinli avantgarde soprano saksafoncu Lucio Capece’nin ortak çalışmaları aslında müzikal ve coğrafi yelpazenin birbirine olabildiğince uzak dilimlerinde yeralan bu iki ismin ( birlikte altına imza attıkları ilk çalışmaları ); kaotik, sert mizaçlı ve tavizsiz atışmalarının işitsel bir izleği niteliğinde. Doğaçlamanın, sonik deneylerin, değişken frekansların, gürültünün, zaman zaman sakin ama yeri geldiğinde boyundan posundan çekinmeden ortalığı toz duman eden ses kırıntılarının birbirine sarmalandığı albüm bir saate yaklaşan süresi boyunca detaycı bir kulak verişi fazlasıyla hakediyor. Albümdeki Mego etiketi ise adeta yıldızlı pekiyi olan karnemize öğretmenimizin düştüğü motive edici kanaat notu gibi doğru yolda olduğumuzu gösteren bir karine.

Hazırlıkları iki yıl süren albüm kulakları rahatsız eden ve adeta bir uyarı niteliği taşıyan siren vari “Ujellus” isimli parçayla açıldıktan sonra müteakip adımlarda güzergahını fazlasıyla belli ediyor. Capece’nin “Free Jazz” çağrışımlı deneysel üflemelerinin içine akıtılan Pan Sonic referanslı minimal dokunuşlar “Juurake” isimli parçada albümün genelini temsil eder bir bütünlük sunuyor. Parça içinde rayından çıkan ve birarada zorla tutuluyormuşçasına kendi çığlıklarını atan seslerden oluşan bir kolajdan bahsetmek mümkün.

Çalışmanın genelinde en çok puan toplayan kısmın Capece ve Vainio’nun temsil ettikleri iki değişken algı, yorum ve üretim prosesinin alkışı hakeder nitelikteki birlikteliği. Buradaki hüner sunulanın iki değişken boyutun eksiltilerek birbirine yedirilmesi yoluyla değil, ana kimliklerini koruyarak üstüste eklenmesiyle oluşturulan yeni bir kodlama olmasından kaynaklanıyor. Birbirine karışan ama değiştirmeyen, birbirini tamlayan bir kodlama. Tarzanca konuşmaktan öte iki yabancı dile hakim olmak gibi.

Tüm parçalarda bu karşılıklı iyi pas alışverişi ve sahaya hakim oyun kurgusunun müzikal izdüşümlerini deneyimlemek mümkün. “Hondonada” parçasında Capece’nin Jon Hassell’i anımsatan sersemletici derinlik algısının içinde Vainio’nun kendi yolunu bulma çabalarına şahit oluyoruz. “Hobojungle”da ise Capece’nin ümitsiz haykırışlarına eşlik eden karamsar ( hatta kötücül ) bir Vainio görüyoruz. Rol değişimleri ve biribirine sufle vermeler karşılıklı devam ederken, “Tolmavuo’da dümene Vainio geçiyor, “Sigilo”da ise hikayeyi Capece’nin yorumu tek başına sürüklüyor. “Manana” ise Herzog filmlerinin hikayesi düşkırıklıkları arasında sonlanan yenik ama mağrur kahramanına adanmışçasına açımlanan ve sonsuzluğu çağrıştıran basit ve etkileyici bir kapanış parçası.

Albüm her daim sarfetmeyeceğimiz ve değerlendirme skalamızda karşılığı kendisiyle muteber “beton” ifadesini sonuna kadar hakediyor. Kendinizi farklı ortam ve şartlarda değişik hislere zerketmenize yolaçabilecek çalışma, iki yetkin müzisyenin maharetli ellerinden çıkma bir albüm olarak 2009 külliyatının şimdiden notu düşülenleri arasına ( biraz da kulvar farkı atarak ) giriyor. Ayrıksı ses kolajlarının içinde kendini kaybetmek isteyenler için derecesi yüksek alkol etkisi yapma potansiyeli, en az farkında olmadan yüksek bir ses seviyesinde iken “play” tuşuna basarsanız yaşayacağınız şok kadar yüksek olan albüm bu anlamda “beton” gibi bir çalışma.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Elegi. Varde. Miasmah. 2009


Elektronik müziğin önemli kesişim kümelerinden birinin klasik müzik olduğunu belirtmişken, son dönemde bu tarz işler arasından sıyrılarak dikkatimi celbeden bir albümü de mercek altına yatırmak istedim. Norveçli müzisyen Tommy Jansen’in Elegi takma adıyla 2007 yılında yine aynı etiketten ( Miasmah ) yayımladığı “Sistereis” sonrası bir üçleme olması muhtemel serinin ikinci albümü olan “Varde”den bahsediyorum. Aslında “Varde” dip toplamda klasik müziğin elektronik altyapı ve kurgu üzerinde karakterini daha baskın ortaya koyan bir kompozisyona sahip. Daha ziyadesiyle bir üvertür denemesi ve hatta bir ağıt ( requiem ).

