Kimdir Autistici ? David Newman isimli bir arkadaş. Bir de kendi etiketi var, Audiobulb adını taşıyan. Müzisyen portföyünde çok tanıdık isimler olmasa da özetle keşfe açık elektronik müziklere odaklanan; tarz olarak da glitch, micro-tonal, idm, minimal, experimental, ambient, techno sularında gezindiğini belirten bir etiket. Açıkçası bu yazı için merceğimizin ayarını biraz daha Autistici’nin kendi müziği üzerine yapmak istediğimizden, bunları şimdilik ileriki zamanların yedek dinlemeleri listesine alıp çalışmamıza hassasiyetle devam edelim.
İlk uzun soluklu albüm çalışması olan “Volume Objects” dramatik bir kurgunun çeperlerinde dolanan, değişken yapıların ön planda olduğu, ambient ve akustik katmanların birbirine özenle yedirildiği işitsel formasyonuyla yeretmişti zihinlerimizde. Dingin ve alçakgönüllü bir başlangıç noktası olan bu albüm, asıl etkisini sonrasına dair beklentilerimizin şekillenmesi üzerinde yapmıştı. Nihayetine erdiğimiz bu beklenti adımlarının ilki olarak önümüze koyduğumuz “Complex Tone Test” neresinden bakarsanız bakın özenle dinlenmesini salık verebileceğimiz incelikte, dantel işçiliği kıvamında ustalık gerektiren bir mahiyette ve elektronik müzikte bu duygu tetiklemesi yapan işler nasıl oluyor da oluyor diye merak edenlere de buyurun buradan yakın denebilecek kıvamda bir çalışma.
“Complex Tone Test” oldukça geniş bir elektro-akustik yelpazeden nakşedilen ses kolajları ile bütünlenirken, ara sıcaklarda uhrevi formasyonların içine yedirilmiş dijital oynamalar ( glitches ) ve kuvvetli melodik tınılar, karşımıza kademe kademe inşa edilen ve görünümü sürekli değişen bir lezzet öbeği çıkarıyor. Neresinden bir yudum alsam diye baktığınız bu kalibresi yüksek çalışmanın her bir köşesine hafiften ve belki de sinsice / gizlice yedirilmiş onlarca minik detay, bir yandan yoğun bir konsantrasyonu gerekli kılarken, bir yandan da kendinizi boşluğa hafiften salıvermek suretiyle aslında kendi içsel güzergahınızı çizme imkanı da tanıyor. Ancak Newman’ın röportajlarında da belirttiği gibi tüm bu detaylandırılmış dökümantasyonun arka planında didaktik / akademik arası bir bakış açısıyla kıvamına getirilmiş, uzunca bir süre inceden inceden üzerinde çalışılmış, rastlantılardan ziyade planlanmış kurguların başrole soyunduğu ve kimsenin diğerinden karambolde rol çalmadığı, ve dahi ustanın elini korkak alıştırmayıp malzemede de cimrilik yapmadığı, oldukça dengeli ve zengin bir albüm var karşımızda.Autistici’nin müziğinin kimyasal bileşimindeki çözünürlük seviyesi düşük formül bizlere etkileyici bir bütünlük sunuyor. Öte yandan aynı eşsiz formül geçirgenlik göstergesi yüksek elementlerden oluşan bir yapıyı da beraberinde getirecek denli kuvvetli. Adeta dipsiz bir ses labirentinin içinde kaybolurken, algımızın açtığı kapılarda anlık kararlarımızla çizdiğimiz yol, bir anlamda sanatçının bize oynamak için bahşettiği labirentin içindeki seçenekler bileşkesi olarak gün yüzüne çıkıyor. Kenara köşeye bırakılmış minik cezbedici ses öbekleri bizi her an başka bir yöne çekme albenisine sahip. Güçlü bir sonsuzluk vurgusuyla şekillenen bu yolculuk esnasında ruhumuzun derinliklerindeki hislerin kılavuzluğunda kendimizi bazen çiseleyen bir yağmur damlasının yollardaki gölgesine, bazen umarsız toz bulutlarının arasından belli belirsiz yakalayıp avucumuzdan kaçıveren ışık hüzmelerine ve bazen de sessiz sakin çekilmiş olduğumuz bir köşede sayıkladığımız anıların mayhoş sıcaklığına bırakabiliriz. Somuta indirgeyip sıradan mı gidelim ? O da olur zamanla der blogger…
