2005 yılında Trendsetter dergisinin Noize sayfaları için Marco Haas ile dostum dRWarp ( Misak Tunçboyacı ) yaptığımız röportaj :
STAY ANTI ya da MARCO HAAS : T. RAUMSCHMIERE
Mayıs ayının sonları, Tünel’in kasvetli ağzından Beyoğlu’na koşar adımlarla çıkarak tramvay rayları eşliğinde yürüyoruz soluk soluğa. Hakkında çok fazla şey duyduğumuz, okuduğumuz; özellikle de övgüyle bahsedilen canlı performansını görmek için de sabırsızlandığımız bir isim var ajandamızda. Takdire şayan Shitkatapult’un kurucusu ve punk’ın ruhunu elektronikle harmanlayan bir anti karakter olarak Marco Haas’ı (T.Raumschmiere) dinlemek ve siz Noize (Trendsetter) okuyucuları için kısa bir röportaj yapmak niyetiyle İndigo’ya ulaşıyoruz.
Performans sonları. T.Raumschmiere iki saate yakın bir süre sahnede kalıyor. Üç kişi olarak çıktıkları sahne onlara, onlarca insanın doluştuğu İndigo sahnesi de bizlere dar geliyor açıkçası. Performans bitiminde atacak teri kalmayan vücudumuzda adrenalin seviyesi tavan yapmış bir halde T.Raumschmiere’in yanına gidiyoruz. Heyecanımız biraz daha mı artıyor ne? Muhtemelen dışarıda sabahın ilk ışıkları tramvay raylarını parlatmaya hazırlanırken biz de söyleşimize başlıyoruz. Açıkçası bu görkemli geceyi kaçırmış olanlar için gerçekten üzülmekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Yoğun turnesi esnasında İstanbul’a uğramayı ihmal etmeyen T.Raumschmiere, Apparat ve Phon.o’dan sonra damarlarımıza enjekte edilen üçüncü Shitkatapult müzisyeni oluyor. Son dönemde hareketli günler geçiren İstanbul elektronik müzik sahnesinini performans anlamında en parlak yansımalarından birine imza atan Marco Haas röportajımız sonrası yine İstiklal’deyiz. Işıklar hala sönük, Tünel inadına kapalı, köprüde az biraz trafik, ama içimizde keyifli bir gülümseme. Emeği geçen herkese teşekkürler
Öncelikle punk müziğine olan yakınlığınızdan başlamak istiyoruz. Başlarda “Stormbow” isimli bir punk grubunuz olduğunu da biliyoruz. Sonrasında kendi firmanız olan Shitkatapult’u kurdunuz. Kısaca punk’ın müzikal ve politik olarak üzerinizdeki etkilerinden bahsedebilir misiniz?
Shitkatapult etiketini ilk oluşturduğumuzda punk müziğin DIY (Do It Yourself) etiği bizi en çok etkileyen yanı olmuştu. Biz de neyi, nasıl ve niçin yapacağımızı fazlaca düşünmeden işe giriştik ve albümler yayınlamaya başladık. Sonradan da bu albümlerden nasıl kurtulacağımızı düşünmemiz gerekti (gülüşmeler). Punk müziğin içerdiği politik durulun açıkçası başlarda bizi çok derinden etkilediğini söyleyemem. O zamanlar tüm kalbimizle ve ruhumuzla sadece müzik yapmak istiyorduk ve bu yeterli bir sepebti. Zaman içinde politik söyleminden de etkilenmemize rağmen bunun hep ikinci planda kaldığını ve bu politik duruşun da genel punk sahnesinde ağırlıklı olarak belli başlı isimlerle özdeşleştiğini söyleyebilirim.
Müziğinizde yoğunluklu olarak rock ve punk etkilenimleri var. Öte yandan isminizi William S. Burroughs’un “The Dreamcops” (Almanca Die Traumchmiere) isimli hikayesinden aldınız. Bu anlamda kendinizi beat edebiyatına yakın hissediyor musunuz ? Ya da oradaki basit insanların farklı hikayeleri ve anti-kahraman figüründen beslendiğinizi belirtebilir miyiz ?
İşte bu tam olarak Burroughs’u muhteşem buluyor olmamın ana sebebi. Her zaman normal şeyleri tasvir etmiştir belki ama bunu hep çok farklı açılardan yapmıştır Burroughs. Onun kitaplarından birini okuduğunuzda, örneğin “Junkie”de, devamlı olarak eroin talep eder hale bile geleblirsiniz. Belki eroinle ilgili onlarca kitap vardır ve bunların hepsi de eroinin zararlarından ve haklı olarak ne kadar da kötü bir şey olduğundan bahsederler. Ama Burroughs’un dünyasında her şey rahatlıkla ters yüz edilmiş olarak karşınıza çıkabilir. O gerçekten basit insanların karmaşık hikayelerini yaratmıştır.
Müzikal tarzınızın birebir benzerlerini göstermek oldukça güç. Yaptığınız bazı açıklamalarda gerçekten kendinizi kimseyle kıyaslayamadığınızı ve farklı bir tarzınız olduğundan bahsediyorsunuz. Nedir bu farkı yaratan ?
Belki de sadece içimden geldiği gibi yapıyor olmam. Aslında zor bir soru. Sadece yapmak istediğimi yapmak zorunda olduğumu hissediyorum diyebilirim. Belki de birçok tarzı bir şekilde kaynaştırıyor olmam buradaki en önemli etken. Punk, electro, techno, rock vesaire. Bu kadar değişik kaynaklardan besleniyor olmam, sanırım farkı bu yaratıyor.
Çok farklı kaynaklardan feyz aldığınızı belirtiyorsunuz. Çalışmalarınızı dinlediğimizde bu çok katmanlılığı görmek mümkün. Buradan yola çıkarak parçalarınızı nasıl oluşturduğunuzu sormak istiyoruz.
Başlangıçta kafamda ana bir düşünce ya da melodi olmadığını itiraf etmeliyim. Sadece stüdyoya giriyorum ve ne var ne yok alet edavatlarla kıyasıya bir mücadele içine giriyorum. Sonunda durup, ortaya çıkanlara bakıyorum. Bazen güçlü olduğunu hissettiğim paralar çıkarken bazen de sadece ambient seslerden oluşan, üzerinde hiçbir melodi olmayan pasajlar yaptığımı görüyorum. Bahsettiğiniz o farklı katmanlar da bu yelpaze içinde bir şekilde kendilerine yer buluyor. Bazen aynı parçanın farklı sekanslarında, bazen de tamamen ayrı bir fikir bütünü olarak tek bir parça olarak.
Shitkatapult diğer elektronik müzik etiketleriyle kıyaslandığında yelpazenin farklı dilimlerinden lezzetler sunan bir etiket olması nedeniyle öne çıkanlardan biri. Bu çeşitliliği nasıl kontrol ediyorsunuz ? Elinize geçen her iyi çalışmayı yayınlıyor musunuz yoksa bazı filtrelemeler söz konusu mu ?