Jansen diğer çalışmasında olduğu gibi bizi yine geçmişin tozlu sayfaları arasında puslu ve karanlık bir yolculuğa davet ediyor. 1900’lerin başlarında maceracı iki ismin Güney Kutbu’na ulaşan ilk insanlar olmak uğruna hemhal oldukları adı konmamış rekabetlerinin hüzünlü sonuna yakılmış bir ağıt “Varde”de hayat buluyor. İngiliz kaşif Robert Falcon Scott ve adamları Güney Kutbu’na doğru yaptıkları amansız yolculuğu bitirdiklerinde Norveçli kaşif Amundsen’in kendilerinden önce bu noktaya ulaştıklarını görür. Hayal kırıklığı ve umutsuzluğun tetiklediği geri dönüş gayreti kendisi ve ekip arkadaşları için ölüme uzanan adımlardan ibaret kısa bir yolculuk olacaktır. Geç kalmış bir kahraman mı yoksa hırs uğruna ekip arkadaşlarının ve kendisinin açbilaç soğuktan donarak ölmelerine yolaçan aksi huylu bir lider mi ? Bu bilinmez ama muhtemeldir ki Amundsen’i pek hayırla anmamış olacak ki tarihe adını yazdıran bu şahıs da yıllar sonra arkadaşlarıyla oluşturdukları bir kurtarma timini taşıyan uçağın ortadan kaybolmasıyla kayıplara karışmış ve cesetler dahi bulunamamış.

Jansen bu melodramin işitsel dökümantasyonunu yaratırken pitoresk, atmosferik ve derinlikli bir bileşke oluşturmayı başarmış. Ön plana çıkan yaylılar ve piyano partisyonları taşıyıcı öğe olmalarına rağmen; genelde basitleştirilmiş, pek melodi ve ritme yaslanmayan, orta dozda sessiz sakin bir şekilde damıtılmış notaları serpiştiriyor kulaklarımıza. Tüm bu belli belirsiz kompozisyonlar karamsar ve bir o kadar da karanlık ses kümeleri ile melankolik bir birliktelik oluşturuyor. Muğlak, depresif olmasa da ürkünç, zaman zaman trajik bir kurgu adeta boşlukta olmasına rağmen Jansen’in müzikal paletinde adım adım netlik kazanıyor. Bu haliyle duyduklarımızdan bir adım ötesini hissettiren bir çalışma “Varde”.

Korku, yalnızlık ve ümitsizlik gibi kavramlarla örülmüş albümde eksikliğini hissettiğimiz şey temponun belli bir çizginin ötesine taşmalar yapamamış olması. Böylesi dramatik bir sinematik kurgu içinde belli noktalarda bahsedilen farkli duyguların bir coşma halinin yaşanmıyor olması da albüme totalde karamsar ve tekinsiz bir hava veriyor. Kendi adıma biraz daha elektronik motiflerin, saha kayıtlarının yoğunluklu olmasını beklerdim desem de anlaşılan Jansen kutupların buzlu, soğuk, içine kapanık, yeknesak imgeleri arasında dolanmayı ( hatta durup beklemeyi ) tercih etmiş. Bir eleştiri de zaman zaman bu parçalar arasındaki bağın zayıflığı ve müzikle olan alışverişin bazı noktalarda sekteye uğraması.

Açılış parçası “Varde” kısa ama etkileyici dili, “Svanesang” motiflerinin zenginliği ve melodik yapısı, “Drivis” buz dağlarının altına gözatma cesaretini göstermesi ve bir araştırma gemisinin ses örneklemlerini anımsatan içeriğiyle “Skyggespill” albümdeki lezzetin bir kademe yükseldiği parçalar olarak sıralanabilir. ECM kayıtlarının karanlık yüzünün, deneysel elektronik müziğin yüzeyine şöyle bir dokunup fazla derinlere dalmadığı farkli bir tercümesi olan albümde, Harold Budd’ın ambient kurguları ile Ryuichi Sakamoto’nun akışkan piyano melodilerinin birarada kotarıldığını; ama bunun el emeği göz nuru hassas bir dantel işçiliğinden ziyade ortanın biraz üstü bir makrome denemesi kifayetinde olduğunu da belirtmeden geçmeyelim.