“Key For A Lockable Cabinet” pastoral esintili ve tüm parçaya yayılan bir melodi eşliğinde doğal seslerin arka plandaki minik elektronik seslerle örtüştüğü sade bir açılış niteliğinde. Giriş parçasında bu iki farklı katman arasında basitçe eşit bölünmüş görünen yapısal ağırlığın ilerleyen bölümlerde değişkenlik kazandığını göreceğiz. “Meticule” vızıldayan, saati anımsatan tik-taklarla beslenen ve ana kurgunun bu elektronik ses parçacıkları arasında şekillendiği daha güçlü bir yapıya sahip. Parçanın ortalarından itibaren kendini hissettiren tok bas vuruşları ve aynı anda dikkatinizi celbeden ses tetiklemeleri arasında melodik bir ana omurgayı yakalıyor olmak oldukça keyifli. Bu parça, ilk kısımda özetlemeye çalıştığımız kurgusal bütünlükte anlamlı bir katma değer üreten tüm detayların ana eksene nasıl başarıyla ve dikkatlice eklemlendiğinin ispatı niteliğinde. Bu görevi devralan bir sonraki parça “Resonating Wire” daha kristalize, metalik ve vurgulu bir yapıya sahip. Görece dingin ve düşük tempoda seyreden bu medidatif parçanın sınırlarında yine akustik enstrümantasyonlar ve yaylılar hakim.
“Closing” diğer parçalara nazaran daha gergin ve ağır bir kurguya sahip. Gizemli ve esrarengiz bir polisiyenin son sekanslarına denk düşebilecek bir hassasiyet içerisinde devamlı kıpırdayan elektronik cızırtılar, her an yer değiştiren ve bir türlü kadraja girmeyen kötücül film kahramanlarına eşlik ediyor adeta. “La Spaziale S1 Vivaldi” albümün en haşin ve girift girişiyle karşılıyor bizi. Yüksek skaladan zonklayan çan seslerinin arasına sıkıştırılmış, istasyona yanaşan bir trenin fren seslerini anımsatan metalik fıslamalar ve titreşimler albümde o ana kadar hakim olan sade atmosferi daha karanlık ve üst bir seviyeye taşımayı rahatlıkla beceriyor. Ardından gelen “Refractory” vınlayan ses dalgaları arasında minik oynamaların olduğu Steinbrüchel yada Ryoji İkeda’yı anımsatan bir çerçeveye sahip. “Disintegrated Interest” ziyadesiyle yaylılar eşliğinde akustik kurgunun ön plana çıktığı farklı bir parça. Kapanışa doğru geldğimizde favorilerimizden olan “Annualized Light 2.2” gerçekten tekrar tekrar dinlemeyi hakeden bir içerik zenginliği sunuyor bizlere. Bir avuç misketi yayvan bir düzeye yavaşça bıraktığımızda her biri birbirine benzeyen ama yine de her biri farklı yollarda hareket eden bir düzenek görürüz. Bu parçada da Autistici adeta avucunda biriktirdiği bir tutam sesi yavaşça boşluğa salıyor ve hepsini kendince serbest kılıyor. Albümün gerçekten en dikkate değer, en nitelikli ve derinlikli parçası bu. Kapanış “Meadow Bed” ile yapılıyor. Bir bahar sabahının kuş sesleri ile örülen başlangıcın ardından sakince yapılandırılan drone vari seslerin arasına serpiştirilen ve Pole’u zihinlerimize getiren alt skaladan minik yanma, çatlama, çatırdama sesleri sessiz sakin bir perdeyi, alkışlarımızı sunmak üzere albümün üzerine kapatıyor. Bu arada pazar akşamı pervasızca matkap çalıştıran alt komşum bu satırlara konuk olduğunu bilse ne yapardı diye merak eder durur bu blogger, o da öyle biline.