Öncelikle elimize geçen her çalışmayı yayınlamadığımızı söylemem lazım. Ama sizin de dediğiniz gibi Shitkatapult farklı tarzları birarada sunabiliyor. Açıkçası çok fazla üretimin olduğu bir ortamda önceliği kendi sanatçılarımıza vermek zorunda kalıyoruz. Amacımız her bir Shitkatapult sanatçısının belli bir sirkülasyon dahilinde, en azından iki yılda bir albümlerini yayınlamak. Bu da nereden baksanız elinizde 10 tane farklı isim varsa iki yıllık bir albüm yayınlama programının dolması anlamına geliyor. Ama yine de her zaman farklı fikir ve hikayeleri olan isimlere, albümlere açık olduğumuzun altını çizmem lazım. Quasimodo Jones’un Shitkatapult etiketiyle yayınlanan ilk abümü mesela bunun güzel bir örneği.
Oldukça ses getiren “Radio Blockout” aynı zamanda Nova Mute etiketiyle yayınlanmıştı. Bunun sebebi neydi ?
Kısaca para desem sanırım yeterli olacaktır (gülüşmeler. )Açıkçası Nova Mute etiketiyle yayınlanan “Radio Blockout” benim herhangi bir çalışmamı yayınlayıp da karşılığında para aldığım ilk albümdü. Bunun için de benim için farklı bir yeri olduğunu söyleyebilrim.
Aslında bunu performansınız öncesinde sormayı düşünüyorduk. Ama yine de sormadan geçmek istemiyoruz. Sahne üzerindeki ruh halinizden ve neler hissettiğinizden bahseder misiniz ? Çünkü bu akşam performansınız gerçekten çok etkileyiciydi ve bu sadece bizim değerlendirmemiz değil.
Yorum için teşekkürler. Sahnedeyken sadece orada olduğumu hissetmeye çalışıyorum. Çaldığım müziği duyuyor ve hissediyorum. Hatta oldukça yüksek sesle duyuyorum. Kısa bir süre içinde de sahnede yaratmaya çalıştığımız müzikal girdabın içine giriyorum ve açıkçası bunun dışındaki hemen her şeyi de unuttuğumu söyleyebilirim. O esnada etrafta 5, 500 yada 5000 kişi olması beni çok değiştirmiyor. Elebette ki her canlı performansta dinleyici ile aktif iletişime geçmek önemlidir. Seyirciden iyi bir geribildirim aldığın zaman hem daha fazla keyif alıyorsun hem de bu performansını olumlu yönde beslemeye başlıyor. Ama yine de öncelikli olarak sadece ve sadece yaptığım müziğe konsantre olduğumu bir kez daha belirtmek isterim.
Birkaç ay öncesinde Shitkatapult’u beraber idare ettiğiniz Apparat da (Sascha Ring) buradaydı. İkinizin beraber çok etkileyici çalışmalar üretebileceğinizi düşünüyoruz. Böyle bir projeniz var mı acaba ?
Evet. Sascha’yla beraber ortak bir çalışma yapmayı çok istiyoruz. Hatta kabaca iki yıldır bununla ilgili devamlı konuşuyoruz. Ama açıkçası hala birkaç parça bile üretecek vakit bulamadık. Ama en azından bir mini albüm mutlaka yapacağız beraber.
Son albümünüz ne zaman piyasaya verilecek ? Bu akşam yeni albümden de parçalar çaldınız galiba.
Albüm ağustos sonu gibi piyasaya verilecek. İlk single ise haziran ortasında çıkacak. Evet, çaldığım parçaların 4-5 tanesi yeni albümdendi. Kabaca yeni albümüm için “Radio Blockout”u anımsatan bir çalışma diyebilirim. Hem rock’n’roll soslu güçlü parçalar var albümde, hem de daha sakin, olgun diyebileceğim; sizi içine çeken ya da benim oturma odası müziği tanımıma giren tarzda parçalar mevcut.
İlk baştaki punk ve DIY etiğine dönecek olursak, günümüzde de gelişen teknolojik olanaklarla birlikte insanlar tek başlarına oldukça cüzi harcamalar yaparaktan evlerinde parçalar, albümler üretebiliyor. Bu anlamda bir paralellik görüyor musunuz ? Yoksa o dönemdeki punk müzisyenlerinin farklı bir duruşu olduğunu siz de kabul eder misiniz ?
Kesinlikle ikisinin kıyaslanamayacağını düşünüyorum. Punk kurulu düzene karşı bir başkaldırı niteliği taşıyordu. Statükoya ve düzene ayak direyen bu kişilerin tutumlarını genel bir değerlendirmede evine sadece bir PC ve gerekli yazılımları alarak müzik yapan insanların tutumlarıyla yan yana koymak mümkün değil. Bu insanların çoğunun belli bir işleri, gerlirleri ve yaşam standartları mevcut. Ama o dönemin punk kültüründe bu tip karşılıklar bulmanız pek olası değil. Her ne kadar ikisinde de DIY olarak görebileceğimiz bir yaklaşım olsa da, günümüzde bu yolla üretilen çok fazla malzeme var ve açıkça söylemek gerekirse bunların hatırı sayılır bir kısmı da oldukça düzeysiz ve işe yaramaz şeyler.
Tüm bu gelişimin iyi ya da kötü diye tespitini de yapamıyorum. Bir yandan üretilen bu kadar fazla çalışmanın arasından gerçekten iyi olanları bulup çıkarmak çok zahmetli bir iş haline geliyor ama öte yandan da kendi müzikal tadınıza uygun lezzetleri bulmak için de birçok seçeneğiniz oluyor. Hatta gereğinden fazla seçim hakkını bile olabiliyor.
Teknolojiyi yakından izliyor musunuz ? Zira üretilenler kadar hızlı gelişen bir alan da bu müzikleri ürettiğiniz cihaz, program ve aparatlar diyebiliriz.
Elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Ama bunu sadece işimin bir gereği olarak ve güncel kalmak adına yapıyorum. Yoksa her çıkan teknolojik yeniliği takip eden ve öğrenen bir çılgın olduğumu söyleyemem.
En sevdiğiniz punk grupları hangileri peki ? Ya da sizi en çok etkileyen isimler diyelim.
Misfits, Trio, Black Flag, Shellac (tam bir punk grubu sayılmasa da en beğendiğim gruplardan biri), Dead Kennedys elbette ve Nine Inch Nails’i de listeye eklemek isterim çok sevdiğim bir grup olarak.
Remiksleriniz arasından bir seçim yapmanızı istesek ?
Açıkçası çok fazla sayıda remiks çalışması yaptım. Aralarından iyi bir seçim yapmam pek mümkün değil. Zaten çoğunu da hatırlamıyorum. Genel olarak remiks parçalar yapmayı da çok seviyorum. Fazla kafa patlatmadan hazır oluşturulmuş bir materyali tekrar parçalayıp yeniden düzenlemekten keyif alıyorum.
Son olarak parçalarınızı ağırlıklı olarak hangi programda yapıyorsunuz ?
Sanırım en çok Cubase kullanıyorum.
25 Aralık 2011 Pazar
21 Aralık 2011 Çarşamba
Sıcak, İçten ve Organik...2005 Nisan'ından Apparat Röportajı...