5 Temmuz 2009 Pazar

Tomasz Bednarczyk. Painting Sky Together. Room40. 2009


Günümüzde minimal elektronik müziğe ilişkin üzerine eğilinmesi gereken çarpık yorumlardan birinin; bu yelpazede kendine yer bulan çalışmaların yapıbozuma açık, tek yönlü ve yapay bir kurgusallık alanında yarattıkları öte-gerçeklik dünyasının müzikal yansımalarının; sıklıkla hislerimize dokunmaktan uzak, kimliksiz ve derinliksiz olduklarına ait katı düşünce tarzı olduğunu düşünüyorum. Olağandır ki sevgilimiz başını omuzlarımıza yasladığında dur sana laptopumdan nefis bir Fennesz parçası dinleteceğim demek ilişkinin sadece o anını değil geleceğini de riske atabilir. Ancak müzik olgusunun özünde yer alan “ses” kavramı üzerine odaklanan çok yönlü ve sorgulayıcı bakış açılarının da bizlere keşfedilmemiş tazelikler sunabileceğini es geçmemek gerekir. Sanırım böyle olmasaydı minimal(ist) / deneysel elektronik müziğin hatırı sayılır isimlerinin birçoğu çağdaş klasik müzikle bu kadar içli dışlı olmaz ve titr olarak da kendilerine türkçe karşılığını bulmakta oldukça zorlandığımız “sound artist” payesi verilmezdi. Ben bu blog dahilinde “sound artist” için yapılan işin özü bu ifadeyle örtüştüğünden “ses tasarımcısı” ifadesini kullanmayı uygun buluyorum açıkçası.

20’li yaşlarının henüz başında Room40 etiketinden ikinci albümü “Painting Sky Together”ı yayımlayan Tomasz Bednarczyk’i de bu anlamda yolun başındaki bir ses tasarımcısı olarak nitelemek mümkün. Bednarczyk’in minimal elektronik müziğin geniş skalasında kendini konumlandırdığı yer bu albümde biraz daha klasik kompozisyonlara yakın. Zaman zaman saha kayıtlarıyla beslenen albüm dingin, melankolik ve dengeli yapısıyla dikkat çekiyor. Açılış parçası “Your Whiteness” birbirine eklenmişçesine uzayıp giden bir ses yumağı üzerindeki minik cızırtılarla naif bir minimal ambient parça izlenimi veriyor. Ardından gelen “Freckled Cheeks“te ( ve keza “So Fragile” isimli parçada ) bu defa arka plana gitarla piyanonun çekingen ve kırılgan dokunuşları ekleniyor. “Tokyo”da dışarıya çıkıp su, bisiklet ve kuş sesleri arasına döşenmiş bir kompozisyonla doğaya doğru ilk adımlarımızı atıyoruz. “A Bus Ride With A Red Haired Girl” ve “Agata’s Film” biraz daha gergin ve sinematik dokusuyla dikkat çeken parçalar. Albümün sonlarına doğru “January”de biraz daha neşeli, akışkan ve keyifli melodiler çalınıyor kulağımıza. Kapanış parçası “Movie” adına yakışır nitelikte ve sakince zihinlerimizde oynatılan bu filmin görsel kapanışını yapıyor.

12k, Touch, Plop gibi etiketleri referans verebileceğimiz çalışmanın müzikal kurgusu Fennesz, Christopher Willits, Kenneth Kirschner, Oren Ambarchi, Sawako gibi isimlerin atmosferik, duygulu, dingin ve akışkan yapılarını anımsatıyor. Lawrence English’in kurucusu olduğu Avustralya’lı Room40 etiketine de bir minik parantez açmadan geçmeyelim. Kataloğunda DJ Olive, Taylor Deupree, Tujiko Noriko, Steinbrüchel ve Janek Schaefer gibi yüksek skala isimleri barındıran Room 40 için takip edilmesi gerekenler listesine minik bir çentik atmakta fayda var.

86 doğumlu Polonyalı Bednarczyk’in ortaya çıkardığı işin çıtası gerçekten bir hayli yüksek. Albüm çok katmanlı bir yapıya sahip olmasa da incelikle işlenmiş dokusu, duygu yüklü zengin melodileri ve sinematik vurguyu ön plana çıkan karakteriyle oldukça etkileyici bir çalışma. Ortalama bir kulak kabartışta yaz yağmuru çabukluğunda içinizden geçecek olan çalışma, biraz daha yakından dinlenmeyi hakeden bir duygusallığı ve saklanmışlığı barındırıyor. Evet, elektronik müziğin de eleştirilerin aksine bir ruhu olabilir; önemli olan mahir eller tarafından beslenip beslenmemesi.