İngiliz müzisyen Autistici aslında kendisini bir ses tasarımcısı olarak nitelendirdiğinden “Complex Tone Test” albümünü biraz da bu perspektiften değerlendirmekte fayda var. İşitselliğe ait her türlü ses kırıntısının bir bütün içinde anlamlı yerlere ustalık ve titizlikle yerleştirildiği, organik ve sentetiğin idealize edilmiş steril ortamlarda içiçe geçirildikleri, iç ritimlerin kendi kulvarlarında kontrollü ama bağımsızca dolandırıldığı, tabakalar arası işitsel şeffaflığın maharetle kotarıldığı bir albüm “Complex Tone Test”. Newman açısından albüm aslında dış dünyadan ses parametresi altında toparladığı her türlü malzemenin proses sürecinin ardından gelen nihai bir ürün. Ancak sorgulama ve farklı okumaların eksik kalmadığı, aksine teşvik edildiği çok renkli bir ses paletindeki ahenkli bir dansın dışavurumlarıyla şekillenen çarpıcı bir ürün. Şiddetle tavsiye. Harbiden…

Bu satırlarda adını ileride de ziyadesiyle anacağımızdan emin olduğum Vainio, sadece bizlere tarifi imkansız ve benzersiz lezzetler barındıran müziğiyle keyifli dakikalar sunmakla kalmıyor, deneysel elektronik müziği sadece bilgisayar programları aracılığıyla hafif prodüksiyonlar yaparak “ben de yaptım, oldu”dan ibaret sanan ucuzcu karambolcülere karşı da adeta minik bir uyarı gönderiyor.
Müzikal üretimlerinin merkezinde çeşitli yazılım programları olsa da, Takamasa farklı programlara adeta enstrümanlarmış gibi yaklaşarak oldukça geniş bir yazılım listesi üzerinden kendini anlatmaya, dillendirmeye ve ifade etmeye gayret eden bir isim. Özellikle son dönem çalışmalarında vokallere de yervermesi bu açılımın bir uzantısı. Oldukça ritmik bir kurgu içinde oluşturulan çalışmanın adı da bunu vurgular nitelikte seçilmiş. “RN – Rhythm Variations”. Orta tempoda salınan parçalarda omurgayı oluşturan ve çeşitli efektlerle zenginleştirilen döngülerin yanı sıra bahsi geçen deforme vokal kullanımları da ( aslında insan sesi diyelim, zira bildiğimiz anlamda kelimelerden oluşan bir şarkı sözü vokali söz konusu değil ) çalışmayı daha canlı ve organik bir hale getirmiş, bu da kulaklarımızın çeperlerinde daha kolaylıkla nüfuz eden bir yapı ortaya çıkarmış.