Yıllar önce Sascha Ring ilk defa olarak Indigo'da çalmaya geldiğinde Trendsetter dergisi için sevgili Misak Tunçboyacı'yla ( dR.Warp) birlikte kendisiyle yaptığımız röportaj sanki bugüne ait ipuçları da içeriyor gibi...Bakalım :
O zamanlar oldukça küçüktüm ve davul çalmak benim için bir grupta çalma amacı olmaksızın, eğitim gibi düşündüğüm bir şeydi. Babamın bir grubu vardı ve o çalarken yanında olmak beni heyecanlandırırdı. Çoğunlukla garaj topluluklarında çalınmaya başlanılan 13-14 yaşlarına geldiğimde, elektronik müzik herkesin gündemindeydi. Ben de madem davul makinaları ve bilgisayar var, ne diye kocaman davul setiyle uğraşayım diye düşündüm. Sanırım elektronik müzikle olan ilk sıcak temasım bu düşünceyle şekillendi.
SASCHA RING NAM-I
DİĞER APPARAT’LA BERLİN’DE BAŞLAYAN
SOHBETİMİZ TÜNEL’DE NOKTALANDI!
Karın yağmakla yağmamak arasında tereddüt ettiği, insanın
içini ürperten soğuk bir Berlin öğleden sonrasında kolumun altında plaklarla girdim
Shitkatapult’un ofisine. Bir yandan derdimi anlatmaya çalışıyor, bir yandan da
yan masada müstehzi bir ifadeyle beni dinleyen genç adama bakıyordum. Cümlem
biter bitmez kendisine dönüp, “Siz Apparat’sınız, değil mi?” deme cesaretini
nasıl gösterdim diye düşünürken, aslında bunun yaklaşık 45 dakikayı bulan çok
keyifli bir sohbetin de ilk adımı olduğunu çok sonradan İstanbul’a dönerken
düşündüm. Şubat’ın son günlerinde Apparat (nam-ı diğer Sascha Ring) ismi,
İndigo’da iki saatlik bir performans sonrası hafızalarımıza kazındı. Hemen
ertesi gün, bu defa Taksim’de bir cafede sözleşip sıcak bir röportaj yaptık
kendisiyle.
Küçük yaşlarda davul
çalarak başlayan müzik yaşantınızda, 90’lı yılların başından itibaren
elektronik müziğe yönelmenizin ana sebebi neydi ?O zamanlar oldukça küçüktüm ve davul çalmak benim için bir grupta çalma amacı olmaksızın, eğitim gibi düşündüğüm bir şeydi. Babamın bir grubu vardı ve o çalarken yanında olmak beni heyecanlandırırdı. Çoğunlukla garaj topluluklarında çalınmaya başlanılan 13-14 yaşlarına geldiğimde, elektronik müzik herkesin gündemindeydi. Ben de madem davul makinaları ve bilgisayar var, ne diye kocaman davul setiyle uğraşayım diye düşündüm. Sanırım elektronik müzikle olan ilk sıcak temasım bu düşünceyle şekillendi.
DJ’liğin yanı sıra
90’ların ortasında Berlin’e yerleşmenizle birlikte parçalar üretmeye
başladınız. Berlin elektronik müziğin merkez noktalarından biri olarak müzikal
kariyeriniz için kaldıraç vazifesi görecek bilinçli bir tercih miydi ?
Berlin’e ilk gidişim aslında tamamen müzikal nedenlerin
dışındaydı. DJ’lik yapıyordum ve müzik hala benim için hobiydi. Depolarda kendi
partilerimizi düzenliyorduk. Berlin’e geldiğimdeki durumu şöyle özetleyebilirim
: Müziğin çok içindeydim ama asıl amacım grafiker olmaktı ve bunu da doğduğum
kasvetli, küçük işçi kasabasında yapma şansım yoktu. Daha sonrasında Berlin’in
elektronik müzik için ideal bir şehir olduğunu gördüm ve ilk parçalarımı
üretmeye başladım.
Mumu etiketiyle
yayınlanan “prüfsumme 8” teknoya yakın bir çalışmaydı. Zamanla standart
vuruşlardan oluşan parçalardansa ses olgusuna odaklanıp, onu şekillendirerek
parçalar üretmeye başladınız. Daha dinamik ve değişken ses varyasyonlarının
takipçisi olduğunuz bu geçiş süreciyle ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz ?
Asıl değişim şu şekilde oldu, ki hala insanların nasıl olup
da stüdyoya girip tekno müzik yapabildiklerine anlam veremiyorum; yani günde
sekiz saat boyunca aynı vuruşu dinlemekten bahsediyorum. Standartlar içersinde kalarak sıkıcı şeyler
üretmektense yeni açılımlar kovalamayı tercih ettim. Stüdyoda geçirdiğim koca
bir yılın ardından daha soyut ve derin parçalar üretmeye çalıştım ve bundan çok
daha fazla keyif aldığımı gördüm. Daha sonra da bir daha hiç standart bir tekno
parçası yapmadım.
Müziğinize dönecek
olursak, genelliklşe çalışmalarınız olumlu kritikler aldı ve yayınlandıkları
dönemlerde ayın albümü olarak listelendi. Değerlendirmelerin ortak noktası
çalışmalarınızın IDM tarzının en iyi örnekleri olduğu yönündeydi. Bu görüş
paralelinde müziğinizi genel olarak elektronik müzik çatısı altında nerede
konumlandırdığınızdan bahsedebilir misiniz ?
Çok farklı tarzlarda çalışmalar yaptığım zaman aslında tam
olarak kendimi nereye konumlandırdığım gerçekten zor bir soru olup çıkıyor.
Çalışmalarım genelde IDM türüne sokulsa da buna pek katılmıyorum. Örneğin son
çalışmalarımda elektronik müzikte alışılageldiğinden çok daha fazla enstrüman
kullanıyorum. Bu parçaları gitarla çalsanız dahi tanınabilecek bir üst
kimlikleri var. Bu elektronik müzik açısından oldukça önemli bir değişiklik.
Öte yandan, tamamıyla elektronik olan parçalarımsa ses tasarımına giriyor.
Böyle iki uç varken de sadece IDM demek tam anlamıyla kapsayıcı bir tanımlama
olmuyor.
Sizin için müzik
yaşama karşı duruşunuzu ifade ettiğiniz bir araç mıdır yoksa tam aksine dış
dünyadan kaçmanın bir yolu mu ? Müziğinizle sıkı sıkıya harmanlanmış
“duygusallık” kavramı paralelinde soruyorum bunu.
Yapmayın. Benimle vakit geçiriyorsunuz. Tamamen duygusal
biri izlenimi mi verdim yoksa size ( gülüşmeler ) ? Elbett ki müziğimde
duygusallık çok ön planda. Ama müziğimin dış dünyadan kaçmak için bir araç
olduğunu söyleyemem. Daha doğrusu, belli sosyal niteliklere sahip olduğunu
düşünen biri olarak böyle bir kaçışa ihtiyaç duyduğumu düşünmüyorum.
Son çalışmanız “Silizium”
öncekilere kıyasla gerçekten farklı bir çalışma. Özellikle ön plana çıkan yaylı
çalgılar ( Complexacord ) ve Raz O.Hara’nın vokalleri var. Müzikal kariyerinize
baktığınızda bu çalışma nerede duruyor ?
Son çalışmanın farklı olmasının en önemli sebebi bir “Peel
Session” olması. Londra’ya gidip dizüstü bilgisayarımdaki dosyaları
çalmaktansa, daha anlamlı ve daha fazla değer taşıyan bir şey yapmam gerekir
diye düşündüm. Yaylı partisyonlar uzun zamandır aradığım bir yenilikti.
Vokaller başlangıçta biraz soru işareti olmakla birlikte Raz’ın o gizemli ve
çok katmanlı yorumuyla farklı bir boyut kazandı. Sonuçta Apparat izleğinin
oldukça dışında bir sonuç ortaya çıktı.
Yaylı enstrümanlar
müzikal yapının çağdaş klasik müziğe göndermeler içermesi için mi eklendi yoksa
tamamen daha akustik kokan bir atmosfer için mi ?
Basitçe; çok sevdiğim enstrümanlar olduğu için. Zaten
Londra’daki stüdyo, kayıdın üzerinde sonradan çok da fazla değişiklik
yapılmasına müsaade etmeyen analog bir yapıya sahipti. Dolayısıyla çok fazla
müdahale olmadan direkt performansı yansıtan bir çalışma oldu.
Ekoplekz. Intrusive Incidentalz Vol 1. Punch Drunk ( minima )
Nick Edwards’ın solo projesi Ekoplekz’in 2011 yılı sonlarında yayımlanan çalışması elektronik müziğin metruk köşe başlarında, modern dijital üretim süreçlerindense analog döneme göz kırpan bir anlayışla şekillendirilmiş, lo-fi kayıtlardan ve anlık ses doğaçlamalarından oluşan tekinsiz bir çalışma. Throbbing Gristle ve Cabaret Voltaire’i anımsatan bu ses oyunlarında post-punk döneminin işlenmemiş, çiğ ve deforme ses örgülerinin başrolde olduğunu söylemek mümkün. Albüm boyunca oluşturulan karanlık ve kasvetli atmosfer, peşine takılıp gidebileceğiniz melodik yapıların azlığı ve ağır baslar arasında gidip gelen ses dalgaları, ilk dinlemede alışmamış kulaklar için biraz fazla yorucu olabiliyor. Öte yandan Ekoplekz doğaçlamanın ve ses bükülmelerinin ön planda olduğu bu geniş oyun havzasından bir şekilde nitelikli bir ses kümesi çıkarmayı başarıyor. Elektronik müziğin uç noktalarında gezinirken ses olgusuna odaklanan çalışma, deneysel işlere ekstra kulak kabartanlar için mutlak suretle not edilmesi gereken keyifli bir yolculuk vadediyor.
17 Aralık 2011 Cumartesi
Byetone. Symeta. Raster Noton (minima)
90’ların
sonunda bu yana Berlin’den deneysel ve minimal elektronik müziğin ana rotasına
ciddi katkılar yapan Raster Noton etiketinin ( ya da topluluğunun ) kurucularından
olan Olaf Bender’in solo projesi Byetone, 2008 yılındaki akıllara kazınan
çalışması Death of a
Typographer’ın
ardından yine etkileyici bir albümle karşımızda. Byetone bir şekilde ana akım
tekno müzik tariflerinin tamamen dışında; zaman zaman eğlenceli, enerjisi
yüksek, dinamik ve bir anlamda matematiksel denebilecek kuramsal bir müzik
üretiyor. Robotik tınıların etrafına serpiştirilen kuvvetli baslar, “glitch”
esanslı ve Pan Sonic referanslı sinyaller edepli kıvamda kullanılan gürültü
parçacıklarıyla bir araya gelerek uyuşturucu bir etki yaratıyor Byetone’un
müziğinde. Marazî bir yanı da bulunan parçaların döngüsel hamuruna yedirilmiş
olan makine sesleri ve endüstriyel dokunuşlar yarattıkları titreşimlerle giderek
daha gergin bir atmosfer oluşturuyor. Bir önceki albüme kıyasla daha agresif,
sert ve taviz vermeyen bir müzikal çizginin yakalandığı bu çalışmada özellikle
açılışı yapan “Topas” ve onunla el ele devam eden “Telegramm” ile “Helix” isimli
parçalar bir adım öne çıkıyor. 90’ların Pan Sonic ruhunun 2000’lerdeki en güzel
yansımalarından biri; daha ritmik ve daha coşkulu.
16 Aralık 2011 Cuma
Haossaa. Haossaa. Peyote (minima)
arkaoda’da geçtiğimiz aylarda ikincisi
düzenlenen Demonation Festivali’nde ilk defa canlı seyrettiğim Haossaa ekibinin
kendi adını taşıyan çalışması, aynı zamanda ilk albümü olma özelliğini taşıyor.
Dokuz adet kısa süreli zımba gibi parçadan oluşan albüm hardcore, punk ve bir
anlamda noise arasında tavizsiz ve cüretkâr bir şekilde tam tabiriyle cirit
atıyor. İlk saniyesinden itibaren 90’larda ülkemize de gelmiş olan Ruins
grubunu anımsatan (bir bas ve davuldan oluşan Ruins’de aynı zamanda vokal de
vardı, Haossaa’nın bu albümündeyse vokal yok) Haossaa ekibi üç kişiden oluşuyor.
Bir an olsun düşmeyen tempoları, özellikle davulun güçlü vuruşlarıyla çıkılan
maceraperest yolda gitarların cengâver takipçiliği ve bunların arasına bir
şekilde serpiştirilen güçlü melodik kurgu albümü baştan sona tarza yakın
olanlar için nefis bir dinleti hâline getiriyor. Bu kuvvetli patlamalar
arasında anlık kopmaların olmaması ekip arasındaki kimyanın tuttuğunun da bir
göstergesi. Kısa zaman içinde müzik yapım ayağında oldukça nitelikli işlere
imza atan Peyote de bu açıdan güçlü bir alkışı hakediyor.
15 Aralık 2011 Perşembe
The Field. Looping State Of Mind. Kompakt (minima)
Axel
Willner’in yine Kompakt etiketini taşıyan ilk iki albümü sonrası yayımlanan
üçüncü stüdyo albümü, en kestirmeden söylersek yılın en iyi elektronik müzik
albümlerinden biri. Willner’in ilk çalışmalarına nazaran çok daha yoğun,
kişilikli ve bol katmanlı bir kurgu dahilinde işlenen parçaları, dinleyen
üzerinde mutlak suretle derin bir etki yaratıyor. Bir yandan arka plana
döşenmiş döngülerin yarattığı hipnotik ortamın tetiklediği sakinleştirici ve
yatıştırıcı hisler, bir yandan da ana omurgaya eklemlenmiş melodiler ve minik
akustik orkestrasyonların şekillendirdiği kuvvetli bir sarmal sizi sıkıca
kavrayıveriyor. Klasik tekno ritimlerinin basite kaçma riski yüksek biteviye
4/4 temposunu başarıyla bertaraf eden Willner, ortaya çıkarttığı çok boyutlu
müziği yine de hazmedilebilir seviyede tutmayı da beceriyor. Görece uzun süreli
parçalar her geçen dakika olgunlaşıyor, kendi kimliğini ortaya koyuyor ve
yerini bir sonrakine bırakıyor. Bu anlamda bir dinleti bütünlüğü de taşıyan
albümde özellikle “It’s Up There”, “Arpeggiated Love” ve albüme adını veren
“Looping State of Mind” zengin içerikleri ve bir kademe daha okkalı melodik
yapılarıyla öne çıkanlar olarak belirtilebilir. Özetle duygusal kalibresi ve
dans ettirme potansiyeli oldukça güçlü “kafa bir müzik” var bu albümde.