Raster Noton’dan çıkan bu ilk çalışma öncesi kardeşinin sahibi olduğu Tokyo Trauma
Albümün seri adı dışındaki ikinci ismi diyebileceğimiz “treibgut” ifadesinin de biraz üzerinde durmak isteriz. Almanca bir atasözünden esinlenen ifade, nehir yada deniz üzerinde yüzüp / akıp giden, sürüklenen bir tahta parçasını / nesneyi niteliyor. Ancak nesne / özne ilişkisi boyutunda daha kapsamlı bir anlam okumada, yüzen ve asli fonksiyonunu bir nev-i yitirmiş olan nesne ile gözlemci özne arasındaki ilişkinin birleşik bir anlam üretme noktasındaki eksikliği vurgulanarak, bu yorum gözlemci öznenin nesnenin tamamına değil de sadece konumuna göre nesnenin bazı taraflarını görebiliyor olduğu gerçeğine dayandırılır. Bu da ikisi arasında anlık bir bağlantının / ilişkinin sağlıklı yada bütünsel olarak oluşmasını engeller. Özne bu anlamda bir eksikliği yüklenmiş olsa da, nesne bu durumdan bağımsız kendi sürüklenişine devam etmektedir. Bu kopuk / eksik ilişki öteki ile olan mesafeyi uzam / mekan ekseninde kaçınılmaz derecede artırır ve bir “takipsizlik” hali yaratır. Sonu sürgün ve izolasyona varacak bu mantık yürütmesine göre özne / nesne arasındaki ilişkinin sağlıklı formülasyonu ancak konum yada durumun “şimdiki halleri” üzerinden kurulabilecektir.
Bahsi geçen 9’lu paket, albüm süreleri şimdilik 20 dakikalar civarında gezinen, EP tabir edebileceğimiz ve “unun” serisi olarak isimlendirilmiş çalışmalardan oluşuyor. Kimya derslerindeki periyodik cetvelin 111-119 arasına referansla yunan atom numaralarıyla isimlendirilen bu serinin ilk durağı unun’a ilaveten gelen unium’dan müteşekkil, japon ikili NHK’nın imzasını taşıyor; “unununium”. İsmen anmak gerekirse NHK, 2006’dan bu yana ortak çalışmalar yapan Kouhei Matsunaga ve Toshio Munehiro’dan oluşuyor.
İkinci albüm “Birting” ise bu vesileyle merhaba dediğimiz komşumuz Yunanistan’da faaliyet gösteren Creative Space Records etiketiyle bu yılın ortalarında yayınlandı. Baştan şunu bir yazayım da kalemim rahatlasın : baştan sona ve hatta baştan aşağı çok üst kalite bir çalışma “Birting”. Özellikle prodüksiyon açısından bakıldığında, gerçekten parçaların kulak zarlarımızda bir ekstra şık tınlamasının kaynağını da merak etmedik değil. Derken bu anlamda daha Meksika’lardan bir ismin, muhtemelen yakın zamanlarda illaki bir vesileyle Nota Bene sayfalarına da konuk edeceğimiz Murcof’a ( aka Fernando Corona ) ait olduğunu görünce de tespitimizin bir nevi ispatını da yapmış olduk, daha da bir rahatladık. Böylelikle filtrelerimizi açık tutacağımız kanallardan biri de Atina’ya selam olsun şeklinde Creative Space olsun ( 
Projenin ortaya çıkışı Fransız yönetmen Pascal-Alex Vincent’ın, başrollerinde ikiz kardeş oyuncular Victor ve Alexandre Carril’in oynadığı filminin çekimleri için ekiple birlikte çıktığı yolculukla gelişiyor. Vefat eden ve hiç tanımadıkları annelerinin cenazesine katılmak için yola çıkan iki kardeşin hayatlarını altüst eden yolculuğu hikaye eden filmin çekimleri Fransa ve İspanya’nın kırsal kesimlerinde gerçekleştirilmiş. Çekimler esnasında yapılan yolculuk akşamlarına en çok ikiz kardeşlerin tutkunu oldukları Tarwater’ın müzikleri ses vermiş. Bir süre sonra yönetmenin dinlenen müzik ve çekilen film arasında bir bağın oluşabileceğini hissetmesi ve Tarwater elemanları ile temasa geçerek gönderdiği kısa çekimler üzerinden film için müzik yapıp yapmayacaklarını sormasıyla tetiklenen heyecan verici bir süreç, Tarwater’in projeye olur demesiyle şekillenmiş.