13 Aralık 2011 Salı
Gary Numan Röportajı
Bu yazı ve röportaj Babylon derginin 10. sayısı için hazırlanmıştır.
Birçoğumuzun kulaklarında 70’lerin sonunda yayınladığı “Cars” parçasının melodisiyle özdeşleşmiş olan Gary Numan; elektronik müziğin öncü isimlerinden biri olarak 30 yılı aşan müzikal kariyerinde birçok kırılma noktası yaşamış, özellikle 90’lardan sonraki süreçte daha karanlık, sert ve tavizsiz bir tavrın temsilcilerinden olmuş ve hala üretmeye, sorgulamaya ve yaratmaya devam eden ikonik bir figür olarak dimdik karşımızda.
Bir röportajınızda “daima mükemmel sesi aramaya devam ettiğinizi” belirtmişsiniz. Müzik üretmek konusunda mükemmeliyetçi misinizdir ? Yıllar içinde bir değişim oldu mu bu açıdan ?
İngiltere’de yaşamaktan pek hoşnut değilsiniz ve ailenizle birlikte Amerika’ya gitme ihtimaliniz var sanırım ? Somut bir plan var mı ?
Birçoğumuzun kulaklarında 70’lerin sonunda yayınladığı “Cars” parçasının melodisiyle özdeşleşmiş olan Gary Numan; elektronik müziğin öncü isimlerinden biri olarak 30 yılı aşan müzikal kariyerinde birçok kırılma noktası yaşamış, özellikle 90’lardan sonraki süreçte daha karanlık, sert ve tavizsiz bir tavrın temsilcilerinden olmuş ve hala üretmeye, sorgulamaya ve yaratmaya devam eden ikonik bir figür olarak dimdik karşımızda.
Nine Inch Nails’in 2009’daki
veda turnesinin bazı ayaklarında grupla birlikte sahne alan, son olarak Battles’ın
Gloss Drop albümündeki “My Machines” parçasına sesini veren Numan bugün dahi sadece
yarın üzerine odaklanan, her adımda farklı sesler üretmeyi amaçlayan,
geçmişteki başarılarının zırhına sığınmadan attığı cesur adımlarla etkileyici
bir profil sergiliyor. Trent Reznor, Dave Grohl, Marilyn Manson gibi birçok
ismi etkileyen, bir dönem hayranlarına “Numanoids” denen Numan’la son albümü
“Dead Son Rising” sonrasında hayata, müziğe, ailesine ve daha başka birçok şeye
ilişkin keyifli bir röportaj yaptık.
Elbette ki onlarca
albümü, 30 yılı aşkın bir kariyeri, Numan’ın problemli geçtiğini
söyleyebileceğimiz okul yıllarını, bir ara gösteri uçuşları için pilotluk
yaptığını, arabalara olan merakını ve her biri ayrı yazı konusu olabilecek projelerini
bu iki sayfaya sığdırmak imkansız. Amacımız özellikle genç neslin ya hiç
tanımadığı, yada sadece tek yönünü bildikleri bu önemli isme dair bazı
ipuçlarını elimizden geldiğince aralamak. Buyrunuz :
Bir röportajınızda “daima mükemmel sesi aramaya devam ettiğinizi” belirtmişsiniz. Müzik üretmek konusunda mükemmeliyetçi misinizdir ? Yıllar içinde bir değişim oldu mu bu açıdan ?
Aslında her yeni albümde amacım bir
öncekini geliştirebilmek. Her yeni albüm kimsenin daha önce duymadığı seslerden
oluşmalı. Bu amaçla farklı sesler ve katmanlar oluşturmak yeni müzikler
üzerinde çalışmanın en keyifli yanı. Kendimi
bir ses-oluşturucusu ( sound generator ) olarak görüyorum. Bazıları ne kadar
iyi müzisyen olduklarını yada iyi söylediklerini göstermeye çalışırken; benim
derdim yeni sesler sunabilmektir. Öte yandan yapı, melodi, sözler, sahne
performansı gibi şeyler konusunda hala tutkulu olduğum söylenebilir.
Müzik üretirken sizin için itici güç
nedir ?
Cevabı zamana göre değişen bir soru. İlk
yıllarda bilim kurguyla alakalı fikirlerdi. Sonrasında Tanrı ve din kavramıyla
çok içli dışlı oldum. Yaşın ilerledikçe seni korkutan, heyecanlandıran yada
ilgini çeken şeyler de değişiyor. Bu da neden ilham aldığını da etkiliyor. Bu
aralar bir roman yazma konusuna takmış durumdayım;bir bilim fantazi romanı. Şu
sıralar yazdığım şarkılar da bu romana ilişkin fikirlerden besleniyor.
Sanırım fazla müzik
dinlemiyorsunuz. Somut bir nedeni var mı ?
Müzik dinlemekten korkmasam da, kabul
etmem gerekir ki gerçekten çok az müzik dinliyorum. Zira müzik dinlerken birçok
fikir üşüşüyor başıma ve bu bana rahatsızlık veriyor. Evde müzik çalarken rahat
bir şekilde düşünemem. Yada ne zaman çocuklara müzik dinletsem bir anda
iletişimi kesiyorlar; hiç konuşmuyorlar. Oysa ben onları okula bırakırken
arabada sohbet edebilmeyi istiyorum. Bu hayatımdan geri gelmeyecek çok değerli
bir zamanı kaybettiğimi düşündürtüyor bana. Ayrıca müzik dinlerken onu analiz
etmeden duramıyorum. Kendimi bir anda stüdyoda çalışıyormuşum gibi
hissediyorum. Oysa stüdyo dışındayken gerçekten müzikle ilgilenmek istemiyorum
ben.
2010 yılında
Primavera Festivali’nde sizi canlı seyrettim ve performansınız Nine Inch
Nails’den Trent Reznor’la olan ilişkinizi aklıma getirdi. Reznor müzisyen
olarak sizden çok etkilendiğini belirtmişti. Son olarak da Battles’ın “Gloss
Drop” albümünde bir parçada vokal yaptınız. Ortak çalışmalara nasıl
yaklaşıyorsunuz ? Ufukta Reznor’la bir proje var mı ?
Bir projeye ne katabileceğim konusundaki
güvensizliğim nedeniyle genelde diğer müzisyenlerin bana yaklaşmasını bekleyen
pasif bir tutumum var. Stüdyoda çalışırken tam olarak ne ile uğraştığımı bilir
ve kendi sınırlarım dahilinde çalışırım. Ama bu güvenlik alanının dışındayken
daha kırılgan oluyorum, o yüzden de kimlerle çalışıyor olduğum çok önemli.
Trent Reznor’la ortak bir çalışma için birkaç defa konuştuk ve bu olasılık beni
heyecanlandırdı. Benim gibi genelde tek başına çalışan biri için başkalarıyla olmanın
iyi yanları da var elbette; zira seni alışıldık sınırlarının dışına itiyor,
rahatlık alanının dışına çıkarıyor ve böylelikle yaratıcılığını zorluyor.
Gemma ile bir fanım olduğu için değil,
etkileyici bakışları ve mükemmel kişiliği nedeniyle evlendim. Hatta bir fanım
olması aşmamız gereken bir engeldi. Zira hayranlarınızın sizin hakkınızda
gerçekçi olmayan fikirleri olabilir ve gerçekle yüzyüze geldiklerinde
hayalkırıklığına uğrarlar. Fanlarımın tahmin ettiğinden daha kısa boyluyum
mesela, benimle konuşmak çok da keyif verici değildir, hatta yatakta bile iyi
değilimdir... Gemma ile olan ilişkimizde “gerçek” beni bulana kadar bu tip
birçok engelle mücadele ettik. Hiç bir zaman kendimi özel hissetmedim, sadece
şanslıydım denebilir. Yani ayaklarım yerebasar, bu da fanlarla aramdaki
ilişkiye hep olumlu yansımıştır. Hiç bir zaman ulaşılmaz biri olmadım ve ben de
fanlarıma ayni sevgi ve saygıyla karşılık verdim.
Günümüz elektronik
müzik sahnesinin 18 yaşında bir ismi olsaydınız nasıl bir müzik yapardınız ?
Şu an ne yapıyorsam aynısını yapardım.
Hiçbir zaman ticari düşünmedim, yaratıcılığa odaklandım. Müziğim bir radyoda
gündüz çalabilecek bir müzik değil; pop müzik de değil yaptığım. Bu kararı en
başında bilerek verdim, bu tip bir müziğin hiçbir zaman listelere
giremeyeceğini de biliyordum. Karanlık ve ağır bir müzik yapıyorum. Ama benim
için asıl önemlisi yaptığımdan gurur duymam. Popüler olmak yada listelere girmek
için ödün vermem. 18 yaşımdayken de şimdi de böyle düşünüyorum. Sadece kolay,
mutlu ve risksiz bir müzik yapamam; dinlemem de...
İngiltere’de yaşamaktan pek hoşnut değilsiniz ve ailenizle birlikte Amerika’ya gitme ihtimaliniz var sanırım ? Somut bir plan var mı ?
Birçok açıdan zor bir karar ve cevap
vermek hiç de kolay değil. Ancak İngiltere her geçen gün daha rahatsız edici ve
şiddet içeren bir yer oluyor. Cinayetler, tecavüzler, çocuk istismarı ve birçok
benzer problem. Hava bok gibi, kariyer ve çalışma olanakları azalıyor ve deli
gibi vergi ödüyoruz. Ailemin geleceği için daha parlak bir yere ihtiyacımız
olduğu aşikar. Amerika iyi bir seçenek gibi duruyor; oraya gidersek herşey
güllük gülistanlık olmayacak ama daha dengeli olacağına inanıyorum. Öte yandan
İngiltere’yi çok seviyorum ve gurur duyuyorum. Ama bu bugüne ait bir gurur
değil, geçmişte ne olduğumuzla alakalı bir gurur. Eğer Yeşil Kart alabilirsek
2012 sonuna doğru Amerikaya gitmiş olacağız. Aksi halde oturup düşünmemiz
gerekecek.
Bir de özel soru :
Raven, Persio ve Echo adında üç kız çocuğunuz var. İsimleri kim seçti ?
Eşim Gemma. Doğum sürecinin ve bizatihi
doğumun tüm sıkıntılarını kadın çektiği için, erkekler en azından çocuğun
ismini belirleme hakkını eşlerine vermeliler bence. Bunun çok da abartılacak
bir fedakarlık olmadığı kanısındayım. Bu üç ismi de çok seviyorum. Sanırım
spesifik bir nedeni olmadan, kulağa hoş gelen, çocukların canını sıkacak kadar
garipsenmeyecek isimler seçti Gemma. Ben de ikinci adlarını seçtim; Elfin, Halo
ve Moon.
Son olarak arabalar
mı uçaklar mı ? ve 80’ler mi 90’lar mı ?
Makinaları, arabaları, uçakları,
motorsikletleri ve botları sevdiğim bir gerçek. İnsanlarla olmaktansa
makinalarla birarada olmayı tercih ederim açıkçası. 80’ler mi 90’lar mı soruna
gelince aslında hiçbirisi. Benim için önemli olan hep yarın. Dün ne yaptığımın
bile önemi yok. Yarın ne yazacağım daha önemli. Geriye bakıp yaptıklarımla
gurur yada pişmanlık duymak değil derdim, sadece sonrası...
8 Aralık 2011 Perşembe
Greg Ward's Phonic Juggernaut. Thirsty Ear (maxima)
Bu yazı cazkolik web sitesi için hazırlanmıştır.
Her ne kadar kenarda köşede gizli bir sandık içinde sakladığım bir sır olmasa da, yine de bu satırlar vasıtasıyla bir de yazılı olarak itiraf etmem gerekir ki, müzik dinlemeye ayırabildiğim zamanın ancak sınırlı bir kısmını caz eksenli dinlemeler oluşturuyor. Ancak daha önce de altını çizdiğim bir nokta var ki tekrarda beis görmüyorum; o da bu köşe için farklı bir dinleme ve araştırma pratiğine girdiğim gerçeği. Bu samimi ifadeden kasıt; özellikle bu köşeye uygun düşebilecek albümler bulmak, onları minik bir filtreden geçirmek ve sonrasında kişisel kantarımızda sınıfı geçer notu alanları burada sizlere aktarmaya gayret etmek olarak özetlenebilir.
Bu minik hatırlatmaca sonrasında gelelim yeni yazımızda ışık tutmaya çalışacağımız albüme: Greg Ward – Phonic Juggernaut. Daha önceden de başkaca bir albümünü detaylıca incelediğimiz bir etiket olan Thirsty Ear’dan (http://tinyurl.com/cvulrvo) yayımlanan bu kayıt en özetinde “oldukça iyi bir fusion” albümü. Cazın özellikle rock’la bol miktarda sarmaş dolaş olduğu çalışma, yer yer doğaçlamalarıyla ve yükselen enerjisiyle de dikkat çekiyor. İlk aşamada dört kişilik tam bir ekip çalışması planlanırken; piyanonun proje dışı kalmasıyla saksofon, davul ve bastan oluşan daha agresif ve yırtıcı bir trio projesi çıkmış ortaya.