Çalışmada To Rococo Rot’un diğer iki elemanı Stefan Schneider ve Robert Lippok’un da bazı parçalarda katkı yaptığını görüyoruz. Toplam 40 dakikalık bir süre içinde filmin duygusal ve pastoral tadını yakalamak rahatlıkla mümkün oluyor. Akustik referansların geçmiş Tarwater albümlerine nazaran daha bolca kullanıldığı çalışmadaki parçaların süreleri doğal olarak ortalama 2-3 dakika civarında. Buna rağmen sıklıkla güçlü ve etkileyici ara pasajlarla karşılaşmak da mümkün. Örneğin zengin enstrümantasyonu ve melodik yapısıyla açılışı yapan “Snail”, özellikle banjonun öncülüğünde kırsal atmosferin etkinlikle verildiği “The Blacktop”, derinlik hissiyatı ve görece hızlı temposuyla dikkat çeken daha bir elektronika referanslı “Time Slipped By” ve Lippok’un ekolu vokaliyle ekstra lezzetlenen kapanış parçası “Chairs” bu anlamda ilk aklımıza takılanlar.
King Crimson tarihinin başat figürü olarak siyah kazağı, professor gözlükleri ve Les Paul tipi elektro gitarı ile bir ikon olarak Robert Fripp ustayı yerleştireceksek, kendi adıma arda kalan alanda altını bir hayli kalınca çizmek isteyeceğim diğer desen de Adrian Belew ( vokal ve gitar ) olurdu. 60 yaşındaki usta gitarist gerçekten insan hafsalasını sarsacak denli "ağır" isimlerin ve projelerin içine dahil olmuş biri. Başlangıcı Frank Zappa ile yapmış. Onunla turnedeyken David Bowie’ye denk gelmiş. Talking Heads’i arada es geçmemiş. Nihayetinde Robert Fripp ile el sıkışarak 1981’de King Crimson’a dahil olmuş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine lezzetindeki bu maceradaki isimlerle aynı müzikal kadrajda yeralmak öyle her babayiğidin he deyince yapabileceği bir şey değil tabii. Saygı sürüm 2.
2009 yılı içinde piyasaya çıkan “e” albümü tüm parça isimlerinin harflerden oluştuğu ve vokalin olmadığı bir çalışma. 30 saniyede bile bizi başka diyarlara götürmeyi beceren müthiş bir melodi ile açılıyor albüm; “a”. Hemen ardından son versiyon bir karaoke cihazından King Crimson müzikleri çalmaya başlıyor adeta. Yüksek temposu, iç çeker gibi soluklanan gitar nağmeleri, basın güçlü işbirliği ve davulun desteğiyle ortamı ısındırıyor. “a3” te benzer bir müzikal doku, davulun biraz daha ön planda olduğu ve gitarla çekiştiği bir ambiyans yaratıyor. “b” iyiden iyiye King Crimson solumaya başladığımız, Belew’in ekip arkadaşlarıyla ortaklığının, minik gitar soloları ve arka planda çok devingen bir görüntü sergileyen bas gitar arasında heyecan verici bir standart yakaladığı parça oluyor ( albümün en iyilerinden biri ). Kısa süreli iki parça olarak “b2” ve “b3” King Crimson soslu ama yan yollara da çıkmaktan çekinmeyen minik arayışların sergilendiği pasajlar sunuyorlar birlikte. Bu çizgide devam eden albümde kapanışın öncesinde Belew yine sadece bir dakikalık bir süre içinde eski aşklar, puslu havalar, ılık rüzgarlar ve sonbahar esintileri kıvamında pastoral bir manzarayı notalarına damlatmayı beceriyor. Kapanış dinamik, ritmik ve Belew liderliğinde davul ve basın hafiften kopma noktasına eriştiği mükemmel “e2” parçasıyla yapılıyor.