New York kökenli olsa da daha sonradan Chicago’nun yolunu tutmuş ve henüz otuzlarına gelmiş genç sayılabilecek bir alto saksofoncu olan Greg Ward’a bu kayıtta eşlik eden isimlerse basta Joe Sanders ve davulda Damion Reid. Uzunca sayılabilecek yedi parçadan oluşan ve yaklaşık 60 dakikaya yayılan çalışmadaki tüm parçalar biri hariç (kapanış parçası olan Sectionate City) Ward’ın kendi kompozisyonları olma özelliğini taşıyor. İlk dinlemede ruhumuza ve bedenimize ekstra bir dinamizm yüklemesine kesin gözüyle bakabileceğimiz albümde saksofonun liderliğinde doğaçlama ile kompozisyonların elele gidişi kadar, zengin içeriğe ait tüm ipuçlarını kulaklar önüne serpen davulun çoksesliliği de oldukça dikkat çekiyor.
Açılışı yapan Above Ground saksofonun orta tempodaki salınımlarına misliyle yanıt veren bir davul introsuna sahip. Bir kaç dakika içinde ekip arasında denklik yakalnıyor ve saksofonun melodik tınılarına davulun ön planda olduğu bir arka plan inşa ediliyor. Elbetteki anlık parlamalar ve hafif yoldan çıkmalar sözkonusu; ama girişte de belirttiğimiz gibi albümün en dikkat çekici yanlarından biri her daim kıyıya bağlı bir güvenlik halatının olması; uzak diyarlara gitmeye yeltelenen oldu mu anında varlığını hissettiren bir sübab yada. Ward’ın akışkan ve uzun erimli sololarına her fırsatta bir ses düşüren davul ilk açılış parçasıyla birlikte başrole soyunmaya pek heveskar olduğunu gizlemiyor. Bas derseniz bizatihi bu iki ana enstrüman arasındaki köprü görevini layıkıyla yerine getiren bir bağlaç kıvamında. Parçanın ortalarına doğru nefeslenen ekip ikinci kısımda paralel bir kurguda devam ederek sonlandırıyorlar bu nefis ve etkileyici parçayı.
Leanin’ In sakin girişiyle önce depreşen enerjimizi sonraki adım için toplamamızı sağlıyor ve ardından saksofonun perdeyi hafiften yükseltmesiyle oldukça ritmik ve keyifli bir melodinin eşgüdümünde yol almaya devam ediyor. Davulun istirarlı ataklarına saksofon kesiksiz yanıtlar vermekle meşgulken, kulaklar yine aralarda basın kendi halindeki dokunuşlarını yakalayabiliyor. Bu parçada özellikle davulun çok ritimli vurgusu öne çıkıyor. Bas ancak ikinci yarının sonlarına doğru bir adım öne çıkaraktan ben buradayımı biraz daha net hissettiriyor. Saksofon - davul ikilisi bu rol paylaşımına çok da itiraz etmiyor öte yandan. Bu dakikalarda konser salonlarında müzisyenlerin sıra ile alkışlandığı minik sololara benzer geçişler dikkat çekiyor.

Velvet Lounge Shut-In içimizi ferahlatan yumuşak ve ağırbaşlı bir girişe sahip. Saksofonun biraz daha farklı bir tonda tınladığı bu parçada akıp giden melodik bir kurgudan ziyade hep bir kapanış hali hakim. Her an parça bitecekmiş gibi sonlanan davullar, birkaç saniye içinde tekrardan ortaya çıkarak parçaya kendi içinde bir devingenlik kazandırıyor. Bu haliyle parçanın albümdeki en farklı kayıtlardan biri olduğunu söylemek mümkün. Albüme adını veren Phonic Juggernaut ise üçlünün en ahenkle tınladığı açılışıyla ilk andan itibaren içimizi kaynatıyor. Aşırı uçlara kaymadan Ward’ın saksofonundan akıp giden steril melodiler hiç bitmemecesine havada uçuşurken, davul ve bas yine kendi rollerini fazlasıyla iyi bir şekilde icra ediyorlar.
Kalan kısımda yeralan This Ain’t In Book 3 daha sinematogafik bir arka pan dahilinde ilerliyor. Saksofonun biraz daha yalnız kaldığı bu dakikalarda kurulan minik cümleler daha sakinleştirici bir havaya sahip. Parçanın ortalarında adım adım davulun tetiklemesiyle birlikte ortaya çıkan dinamik kurgu heyecanı yükseltse de, saksafon limitleri zorlamadan daha usturublu bir yol tutturmaya gayret ediyor. U.S. 4 daha kesik ve tempolu melodilerle örülü yapısıyla davula bir hayli mesai çıkartıyor. Zira davul albümün genelinde olduğu üzere saksofondan çıkan her bir tınıya kuvvetli ataklarla cevaplar vererek albümün dinamizmine ciddi bir katkı sağlıyor.

Kapanış albümde Ward’a ait olmayan tek parça olan Sectionate City ile yapılıyor. Açıkçası bu farklılık ilk andan itibaren kendini hissettiriyor. Bunu albüme ilişkin olumsuz bir not olarak da görmek mümkün. Bu parçanın nitelik olarak vasatın üstüne çıkıp çıkmamasından ziyade, albümü buraya kadar getiren diğer altı parçadan oldukça bağımsız yapısı nedeniyle fazlasıyla sakil durmasıyla alakalı bir not olarak okumak gerekir. Burada saksofon yine birşeyler mırışldansa da özellikle davulun rock referansları kuvvetli ataklarını ve doğaçlamalarını göremiyoruz.
Bu köşede sıklıkla yer vermeye çalıştığımız elektroniklerle süslenmiş deneysel yanı ağır basan bir caz albümü değil Phonic Juggernaut. Ancak yüksek enerjisi, özellikle saksofon ve davulun ön planda olduğu akışkan yapısı, zengin melodik omurgası ve hiç sıkılmadan baştan sona tek oturuşta dinlenebilecek ahenkli içeriğiyle (belki son parçayı bu yorumdan ayrı tutabiliriz) dikkate değer iyi bir albüm. Özetle rock ruhunun ve doğaçlamanın getirdiği isyankar ve coşkulu halin, cazın daha ağırbaşlı kompozisyonlarıyla ustalıkla harmanlandığı bir albüm olarak görmek mümkün Greg Ward’ın bu son kaydını.
Her ne kadar kenarda köşede gizli bir sandık içinde sakladığım bir sır olmasa da, yine de bu satırlar vasıtasıyla bir de yazılı olarak itiraf etmem gerekir ki, müzik dinlemeye ayırabildiğim zamanın ancak sınırlı bir kısmını caz eksenli dinlemeler oluşturuyor. Ancak daha önce de altını çizdiğim bir nokta var ki tekrarda beis görmüyorum; o da bu köşe için farklı bir dinleme ve araştırma pratiğine girdiğim gerçeği. Bu samimi ifadeden kasıt; özellikle bu köşeye uygun düşebilecek albümler bulmak, onları minik bir filtreden geçirmek ve sonrasında kişisel kantarımızda sınıfı geçer notu alanları burada sizlere aktarmaya gayret etmek olarak özetlenebilir.
Bu minik hatırlatmaca sonrasında gelelim yeni yazımızda ışık tutmaya çalışacağımız albüme: Greg Ward – Phonic Juggernaut. Daha önceden de başkaca bir albümünü detaylıca incelediğimiz bir etiket olan Thirsty Ear’dan (http://tinyurl.com/cvulrvo) yayımlanan bu kayıt en özetinde “oldukça iyi bir fusion” albümü. Cazın özellikle rock’la bol miktarda sarmaş dolaş olduğu çalışma, yer yer doğaçlamalarıyla ve yükselen enerjisiyle de dikkat çekiyor. İlk aşamada dört kişilik tam bir ekip çalışması planlanırken; piyanonun proje dışı kalmasıyla saksofon, davul ve bastan oluşan daha agresif ve yırtıcı bir trio projesi çıkmış ortaya.
New York kökenli olsa da daha sonradan Chicago’nun yolunu tutmuş ve henüz otuzlarına gelmiş genç sayılabilecek bir alto saksofoncu olan Greg Ward’a bu kayıtta eşlik eden isimlerse basta Joe Sanders ve davulda Damion Reid. Uzunca sayılabilecek yedi parçadan oluşan ve yaklaşık 60 dakikaya yayılan çalışmadaki tüm parçalar biri hariç (kapanış parçası olan Sectionate City) Ward’ın kendi kompozisyonları olma özelliğini taşıyor. İlk dinlemede ruhumuza ve bedenimize ekstra bir dinamizm yüklemesine kesin gözüyle bakabileceğimiz albümde saksofonun liderliğinde doğaçlama ile kompozisyonların elele gidişi kadar, zengin içeriğe ait tüm ipuçlarını kulaklar önüne serpen davulun çoksesliliği de oldukça dikkat çekiyor.
Açılışı yapan Above Ground saksofonun orta tempodaki salınımlarına misliyle yanıt veren bir davul introsuna sahip. Bir kaç dakika içinde ekip arasında denklik yakalnıyor ve saksofonun melodik tınılarına davulun ön planda olduğu bir arka plan inşa ediliyor. Elbetteki anlık parlamalar ve hafif yoldan çıkmalar sözkonusu; ama girişte de belirttiğimiz gibi albümün en dikkat çekici yanlarından biri her daim kıyıya bağlı bir güvenlik halatının olması; uzak diyarlara gitmeye yeltelenen oldu mu anında varlığını hissettiren bir sübab yada. Ward’ın akışkan ve uzun erimli sololarına her fırsatta bir ses düşüren davul ilk açılış parçasıyla birlikte başrole soyunmaya pek heveskar olduğunu gizlemiyor. Bas derseniz bizatihi bu iki ana enstrüman arasındaki köprü görevini layıkıyla yerine getiren bir bağlaç kıvamında. Parçanın ortalarına doğru nefeslenen ekip ikinci kısımda paralel bir kurguda devam ederek sonlandırıyorlar bu nefis ve etkileyici parçayı.
Leanin’ In sakin girişiyle önce depreşen enerjimizi sonraki adım için toplamamızı sağlıyor ve ardından saksofonun perdeyi hafiften yükseltmesiyle oldukça ritmik ve keyifli bir melodinin eşgüdümünde yol almaya devam ediyor. Davulun istirarlı ataklarına saksofon kesiksiz yanıtlar vermekle meşgulken, kulaklar yine aralarda basın kendi halindeki dokunuşlarını yakalayabiliyor. Bu parçada özellikle davulun çok ritimli vurgusu öne çıkıyor. Bas ancak ikinci yarının sonlarına doğru bir adım öne çıkaraktan ben buradayımı biraz daha net hissettiriyor. Saksofon - davul ikilisi bu rol paylaşımına çok da itiraz etmiyor öte yandan. Bu dakikalarda konser salonlarında müzisyenlerin sıra ile alkışlandığı minik sololara benzer geçişler dikkat çekiyor.

Velvet Lounge Shut-In içimizi ferahlatan yumuşak ve ağırbaşlı bir girişe sahip. Saksofonun biraz daha farklı bir tonda tınladığı bu parçada akıp giden melodik bir kurgudan ziyade hep bir kapanış hali hakim. Her an parça bitecekmiş gibi sonlanan davullar, birkaç saniye içinde tekrardan ortaya çıkarak parçaya kendi içinde bir devingenlik kazandırıyor. Bu haliyle parçanın albümdeki en farklı kayıtlardan biri olduğunu söylemek mümkün. Albüme adını veren Phonic Juggernaut ise üçlünün en ahenkle tınladığı açılışıyla ilk andan itibaren içimizi kaynatıyor. Aşırı uçlara kaymadan Ward’ın saksofonundan akıp giden steril melodiler hiç bitmemecesine havada uçuşurken, davul ve bas yine kendi rollerini fazlasıyla iyi bir şekilde icra ediyorlar.
Kalan kısımda yeralan This Ain’t In Book 3 daha sinematogafik bir arka pan dahilinde ilerliyor. Saksofonun biraz daha yalnız kaldığı bu dakikalarda kurulan minik cümleler daha sakinleştirici bir havaya sahip. Parçanın ortalarında adım adım davulun tetiklemesiyle birlikte ortaya çıkan dinamik kurgu heyecanı yükseltse de, saksafon limitleri zorlamadan daha usturublu bir yol tutturmaya gayret ediyor. U.S. 4 daha kesik ve tempolu melodilerle örülü yapısıyla davula bir hayli mesai çıkartıyor. Zira davul albümün genelinde olduğu üzere saksofondan çıkan her bir tınıya kuvvetli ataklarla cevaplar vererek albümün dinamizmine ciddi bir katkı sağlıyor.

Kapanış albümde Ward’a ait olmayan tek parça olan Sectionate City ile yapılıyor. Açıkçası bu farklılık ilk andan itibaren kendini hissettiriyor. Bunu albüme ilişkin olumsuz bir not olarak da görmek mümkün. Bu parçanın nitelik olarak vasatın üstüne çıkıp çıkmamasından ziyade, albümü buraya kadar getiren diğer altı parçadan oldukça bağımsız yapısı nedeniyle fazlasıyla sakil durmasıyla alakalı bir not olarak okumak gerekir. Burada saksofon yine birşeyler mırışldansa da özellikle davulun rock referansları kuvvetli ataklarını ve doğaçlamalarını göremiyoruz.
Bu köşede sıklıkla yer vermeye çalıştığımız elektroniklerle süslenmiş deneysel yanı ağır basan bir caz albümü değil Phonic Juggernaut. Ancak yüksek enerjisi, özellikle saksofon ve davulun ön planda olduğu akışkan yapısı, zengin melodik omurgası ve hiç sıkılmadan baştan sona tek oturuşta dinlenebilecek ahenkli içeriğiyle (belki son parçayı bu yorumdan ayrı tutabiliriz) dikkate değer iyi bir albüm. Özetle rock ruhunun ve doğaçlamanın getirdiği isyankar ve coşkulu halin, cazın daha ağırbaşlı kompozisyonlarıyla ustalıkla harmanlandığı bir albüm olarak görmek mümkün Greg Ward’ın bu son kaydını.
Etiketler:
Greg Ward,
Phonic Juggernaut,
Thirsty Ear
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)