Keiji Haino’nun eski çağlardan devşirmişçesine kullanageldiği arkaik sesiyle, gitarına yıllardır geri adım atmamacasına eklemlediği vahşi ve canhıraş çığlıklar, içsel bir patlamayı anımsatıyor adeta. Pan Sonic elektronik referanslı beyaz gürültü frekansları ve bas titreşimleri yayarak bu gizil tabakaya ara ara sızsa da, Haino’nun baskın karakteri albümün tamamını kaplıyor. Dediğim gibi böyle leblebi şeker kıvamında bir çalışma değil elimizdeki malzeme; insanın şirazesini bozabilecek denli yabani, işlenmemiş ama üzerinde çokça çalışılmış bir kolaj. Adeta yeraltından notlar değil notalar, kolay gele…
Albümün tamamına yakını altını gayretle çizmeye çalıştığımız kalite çıtasının üzerinde konumlanırken, özellikle açılış parçası “Astroaunt”, vokallerin daha kulağa gelir bir kıvama ulaştığı “Hardcore”, “Gang Land”, “You Do, I Make” ve “Dellule”, gruba dışarıdan tek müdahalenin geldiği “Ciao!” ( bu parçada Gökhan Goralı enfes bir gitar katkısı sunuyor albüme ) kantarımızda kendileri biraz daha ağır çeken parçalar olarak sıralanabilir. Üçlü Roll dergisinden Cem Sorguç’a verdikleri röportajda kalabalık bir geçmiş zaman olurki dinlemesi cihana değer isimler listesi zikretmişler. Aklımda kalanlar arasında Stereolab, Ozric Tentacles, Cranes, Cocteau Twins, King Crimson ve JethroTull var ki sanıyorum bu liste örtüşmesi “Monsters Exist”i bu denli sevmem ve ondan da öte kendime çok yakın bulmamın odak noktasını oluşturuyor. Ancak albümdeki birkaç parçayı dinlerken beni hep aynı yerlerde çarpıp sersemleten bir başka isim var ki ona grubun herhangi bir notunda yada bir yazıda rastlamadım: 80’lerin ilerici etiketi 4AD listesindeki en ağır isimlerden biri olan Xmal Deutschland’ın tüm zamanların en başarılı gotik rock albümlerinden biri olduğunu düşündüğüm “Fetisch” adlı çalışması. Müzikal içerik ne kadar örtüşür tartışma götürür olsa da, müzikal imgelemimde Proudpilot’ın bu çalışması beni sıklıkla bu albüme götürdü.
En özetinde hayli takdiri hakeden ortalama üstü bir electro-rock albümü olarak tanımlanabilecek çalışmanın en kuvvetli yanı Chi K.’nın feminen ( subjektif görüşüm olarak erotik ifadesini de ekleyebilirim ), güçlü, baskın, temiz, pürüzsüz ve lezzetli vokallerine eşlik eden kuvvetli synthlerin ve elektro tınıların tam ayarında gitar riflerine özenle yedirilmiş dengeli ve olgun hali. 2008 sonlarında Almanya’da da vitrine çıkan çalışmaya adını veren açılış parçası “Nudge”ın klibini ( Levent Kazak tarafından çekilmiş ) aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz.



Açılış parçası “If You” güçlü vuruşlarla, az önce bahsettiğimiz AGF’nin tekrarlara dayalı vokal tarzına iyi bir örnek oluşturuyor. “Consider” albümdeki parça isimlerinin şarkı sözlerini oluşturduğu ve altı farklı örnek sesten oluşan gerilimi yoğun bir parça. Favorilerimden “Then Reconsider” yumuşak vuruşları ve melodik / aksanlı vokali ile değişik bir minimal tekno parçası. Bu parça 2001 yılında Luomo ( Sasu Ripatti / Vladislav Delay ) için yazılmış ama daha önce hiç yayınlanmamış ( arada hafif 90’lar sonu Björk havası da yok değil bu parçada ). Takip eden 4. parçada bir Holywood filminden alınan örnek sesler karmaşık bir altyapı içinde kullanılmışken vokal olmayan 5. parçada ise saha kayıtları ve uyuyan bir bebek sesi kullanılmış. “You Might” daha önce AGF ile ortak bir çalışma yapan Sue C.’nin bir filmi için hazırlanmış. “Slowly” ise daha önce Vladislav Delay ile birlikte yazılan bir parçanın yeniden mikslenmiş versiyonu. “Turn Impotent” albümdeki aksak ritmi ve endüstriyel çağrışımlar içeren vuruşlarıyla en ayrıksı parçalardan biri. “This Is” yine birbirini kovalayan vokallerin minimal dub / tekno karışımı çiğ bir altyapıyla sunulduğu rahatsız edici ( olumlu anlamda ) bir parça. Albüm kaydadeğer bir elektronika parçası “Reduced Beauty”nin ardından karanlık, derin ve çok katmanlı “From A Nazi Stalinist Successor” parçası ve ona eşlik eden “Buy Me Out” vokalleriyle son buluyor.
12 parçadan oluşan albümde AGF’nin konuşma / fısıldama arasında gidip gelen hipnotik ve şiirsel vokal kullanımının yanısıra şarkı sözlerinin de belirleyici bir rolü olduğunu belirtmeliyiz. “Symptoms”, “Get Lost, “Outbreak”, “Connection”, “Smile Away” gibi parça isimlerinde de kendini gösteren ve günümüz dünyasına eleştirel bir bakışı da içeren albümde küreselleşme, kapitalizm, teknoloji, paranoya, uzaklaşma gibi kavramlar etrafında üretilen genel bir anti-ütopyan refleks olduğunu görüyoruz. Bu çerçevede titizlikle minik yorumlar halinde şarkı sözleri arasına iliştirilen insanlık, teknoloji ve topluma ilişkin aforizmalar dikkate değer nitelikte. Örnekse açılış parçası “Get Lost” içinde geçen “lost my sustainability”-“lost my voice of reason”-“give me something I can hold / so I can get lost a little further” gibi. Yada devamındaki etkileyici parça “Connection”daki “I hear your tiny voice / via some satellite phone / one I don’t own / one I don’t know / who owns my connection to you” gibi. Ve hatta “Outbreak” isimli parçadan alıntıladığımız “I am no longer following the concept of empathy”, “we eat the same shit / we shit the same color” gibi. Birçok parçanın şarkı sözlerine
Solo çalışmalarında daha deneysel kıvılcımlar saçan ikilinin çalışmasında dub / tekno ritimleri içerisine yedirilmiş soyut elektronika parçacıkları ile ilerici bir popun lirik yansımalarını görüyoruz. Ritmik yapıdaki aksak kurgu zaman zaman güç takip edilir bir kıvam oluştursa da AGF’nin vokallerinin adeta sterilize edici özelliği bu zorluğu aşmamıza yardımcı oluyor. Orta sertlikte ve mayhoş bir havada süregiden çalışmada yüksek temposuyla dikkat çeken “Downtown Snow” aynı zamanda AGF’nin Alman soslu İngilizcesiyle de keyif veriyor. Yine aforizma derseniz “look, don’t touch / listen, don’t talk / smashed up sanity / smashed up integrity” derim. Albümde ikilinin farklı bir müzikal / kavramsal dil yarattığından da bahsedebiliriz; ilk dinlemede ılımlı, davetkar ve heyecan uyandıran ama detaylara hakim olmak için birkaç ek dinlemeyi gerektiren ve dinledikçe daha da sarmalandığınızı hissettiğiniz soyut bir dil. Bunda AGF’nin ( en az Cocteau ikizi Elisabeth Fraser denli etkileyici bir sesi olduğunu düşünmekteyiz ) sıradan gibi gelen ama derinlikli ve etkileyici vokal tarzının huşu içinde tüm parçaların omurgasına adeta yapışmasının da etkisi var elbette.